İslam’da Bilim ve Düşünce Hayatının Seyri Hakkında Bir Değerlendirme I

Ekrem Demirli

  • Sabah Ülkesi - Cover
  • Muhammed İkbal İslam’da bilimsel düşüncenin doğuşunu ve gelişimini tahlil ederken bir hadise atıf yaparak İslam bilim ve düşüncesinin kaynağını sürekli dış amillerde bulan akademik araştırmalarda ihmal edilmiş, hatta yok sayılmış mühim bir hususa dikkatimizi çeker. İkbal’in atıf yaptığı hadiste Hz. Peygamber ‘Allah’ım! Bana eşyanın hakikatlerini oldukları hal üzere göster’ der. İkbal’e göre hadis İslam’da bilimsel araştırmanın ve düşüncenin istikametini yönlendiren ana saiktir. ‘Eşyanın hakikatlerini bilmek’ düşünme dediğimiz eylemin gayesini teşkil ederken İkbal’e göre Hz. Peygamber bu sözüyle İslam toplumuna bir ideal göstermiş olmalıdır. ‘Eşyanın hakikatlerini oldukları hal üzere bilmek’ veya hadiste söylendiği şekliyle ‘görmek’, sadece Müslümanların bilim faaliyetinin maksadı değil, insan olmak itibarıyla her insanın düşünme eylemindeki maksadını da anlatır. İnsan bizzat kendisinin bir parçası olduğu eşyanın hakikatini talep eder. ‘Hikmeti sevmek’ veya ‘hikmeti aramak’ anlamındaki felsefe bu talebi ifade ettiği kadar İslam geleneğinde mevcut farklı pek çok kavram da bunu anlatır. Bunlardan birisi olarak tasavvuf kelimesinin bile doğrudan eşyanın hakikatlerini talep etmekle ilgili olduğunu söylemek mümkündür. Burada ‘tasavvuf’ kelimesine atıf yapıyoruz, çünkü İslam’daki diğer nazari geleneklerin ‘eşyanın hakikatini talep etmek’ maksadıyla ilgisi aşikardır. Fakat bu talebi en geniş kesimlere ulaştırma görevini üstlenmiş olan tasavvufun da ‘hikmeti sevmek’ ve ‘eşyanın hakikatini araştırmak’ ile ilgisini kurmamız, söz konusu maksadın İslam toplumunda genel bir maksat haline dönüşmesini açıklamak bakımından önemlidir. Tasavvuf esas itibarıyla insanın hakikate ulaşmasının önünde en büyük perde teşkil eden harici –adetler, alışkanlıklar vs.- ve dahili –nefsin zaafları- engellerin tasfiye edilmesiyle insanın mutlak hakikate ulaşmasının ve ‘eşyayı olduğu hal üzere görme’ sürecinin adıdır. Binaenaleyh İkbal’in söylediği gibi ‘eşyanın hakikatlerini görmek’ talebi, İslam toplumunda bilim ve düşünce faaliyetlerinin ana istikametini belirleyen bir ilke olarak görülmesi gerekirken, aynı zamanda İslam bilim-düşünce hayatı üzerindeki bir araştırmanın evvelemirde bu hadiste belirtilen ‘hakikat talebi’nin anlamından yola çıkması gerekir.

    İkbal’in bu tespiti aynı zamanda çağdaş İslamiyat araştırmalarına yönelik bir tespit, daha doğrusu temelli bir eleştiri kabul edilebilir. İslamiyat araştırmaları oryantalist akademisyenlerin öncülüğünde başlamış, oryantalizmi ortaya çıkartan tarihi ve sosyal şartlar araştırmaların çerçevesini ve muhtevasını önemli ölçüde belirlemiş, İslam dünyasındaki akademik araştırmalar da bu araştırmaların doğrudan ve dolaylı tesirleri altında gelişmiştir. Bu itibarla İslam dünyasındaki yaygın akademik gelenekleri dikkate alırsak, oryantalist çalışmaların bir neticeye ulaştığını söylemek mümkündür. Oryantalist araştırmaların ana iddiası İslam’da bilim ve düşünce hayatının haricî amillerin etkisiyle gelişmiş olmasıdır. Burada ‘harici amil’ derken kast edilenler, ele alınan konuya göre değişiklik arz etse bile, genellikle Grek felsefesi, Hristiyanlık-Yahudilik, Hint, İran felsefeleri vb. gibi İslamî olmayan fakat Müslümanlar tarafından siyaseten mağlup edilmiş unsurlardı. Oryantalizm İslam’ın -İbn Haldun’un terimleştirmesini hatırlarsak- bedavette sahip olduğu ‘asabiye’nin ‘umran’ tarafından dönüştürüldüğünü iddia etmiştir. Bu iddia, tarihsel bakımdan Hristiyanların İslam’ın bir Hristiyan herezisi olduğuyla ilgili diğer bir iddiayla örtüşerek İslam’daki her türlü bilim ve düşünce etkinliğini İslamî olmayan bir dış kaynağa bağlanmasıydı. Bunun anlamı şudur: İslam’da bilim ve düşünce İslam’ın ana kaynaklarının pasif kaldığı ve genellikle onlara rağmen gelişen bir süreçtir. Bu süreçte İslam’daki felsefi hareketler Grek felsefesinin bir devamıyken kelam Hristiyan kelamının belirlediği sorunlar etkisinde gelişmiş, tasavvuf akımları da, ya Hristiyan mistisizmi başta olmak üzere doğu mistisizmleri veya İran kaynaklı kimi gnostik akımların tesiri altında gelişmiştir. İslam dünyasında gelişen akademik araştırmalar ise belirli alanlarda bu eleştirilere cevap vermek istese bile, bu eleştiriler, çoğunlukla kabul edilmiş görünür. İslam bilim ve düşüncesinin otantikliği hususunda külli bir bakıştan yoksun kalmış bu ‘yerli’ araştırmalarda belirleyici olan husus, akademisyenin durduğu yer ve bağlı bulunduğu disiplin olmuş, oryantalist iddiayı en azından kendisine muhalif saydığı disiplin ve bilimde doğrulamıştır. Bu itibarla değerlendirildiğinde, bilhassa tasavvuf olmak üzere, İslam felsefesinin ürünleri ve kelamın bazı yönleri haricî amillere bağlanarak ‘özgün’ İslamî ilimlerin dışında sayılmışlardır. Bu tartışmalar İslam mimarisi, sanatı, edebiyatı-şiiri vb. ikincil alanlarda sürmüş, bu alanlarda da oryantalist iddia önemli ölçüde bir başarı elde etmiştir. Bu yönüyle ‘İslamî olan nedir?’ tartışması çağdaş Müslüman akademisyenlerin olduğu gibi bütün entelektüellerin en ciddi bir problemi olarak kendini göstermiştir. Belki de önümüzdeki yıllarda da İslam’ın kendi dışındaki bilim ve kültürlerle ilişkisi daha derin krizlere yol açacak, bu krizler bizi tarihe daha dikkatle eğilmeye icbar edecek ve şu soruyu daha ciddiyetle soracağız: Bir din ve medeniyet olarak İslam’ın insanlık tarihi içindeki yeri neydi?

    İslam bilim ve düşünce tarihi üzerindeki çalışmalarda en mühim sorunlardan birisi, ilk neslin bilim anlayışıyla sonraki nesillerin bilim anlayışları arasında sahih ve bilimsel bir irtibat noktası bulmaktır. Bu irtibat bazı bilimlerinde daha kolay kurulsa bile, İslam’daki geniş bilim yelpazesi neyin ‘saf İslamî’ neyin hariçten geldiği veya zamanla İslam toplumunun kendi üretimi olduğu sorunu çok ciddi bir sorundur. Bunu ibadet hayatındaki bir kavrama teşbih ederek anlatırsak, bir anlamda, ‘bidat-yeni’ nedir, ‘kadim hangisidir?’ sorunu büyük bir sorundur. Bu sorun fıkıh mezhepleri arasındaki tartışmalarda bile kendini göstermişken kelam ile hadis veya tasavvuf ile diğer bilimler arasında da eskiden beri ortaya çıkmış bir tartışmadır. Ama neredeyse bütün ilimler felsefenin hariciliği üzerinde hemfikir olmuşlardır. Bu yönüyle din bilimleri üzerindeki araştırmaların en önemli sorunlarından birisi, bu tarihsel sürecin doğru bir şekilde yazılmasıdır. Bu noktada sağlıklı bir neticeye ulaşmanın önündeki iki mühim soruna dikkat çekmek gerekir: Birincisi literatürün genişliği iken ikincisi ise Müslümanların İslam tasavvurunda ortaya çıkan çelişkiler ve çatışmalardır. Birinci soruna dönersek, İslam’da belki başka hiçbir benzeriyle –din veya bilim havzası- karşılaştırılamayacak genişlikte bir literatür erken dönemden itibaren ortaya çıkmıştır. Bunu üç alanda ele alabiliriz: Birincisi İslam toplumunda bir ‘merkez’ fikri bulunsa bile İslam bilim ve düşüncesi çok geniş bir coğrafyada ortaya çıkmıştır. Bu itibarla hiç kuşkusuz Bağdat İslam bilimlerinin en önemli merkezidir ve onunla karşılaştırılabilecek başka bir şehir yoktur. Bunun en önemli sebebi Bağdat’ın Abbasi halifeliğinin başkenti olmasıdır. Vakıa Bağdat’ın bu rolüyle İslam’ın gelişim süreci arasında yakın bir irtibat vardır. Bu irtibat İslam’daki bilim ve düşüncenin gelişimini –mesela- Hıristiyanlık’takinden bütünüyle ayırır. Hıristiyanlar ağır baskılara maruz kaldıkları uzun bir ‘muhalefet’ döneminden ‘savunma’ ve ‘propaganda’ refleksi bariz ve baskın bir teolojiyle çıkabilmişlerdir. Kilise Babalarının ilk eserlerinde Hıristiyanlığın bir pagan dini olmadığı, insancıl bir din olduğu görüşleri yer alır. İslam’ın gelişim seyri ise Hıristiyanlıktan tamamen farklı gerçekleşmiştir. Bu karşılaştırmayı yapmaksızın İslam’ın bilimlerini ve düşüncesini doğru bir şekilde anlamak mümkün olmayacaktır. İslam henüz Hz. Peygamber devrinde bir cemiyet inşa etmiş, bir şehir kurmuş, en azından Arap yarım adasının tümüne hakim olarak, kendini geliştirebileceği özgür bir alan inşa edebilmiştir. Hz. Peygamber devrinden sonra süratli bir şekilde çevresindeki devletlerle mücadeleye girmiş, büyük kısmını mağlup ederek tesir alanını genişletmiş, Bağdat, Kufe, Şam, Kahire, Urfa gibi bilim merkezleri ortaya çıkmış, farklı bilim gelenekleri oluşmuştur. Bağdat ise bu merkezlerin en önemlisi olmuş, zamanla başka pek çok bilim merkezi ortaya çıkmış, Maveraünnehir bölgesinden Kahire’ye, Endülüs’e, Anadolu’ya –özellikle Konya’yı zikretmek lazımdır- kadar geniş bir yelpazede bilim merkezleri ve okullar ortaya çıkmıştır. Bu yöneyle İslam bilim araştırmalarındaki ciddi sorunlardan birisi bu ‘çok merkezliliktir.’ ‘Çok merkezlilik’ İslam bilimleri üzerinde konuşurken ölçülü konuşmayı ve genellemelerden kaçınmayı icbar eder. Literatürün genişliğiyle ilgili ikinci durum ise bilimlerdeki çeşitliliktir. İslam içerisinde hem dini bilimlerde, hem felsefi ilimlerde, hem de edebi ilgilerde geniş bir bilim yelpazesi ortaya çıkmıştır. İslam bilimlerinin kaynakları üzerinde kesin bir neticeye ulaşmayı güçleştiren unsurlardan birisi de budur. Üçüncü bir husus ise bu geniş yelpazede ve çok merkezde ortaya çıkan zengin koleksiyondur. İslam’da o kadar çok yazar o kadar çok kitap yazmıştır ki, bu durum, sağlıklı bir neticeye varmayı neredeyse imkansız kılar. Üstelik bilhassa ilk dönemlerdeki eserlerin pek çoğunun isimlerini başka kitaplardan öğrenmekteyiz. Kısaca, geniş bir coğrafyada ortaya çıkmış geniş bir bilim yelpazesindeki zengin bir literatürün muhtevasına hakim olarak sağlıklı bir İslam bilim ve düşünce tarihi yazmak imkansız gibidir.

    Bütün bunlar, oryantalist iddianın dile getirdiği ‘harici amil’ meselesine cevap vermenin güçlüklerini izah eder. Bilimsel araştırmalardaki başarısızlıkla ortaya çıkan boşluk, bir ‘hamaset’ dilinin gelişmesine yol açmış, Müslümanlar ‘akademik’ ölçülerde cevap veremedikleri bu ‘oryantalist’ iddiaları küçümseyerek veya reddederek aşmak istemişlerdir. Günümüzde bu Batılı araştırmacılara meydan okuyan bu ‘hamaset’ dilinin daha yaygınlaştığını görmek mümkündür. Bunun başlıca iki sebebini zikredebiliriz: Birincisi Batı düşüncesinde ortaya çıkan ve oryantalist çalışmaları etkileyen bazı iç sıkıntılardır. Günümüzde herhangi bir alanda seleflerinin otoritesine sahip bir oryantalist bilim adamı yoktur. Oryantalist iddialardaki ölçüsüzlükler de bu iddianın inandırıcılığını zayıflatmıştır. İslam dünyasında yükselen refaha bağlı olarak pek çok Müslüman akademisyen Batı’da eğitim görmüş, alternatif yorumları öğrenmiş, İslam dışındaki farklı geleneklerle ilgili bakış açılarının nasıl değiştiğine şahit olmuştur. ‘Avrupa merkezli’ tarih ve bilim anlayışının zayıflaması dolaylı olarak oryantalist çalışmaları zayıflatmış görünmektedir. İkinci sebep ise akademisyenlerin bıraktığı boşluğun Müslüman aydınlar tarafından doldurulmak istenmesidir. Farklı mesleklerden ve disiplinlerden gelen bu ‘aydınlar’ sınıfı, İslam toplumunda Batı’ya karşı bir meydan okumanın öncülüğünü üstlenmişlerdir. Fakat bunu hamasete dönüştüren ve o ölçüde de hakikatten kopartan husus, İslam mirasıyla ilgili bir donanımdan yoksunluktur. İslam mirasıyla irtibatlarının duygu ve inanç bağıyla sınırlı kalması bu aydın zümrenin söylemlerini hamasette bırakmıştır. Günümüzde İslam’ın çağdaş dünyayla ilişkisindeki en çetin sorunlarından birisi, bu ilişkinin, İslam’ın tarihî mirasıyla sahih bir irtibat kuramamış, İslam bilim ve düşünce geleneklerinden habersiz bu aydın zümresi tarafından belirleniyor olmasıdır. Bu hamaset üslubu İslam’ın tarihî mirasını olduğu kadar çağdaş dünyayla ilişkisini anlamayı güçleştirmiş, bu mirastan beklentileri abartmış, sahihlik-otantiklik meselesini yanlış kurgulamış, İslam’ın çevresindeki bilim ve kültürlerle nasıl bir ilişki kurduğu hakkında yanlış bir perspektife dayanmış, en önemlisi de bütün bunları yaparken İslam’ın ‘evrensellik’ ilkesini doğru anlamamıştır. Bu bakımdan iki asra yakın bir süredir devam eden ‘İslam’da bilim ve düşüncenin yeri nedir?’ veya soruyu tersinden inşa edersek ‘İslam’ın insanlık bilim ve düşünce tarihindeki yeri nedir? sorununda hatırı sayılır bir mesafe kaydetmiş sayılmayız. Bu soruya doğru bir cevap bulabilmek için İkbal’in yukarıda zikrettiğimiz yaklaşımını da dikkate alarak bir çerçeve önereceğiz ve bu öneri bir dahaki yazımızın konusu olacak.