Felsefe: Boş Meselelerle Uğraşan Adamların Mesleği (!) Felsefe Algımıza Dair Mülahazalar

Hüsnü Yavuz Aytekin

  • Sabah Ülkesi - Cover
  • Çokça zikredildiği için hızlıca değinip geçelim: Felsefe aslen iki kelimeden müteşekkildir ve hikmet/bilgelik sevgisi anlamına gelir. Hikmet ise en temel anlamıyla şeylerin sırlarına ve gayelerine vakıf olmak, görünenin ötesindeki sebepleri bilebilmektir.

    Sırlardan bahis açtığımız zaman onun herkese izhar olunan, aşikâr cihetinin ötesindeki bir alandan da bahsetmiş oluruz. Bu alana adım attığımızda ise artık soyut bir düzlemde buluruz kendimizi ve burada tekil nesneler önemini kaybeder. Gözümüzü aslî sebeplere diktiğiniz zaman etrafımızdaki kalabalık yavaş yavaş dağılmaya başlar, onların arasında bir yabancı (garib) haline geliriz. Zira çoğunun acelesi vardır, dünya/hayat için beslenen binbir emel… Bir an evvel kurulacak düzen, sağlanacak adalet ve eşitlik, daha bireysel düzeyde ise iş ile ekmek, hatta deruhte edilecek bir parça erk. İnsanoğlu “meşguldür”.

    Herakleitos hareketi asıl kabul ettiği varlık görüşünü “pante rei” (her şey akar) cümlesi ile özetlemişti. Varlık aslı itibariyle ister değişsin isterse sabit kalsın insanın kendisine yöneldiği görüngüler dünyası bir devinim içindedir ve ayağını yere sağlam basmayanları sıradanlık girdabının içine çeker. Düşünmek için durmak gerekmektedir halbuki. Bu yüzden birçok dilde bu iki kelime birbirine çok yakın yerlerde konuşlanmıştır. İngilizce under-stand, Almanca ver-stehen, Arapça vakafe gibi.

    İşte aslen bir görüngüden ibaret olan bu akış hareketine “kapılmamayı” irad edenler hareket halinde olanlara nispetle geriye/gayenin aksine gidiyormuş gibi görünür. Hatta hareketin içinde olanlar bu nedenle onlara bir parça da istifhah ile bakarlar.

    Bu tabii hali “bizden zaten adam olmaz” derekesinde bir irfan ile yekten trajikleştirmeye matuf, sıradan insanın sözde zaaflarına karşı takınılmış gibi duran bu tutum; halkın felsefeyi boş bir uğraş olarak görmesinden daha tutarsız, patetik bir durumdur.

    Üç Tarz-ı Siyaset’in yazarı Yusuf Akçura, Mehmet İzzet’e ne tahsil ettiği sorusunu sorduğunda “felsefe” cevabını alınca, “bize filozof değil demirci lazım” demiştir. Buradaki tavır yukarıda bahsedilen bir parça safça ama insani tavırla bir tutulamaz. Zira Yusuf Akçura mezkur makalesinde potansiyel olarak mevcut üç siyaset tarzını (İslamcılık, Osmanlıcılık, Türkçülük) tahlil etmiş ve neticede bir tanesinin tercih edilmesi yönünde mevzi alarak topluma yön göstermeye çalışmıştır. Yani felsefe/hikmet hakkında ancak sıradan insanların yüzeysel kanaatleri kulak ardı edilebilir. Eğer bir memleketin öğretmenleri, kanaat önderleri yahut az-çok yön tayin ediciliği bulunan insanların felsefe/düşünce/sanat vb. konulara değersel yaklaşımı mahalle bakkalınınkinden çok fazla bir değişiklik arz etmiyorsa sıradanlık artık vahim bir hal almış demektir.

    Yusuf Akçura’nın hikâyesi düşüncenin bilhassa bizde değer görmediği, dünyayı temaşa etmede boyut kaybına uğramanın bize has olduğu fikrine sevk etmemelidir. Asıl itibariyle bu sorun insanlığa ait bir sorundur. Yani hemen her insan hikmetten pay almakla birlikte, kapasitesine göre bu hikmet kimine suyun içinde erimiş mineraller gibi ulaşır. Eşyanın ilk sebeplerini en esaslı meselesi olarak görüp mesaisini hasredenler ise zahiren kaybettiklerinin yerine daha değerlilerini ikame etmiştir. Zira “kime hikmet verildiyse, ona çokça hayır bağışlanmıştır”.

    Felsefenin bir dönem neredeyse anavatanı olmuş, hâlihazırda oturmuş felsefe dili ve terminolojisi, daha canlı tartışmalara sahip güncel felsefi atmosferi ile Almanya da aynı düzeydeki halk bilincinin tezahür ettiği memleketlerden birisidir. Karen Gloy H. Lenk, aktardığı bir televizyon skeci ile benzer bir durumdan bahseder.(1) Skeçte bir baba oğlunun tıp fakültesine kaydedilmesi için öğrencilik yıllarından tanıdığı fakülte dekanından ricada bulunmaktadır. Öğrenciler not ortalamalarına göre merkezi dağıtımla bölümlere yerleştirildiği, en çok istenen bölüm olduğu için çok yüksek puan ortalaması ile girilebilen tıp fakültesine düşük puanlı bir öğrenciyi kaydetme salahiyeti olmadığını söyleyen dekan, arkadaşına oğlunun hukuk, o da mümkün olmazsa felsefe okumaktan başka seçeneği olmadığını söyler. Felsefe kelimesi telaffuz edilir edilmez topluluktan bir kahkahadır kopar.

    Evet, insanlar felsefenin hâlihazırdaki problemleri çözmekte bir faydası olmamaktan maada kafa karıştıran, hepsinden daha fena, fuzuli bir iştigal olduğu konusunda hemfikirdirler.

    Felsefenin ‘‘biz’’de sıkıştırıldığı alanları ve insanlar nezdindeki itibarını ise birkaç fasılada değerlendirmek yerinde olur zannediyorum.

    Türkiye’nin en merkezi çoğunluğunu oluşturan kesiminde artık gelenekten tevarüs yoluyla gelen ahlaki erdemler yaşanılan yozlaşmanın başını çektiği bir dizi nedenden ötürü sonraki kuşaklara aktarılamamış, bu alanın pratik yeteneklerle daha fazla doldurulması neticesinde de sahip olunan sıradan/saf ve kanaatkâr tutum kasaba tüccarı uyanıklığına tebdil olmuş, deyişleri hikmetli bir toplumdan cehliyle iftihar eden ademler neşet etmiştir. Felsefeye bakış burada kayda değecek bir “itibar kaybı” yaşamamış, genel gidişattan nasibini almıştır.

    Dindarların okur-yazar kesiminde ise filozof ve felsefe kelimeleri tarihten gelen birtakım olumsuz titreşimlerle yüklüdür. Aslen bir tarihi döneme has tartışmalarından bize miras kalan bu problemli kullanım bugün dahi yürürlüktedir. Yani bahsettiğimiz kitleye felsefeci/filozof denildiği zaman doğrudan bir çağrışım ile itikadına güvenilmez birtakım insanlar anlaşılmaktadır. Burada belirtmeliyiz ki bu algı son senelerde müspet değişimler neticesinde nispeten değişmektedir. Bunu son dönemde yapılan kimi ciddi felsefe çevirilerinin “gelenekçi” olarak nitelendirebileceğimiz dil örgüsünden anlamak da mümkündür.

    Din yahut tanrı düşüncesi ile köprüleri atmış olup bu düşünce ile felsefî düzlemde hesaplaşmak isteyen insanlar arasındaki samimi çabanın ise hakkını teslim etmek gerekir. Lakin bir tasavvur olarak henüz havada duran bir düşünce atmosferi, yetkin hale gelememiş bir felsefi dil, insan varoluşu üzerinden o topraklarla kurulması gereken sahih bir ontik bağ gibi temel gereksinimlerden yoksun bu çaba, henüz paradigma üretebilecek bir etkiye ve orijinalliğe ulaşmanın çok uzağındadır.

    Bu algı parçalanmışlığı haklı gerekçelere dayanmaktadır. Aynı ‘‘şey’’lere aynı isimleri vermeyen, kimliği parçalı bir dile sahip olan insanlarız çünkü. Bir taraf için din hikmetin/bilgeliğin hem kaynağı hem de ayrılmaz bir parçası iken diğer taraf için -bunun tarihi Cumhuriyet’in kuruluşundan biraz daha geriye götürülebilir- bir an evvel kurtulmamız gereken ayak bağı mesabesindedir. Bu kesimin hafızasında Türkiye’deki düşünce tarihinin 20. yüzyıl ile birlikte başlaması bu yüzdendir. Kurtulma yanlısı olanların ise bir kısmı Büchner’in düşünce sakarlığından aparılmış kaba materyalizmi “zavallı ve kandırılmış” halk kitlelerine bir havari ciddiyeti ve sorumluluğu ile taşımanın heveslisi iken diğer bir kitle –ki bunlar sayıca çok daha azdır- bir şekilde öğrendikleri İngilizce, Fransızca ve Almanca gibi diller sayesinde biraz aşina oldukları dünyayı içinde yaşadıkları ülkede gerçekleştirememekten doğan kabızlığın sancısını çekmektedirler.

    Hatırlanmalıdır ki, bugün felsefeye ve dolayısıyla felsefeciye verilen değerin her yerde rastladığımız bir elit-halk uyumsuzluğu meselesinden kaynaklanan boyutunun dışında, içine sürüklendiğimiz korkunç seviyesizlik bataklığından aldığımız payla da bir alakası vardır. Ve bugün kimin paradigması geçer akçe ise mesai onun bilgisine harcanmaktadır.

    (1) Karen Gloy, Grundlagen der Gegenwartsphilosophie [Günümüz Felsefesinin Temelleri], S.13.