Aşk Bahsinde Hegel Ve Yunus Emre
Senail Özkan
Muhammed İkbal, Peyam-ı Maşrık başlıklı eserinde Hegel’in felsefesine önemli bir tenkit yöneltir. İkbal’in bu kritiği Hegel’in muazzam felsefi sistemine yöneltilmiş en esaslı ve tutarlı tenkitlerden biridir. Hegel’in sisteminin kalbine hedefleyen istihzayla karışık bu şairane kritik, filozofun tefekkür binasını temellerinden sarsacak güçtedir. Şöyle diyor İkbal, “Hegel” başlıklı şiirinde:
Her ne kadar düşüncesinin bakir kızı gelinler gibi süslenmişse de; onun akla istinat eden felsefesi duygu ile bir araya gelmedi.
Onun felâketlerle cevelan eden aklının kuşu, nedir biliyor musun? O kuş, bir tavuktur ki, şehvetin baskısıyla horoza yaklaşmadan döl alır.
Tanrının neler düşündüğünü merak ettiğini söyleyen filozof, bu düşünceden hareketle o muazzam felsefi sistemini inşa edecektir. Tek kelimeyle hülâsa etmek gerekirse bu sistem panlogisttir ve muazzam mimari yapısına ve estetiğine rağmen asıl zaafını da içerisinde barındırmaktadır. İkbal’in yukarıdaki kritiği de buna matuftur.
Peki, bu panlogist sistem (panlogisches System) ne demek oluyor? Panteizmden hatırlamaya çalışalım: Grekçe Pan her şey demektir, teizm ise Tanrı. Panteizm, her şey Tanrı’dır ve Tanrıdan ibarettir. Panlogizme gelince, her şey lojik yani her şey mantıktan ibarettir. Başka bir ifadeyle her şey akla uygundur ve akıl kanunlarına göre vardır. Buradan onun o meşhur cümlesine geçiyoruz. Filozof bütün felsefesini şu cümleyle özetliyordu: “Alles Wirkliche ist vernünftig, und alles Vernünftige ist wirklich.” Şöyle demek oluyor: Gerçek olan her şey akıllı, akıllı olan her şey de gerçektir. Buradan anlaşılıyor ki filozofumuzun meselesi gerçek olan ile akıl arasındaki düalizmi ortadan kaldırmaya yöneliktir. Hegel akılla gerçek olan arasında mutlak bir ayniyet tesis ediyor. Aslında burada Hegel’e itiraz etmenin manası yok; çünkü varlığın akla uygunluğundan tabii ne olabilir. Elbette varlık panlogist bir karakter taşır.
Hegel’in en büyük özelliği topyekûn bir tefekküre sahip olmasıdır. Gerçek olanı filozof, diyalektik bir metotla muazzam bir piramit gibi taş taş örüverir. İşte, Hegel bu ters dönmüş piramide panlogizm adını vermektedir. Taş taş ördüğü muazzam sisteminde her şey sıkı bir şekilde aklın kontrolündedir. Mantık tüm sisteme hâkim olduğu için panlogist sistem adını vermektedir sistemine filozof. Her şey mantıktır ve mantık çerçevesinde cereyan eder.
Görüldüğü üzere Hegel’in topyekûn felsefesi tamamıyla akla istinat etmektedir; tamamen akıl ve mantık çerçevesine oturan azametli sisteminde Tanrı, ruh, idee, kavram, hukuk, etik, estetik, diyalektik ve tarih vardır; ancak aşka, hissiyata, duyguya, sezgiye ve kalbe yer yoktur. Hegel’in tefekkür sisteminin en büyük zaafı burada yatmaktadır. Varlığı bir arada tutan en büyük gücü, aşkı hesaba katmadan hayatı anlamak ve anlamlandırmak mümkün mü? İşte bu yüzden İkbal, haklı olarak onun akıl kuşunu, şehvetin baskısıyla horoza yaklaşmadan döl alan bir tavuğa benzetmektedir.
Denilebilir ki böylesine muazzam bir felsefi sistem kuran filozof nasıl olur da aşk konusuna bu kadar bigâne kalabilir? Bir sistem düşünürü nasıl olur da hayatın en dinamik gücü aşkı anlamaz? Hegel’in aşkı anlamadığına ihtimal vermiyorum; ancak hakikat kâinatını tümüyle akıl ve mantık kaplayınca aşkın büyüleyici gücünü görememiş yahut yeterince sezememiştir.
Felsefî İlimlerin Ansiklopedisi (Enzyklopädie der philosophischen Wissenschaften)’nde Mevlânâ’ya “mükemmel/muhteşem Celâleddin Rumi” (dem vortrefflichen Dschelaleddin Rumi) olarak yer veren ve onun aşk anlayışını yücelten Hegel’in akıl gemisi, sonsuzluk ummanında öylesine bir tufana tutulmuştur ki bu azgın dalgalardan onu yalnız ve ancak aşkın kurtaracağını anlayamamıştır. Bununla birlikte romantik gelenekten gelen bir filozof olarak Hegel’in Hukuk Felsefesi (Rechtsphilosophie) başlıklı eserinde aşk hakkındaki yorumu gayet isabetlidir:
Aşktaki ilk ân, benim bizzat kendim için hür, otonom bir kişi olmak istemediğimi gösterir ve eğer ben böyle birisi olmuş olsaydım kendimi gayri mükemmel, zayıf, kusurlu ve eksik hissederdim. İkinci ân, kendimi başka bir şahısta buluvermem, onda hüküm sürmem şeklinde tezahür eder; buna mukabil o da bende kendine ulaşıverir. O yüzden aşk, aklın çözemediği en korkunç çelişkidir; o anda öz bilincimizin titizlik ve katiyetinden daha ağır bir şey yoktur; bilincin bu titizliği nefyedilir; oysa ben ona, onayarak sahip olmalıyım. Aşk, tezadın yaratılması ve aynı zamanda çözülmesidir: tezadın çözülmesi olarak aşk, ahlâkî birlik ve uyum demektir.
Gönül isterdi ki aşkı bu kadar isabetle tarif eden filozof, felsefî sistemini aşkla taçlandırıversin. Ne yazık ki aklın muazzam imkânlarını keşfeden Hegel, aşkın sırrına vakıf olamamıştır. Başka bir ifadeyle filozof, aklı gönül haline dönüştüren yanıştan, iştiyaktan ve heyecandan mahrumdur; kalbin çırpınışlarının farkında değildir. Oysa Yunus, aşk olmayanca, yanmayınca ve gönülden gelmeyince söz söyleyemez:
Çün bülbül âşıkdur güle nazarHak’dan olur kula
Bir keleci gelmez dile gönüllerde yanmayınca
Şimdi de Hegel’den hareketle Yunus Emre’nin fikirler kâinatına bir göz atalım. Evvela şunu belirtelim ki Yunus Emre, mutasavvıf bir şairdir ve düşüncelerini âşıkane bir tarzda ifade eder. Tefekkürü felsefi endişeler taşımaz; ancak fikirlerinde inanılmaz bir felsefî derinlik ve vüs’at vardır. Yunus, teorik felsefeyle, ilahiyatla ve bilgiyle uğraşmaz, aksine onlardan kurtulmaya çalışır. Bu meyanda o, son derece samimi ve radikaldir. Aşksız Müslümanlığa akıl erdiremeyen derviş Yunus, sadece o gün için değil, bilakis bugün için de çok riskli bir iddiada bulunur:
Ey bana ta’n uranlar
Bu aşka haram diyenler
Aşk ile fâsık olmak yeğ
Aşksız Müslüman olunca.
Yunus’un bütün kâinatını ve hayatını aşk doldurur. Yunus hayrân-ı aşktır ve aşkın hükmüne tabidir. Ona göre cümle mevcudat aşkın mihveri etrafında döner; aşk, Allah’tan başka kimseye kul olmaz, aksine her şeyi hükmüne tabi kılar:
Aşk anadan doğmadı kimseye kul olmadı
Hükmüne kıldı esîr cümle biliş ü yâdı
Aşkta bütün varlığı kaplayan bir şümul kudreti vardır. Bütün varlık aşktan peyda olmuştur. Aşkın bir zerresinden ay ve güneş, bir katresinden deryalar doğmuştur:
Bu aşkı ben bilmez idim bu bir acep sevda imiş
Bir zerresi ay-ü güneş bir katrası derya imiş
Âşık Yunus’un meselesi felsefî teorilerle meşgul olmak, Hegel gibi felsefî bir sistem kurmak değildir. Yunus’un derdi aklın vesveselerinden, şüphelerinden ve tuzaklarından gönlü kurtarmaktır. Bilgi toplayıp biriktirmişsin, dünyayı aklın emrine vermişsin, yıldızlara, fezaya hükmetmişsin neye yarar!… Eğer gönlü ihmal etmişsen, o muhteşem sisteminde gönül yoksa aşk yoksa senin hastanın şifa bulması düşünülemez. Aklı bir küheylan gibi sarp dağlara süren Hegel, acaba Yunus’un şu mısralarını duysaydı birazcık olsun yumuşar mıydı kalbi?
İşidün iy yarenler ışk bir güneşe benzer
Işkı olmayan gönül misâl-i taşa benzer
Taş gönülde ne biter dilinde ağu düter
Nice yumşak söylese sözi savaşa benzer
Işkı var gönül yanar yumşanur muma döner
Taş gönüller kararmış sarp katı kışa benzer.
Hegel’in felsefî sistemi ne kadar mükemmel olursa olsun kalbi tatmin etmekten, ruhları doyurmaktan uzaktır. Yukarıda ifade ettiği üzere Yunus nezdinde aşksız gönüller, “kararmış sarp katı kışa benzer”ler. Aşkı ve sevgiyi bilmeyenler nice yumuşak söyleseler de sözleri savaşa benzer. Oysa kalbin dilini pek iyi bilen Yunus, doğrudan doğruya kalbe, kalbin iç mekânlarına çekilir, uzleti tercih eder:
Yûnus’un gönül gözi toludur Hak sevgüsi
Uzlet ihtiyâr iden yâd ü bilişten geçer
Yunus aşksızlara söz anlatmanın güçlüğünden bahseder ve bu meyanda samimiyetle onları uyarır:
Işksuzlara benüm sözüm benzer kaya yankusına
Bir zerre ışkı olmayan bellü bilün yabandadur
…
Işksuzlara virme öğüt öğüdünden alur degül
Işksuz kişi hayvân olur hayvan öğüt bilür degül
Şu var ki Yunus, zerreden yıldızlara ve seyyarelere kadar kâinatı bir arada tutan, manalandıran gücün aşk olduğuna inanır. Ve madem ki aşk, kâinatı dolduran bir pırıltı, bir ihtişam ve mehabetse, o zaman akan sular, dağlar taşlar, ağaçlar, kuşlar ve hayvanlar hülâsa bütün varlıklar âşıktır ve her biri kendi dilinde ve halinde aşkı terennüm etmektedirler. O yüzden Yunus, bir su dolabının nasıl inlediğini dile getirir. Hem de öyle dile getirir ki inleyenin dolap mı insan mı olduğunu tefrik edemezsiniz:
Dolap niçin inilersin?
Derdim vardır inilerim
Ben Mevlaya âşık oldum
Ânın için inilerim.
Yunus Emre için aşkın cazibe kuvveti yer çekimi gücünden daha büyüktür; aşk, cazibe-i arzdır, kozmik bir güçtür. Aşkın baş döndüren bir tılsımı vardır ki insanı kendi ağırlığından kurtarır, büyüler ve göklere yüceltir. Aşkın bu tılsımını Yunus, öylesine şairâne anlatır ki bir mısradan diğerine geçerken sanki gökyüzüne yükseldiğinizi hissedersiniz:
Serbâz girer bu meydâne
Her perdeden uryan geçer
Ol can içinde can olan
Canda girip pinhan olan
Kudret dilinden söyleyen
Şol mâsivâ terk eyleyen
Gel gel işit büthaneyi
Seyreyl e vahdethaneyi
Ol benliği benden alan
Alem bütün nurdan dolan
Âşık Yunus merdane ol
Şem’a yanan pervâne ol
Dîvân-ı aşk derler buna
Merdân-ı aşk derler buna
Dertlilere derman olan
Mihmân-ı aşk derler buna
Hikmetleri şerh eyleyen
Hayrân-ı aşk derler buna
Var şem’a yak pervaneyi
Külhân-ı aşk derler buna
Bende hemen kendi kalan
Sultan-ı aşk derler buna
Var dânelerle dâne ol
Mestân-ı aşk derler buna
Hiç şüphesiz Hegel, tefekküründeki vüs’at, kuşatıcılık ve sistem kudreti bakımından eşsiz bir filozoftur. Ondan öğreneceğimiz çok şey vardır. Ruhun Fenomenolojisi’nin müellifi, akıl ve zihin kudretiyle kurduğu felsefî sisteminde aşka da istenilen yeri vermiş olsaydı, sistemi totalitarizme müsaade etmeyecekti. Gerçek bir filozof dehasına sahip olan Hegel, Yunus Emre’nin kalbi, sevgi ve merhametinden mahrum olduğu için aklı coşturduğu halde, huzursuz kalplerin iniltilerini dindirememiştir. Dertlilere derman olan Yunus ise bir mukadderat gibi yaşamıştır aşkı.
Hiç kimseler bencileyin aşka giriftâr olmadı.