Ahirete Giden Yolun Taç Kapısı: Fatih Camii

Ümit Meriç

  • Sabah Ülkesi - Cover
  • İstanbul, dünyanın hafızasına kendisini bir kubbeler ve minareler şehri olarak nakşetmiştir. Marmara Denizi’nin beyaz tüller içinde eriyen mavi ufuklarına ilk ‘‘elif’’i çeken minareler ise, elbette ki, Feth-i Mübin-i Konstantiniyye’yi gerçekleştirerek, Allah’ın Sevgilisi’nin verdiği müjdeyi tarihe yazan kutlu Kumandan’ın camisinin minareleri olmuştur. Fatih Camii Külliyesi, tohumları kısa zamanda nesim-i nevbaharla etrafa yayılan muhteşem bir çiçek gibi, İstanbul’un Kâbe’si olmuştur.

    Fetih’ten on yedi yıl sonra, şehrin dördüncü tepesinde İslâm’ın izzetini taçlandıran bu ana-mabedin yerinde, binlerce yıl öncesinde ise bir pagan mabed varmış: ‘’12 Burç Mabedi’’. İstanbul’u Roma İmparatorluğu’nun merkezi olarak 11 Mayıs 330’da kuran Konstantinus ise, Apollon’un oğlu mu, yoksa 13. Havari mi olduğu konusunda uzunca bir tereddüt yaşadıktan sonra, İstanbul’u Kudüs’ten sonra Hristiyanlığın ikinci kutsal şehri yapmaya karar vermiş ve 12 burcun yerine 12 havarinin kemiklerini getirtip içine koyacağı 12 lahit hazırlatarak, Havariyun Kilisesi’ni inşa ettirmiş. Kilise’ye İznik’te Perslerle yaptığı bir savaş sırasında ölünce, altın bir tabut içinde kendi cenazesi gelmiş ve boş lahidlerin orta yerine 13. Havari olarak sırlanmış.

    Zaman içinde depremlerle sarsılan kiliseye Aziz Timotheus, Aziz Andreas ve İncilci Luka’nın kemikleri de taşınmış ama diğer lahidler hiçbir zaman dolmamış. Önce beyaz mermerlerle aydınlatılan, sonra altın mozayiklerle ışıldatılan Bizans İmparatorlarının bu panteonu, kiliseye ellerinde baltalarla giren 4. Haçlı Seferi’nin barbarları tarafından yağmalanmış, yeşil ve kırmızı porfirden lahidler boşaltılmış, onlarla beraber kilise de adeta ruhunu kaybetmiş.

    Velhasıl, Fatih beyaz atı ile İstanbul’a girdiğinde şehrin bu yüksek tepesinde sadece ‘‘mihrabı’’ yerinde duran bir mabedle karşılaşmış. Kayser-i Rum ‘‘hezar bütgede okuttuğu ezanları’’ kilisenin yıkıntılarını temizletip kendi yaptığı caminin minarelerinden de okutmak istemiş. ‘‘Yeni Camii’’ fethin 17. yılında, 100.000 metrekarelik bir alan üzerinde, etrafında iç ve dış avlusu, Bahr-ı Siyah (Karadeniz) ve Bahr-ı Sefid (Akdeniz) medreseleri, tetimmeleri, kütüphanesi, şifahanesi, aşhanesi, altında kervan sarayı ve daha neler neleri ile Beld-i Tayyibe’nin göz bebeği olmuş ve o zamana kadar emsâline rastlanmayan bir ilim ve irfan merkezi olarak bütün cihana nam salmış.*

    Her gün yedi bin kişinin içinde namaz kıldığı, oniki bin kişiye yer bulunabilen, en az bindoksanbeş insana karşılıksız yemek yedirilen bu manzume, Fatih’in vefatından sonra da yüzyıllarca aynı ihtişamla yaşamaya devam etmiş. 36 hafızın 3 tertip halinde 12’şer kişilik takımlarla 30 cüzü her gün ikmal ettikleri Fatih’e, bize Şehr-i Konstantiniyye’yi armağan eden ‘‘Emir’ül Müninin ve İmam’ül Müslimin’’e bu yıl biz de bir hatim yollasak acaba ecdadımızla beraber ona duyduğumuz minneti bir nebze olsun ifade etmiş olabilir miyiz?

    1509’daki ‘‘Küçük Kıyamet’’ depremini ve 1557’deki sarsıntıları atlatan camiyi Evliya Çelebi ise 1680’lerde geziyor ve ‘‘kademeli taş nerdübanları’’ aşıp girdiği camiye, somaki direklerine, mihrab ve minberine, II. Beyazıt devrinde ilâve edilen Hünkar Mahfili’ne, avlusundaki minarelerle yarışarak başlarını göğe uzatan ‘‘yeşil meleğe’’ benzeyen selvilere hayran kalıyor. Hele ki, yeşil somaki üzre beyaz mermer-i ham ile Yakuut-u Mustasimî tarzı hat ile dış avludaki altı pencerenin alınlığına yazılan Sûre-i Fatiha’ya mestoluyor.

    Ne yazık ki, devran dönüyor ve Sultan Selim, Şehzade, Nur-i Osmanî Camii’lerinin kubbesine dokunmayan 1766 hareket-i arzının görünmeyen gürzü, Sinan-ı Atik kubbesinin tepesine iniyor. Tahtta III. Mustafa oturmaktadır. Lâleli ve Ayazma Camii’lerini rokoko üslubunun şatafatına teslim eden padişah, Mimar Mehmed Tahir Ağa’ya Edirne Üç Şerefeli’den başlayan bir ana kubbe, dört yarım kubbe ile İstanbul Şehzadebaşı, Sultan Ahmet Camii’lerinin zincirini, ‘‘cedlerinin en muteberi olan’’ Fatih Camii’ne kadar uzattırıyor.

    Bense, sıcak bir yaz günü, cenazelerin çıktığı Çorba Kapısı’ndan dış avluya giriyorum. Sağda hazire. Hava çok sıcak fakat duruyorum. Avuçlarımı Rabbimin rahmet ve bereketine açıyor, mezar taşlarını heceleye heceleye okurken kendimi XIX. yüzyıldaki bir Osmanlı protokol törenine dışarıdan gizlice sızmış bir cahil gibi hissedip, utanıyorum. Gazi Ahmed Muhtar Paşa’nın mermer türbesi, Maarif Nazırı Emrullah Efendi, Hattat Yesarizade Mehmed İzzet Efendi, Fatih Medresesi’nde dedem Ali Haydar Menteşoğlu’nu okutan, 100 yıl sonra da bana tarihimi öğreten Ahmed Cevdet Paşa, Mutasavvıf ve Fatih türbedarı Amiş Efendi, Şehbenderzade Ahmed Hilmi Bey, Ahmed Mithat Efendi, Vezir Dinozade Abidin Paşa… Hakk’ın huzurunda yanyana dizilmişler, bizim duamızı, Rabbimizin rızasını sabır ve metanetle bekliyorlar.

    Evet, burası Fatih’in, II. Beyazıd’ın, Yavuz’un, Kanunî’nin musalla taşından ahirete uğurlandıkları taç kapı. Burası parmaklıklı bir pencere ile dünyadan ayrılan hazirede yatan 370 büyüğümüzün bizimle irtibat kurdukları sihirli eşik. Burası, ‘‘arkasından güneş doğmayan büyük kapı’’. Burası taş merdivenlerini çıkıp, deri perdesinin ucunu aralayıp, cehennem sıcağından cennet ferahına koşanların, daha yaşarken cennet kokusunu duydukları taç kapı.

    Bir Cuma, salâlar okunduktan sonra, ilk tekbirini alan İmam Efendi’nin arkasında omuz omuza saf olup, Rabbimin huzurunda rüku ve secdeye varmak için, sizinle İstanbul’un Kâbe’sinde buluşalım mı?