Sanatın Ne’liğine ve Vazgeçilmezliğine Dair

Burak Yedek

  • Sabah Ülkesi - Cover
  • İnsanın bir ‘‘şeyler’’ üretme serüveni hesaba gelmez bir süredir, belki de binlerce yıldır devam etmektedir. İnsan kadim zamanlardan bu yana, belki de var olduğu ya da varlığını idrak ettiği ilk günden beri inşa etmiş, yazmış, çizmiş ya da söylemiş, kısaca farklı şekillerde sürekli üretimde bulunmuştur. Başka bir deyişle varoluşunu hep sanat ile birlikte devam ettirmiştir. Resimler, heykeller, mimari yapılar, şiirler, şarkılar… İnsan sadece ihtiyaçlarını gidermek ve fayda elde etmek için değil, hatta daha ziyade haz almak ve hissettiklerini ifade etmek adına pek çok eser ortaya koymuş, üretmiştir. Peki sanat nedir? Nasıl ortaya çıkmıştır? İşlevi nedir ya da bir işlevi var mıdır? Ve daha önemlisi insan için vazgeçilmez olmasının sebepleri nelerdir?

    Bilindiği gibi Lascaux’da (Fransa) yer alan mağara bilinen ilk resimleri barındırmaktadır. Bu mağaradaki resimlere bakan hemen herkes, resimlerin işlevselliğini sorgulamadan önce gözünün önüne o yıllarda (M.Ö. 10.000) yaşayan insanları getirmeye çalışır, nasıl yaşadıklarını hayal eder. Hatta resimlere bakıp hayret bile edebilir. Fakat söz konusu mağarayı bilen hemen herkes aynı zamanda bu resimlerin ciddi bir sanat değeri taşımadığını düşünür. Zira bu mağara resimlerinin tarihi ve bilimsel değeri sanat değerinden çok daha önemlidir. Yine de bu resimler, insanlık tarihinde bilinen ilk ifade biçimi, dolayısıyla sanata dair yaptığımız araştırmanın da başlangıç noktasıdır.

    Bilinen ilk resmin neden yapıldığı hakkındaki tahminler ilkel sanatın menşei ile aynıdır: Büyü! (Ya da bir diğer adı ile sihir.) Çocuklar hayal güçlerini kullanarak, sihir ile istediklerini yapabildikleri oyunlar oynar. Sihir hayal gücü ve sezgiyle ilgilidir ve mağarada çizilen hayvanlara büyü yoluyla sahip olmanın o devir için en sık amaçlanan olgu olduğu tahmin edilmektedir. Bir anlamda insan ilk andan itibaren mütehayyilesini kullanarak resmetmiş, istek ve arzularını resmederek ifade emeye çalışmıştır. Peki, çizen değil de o resimleri temaşa edenler ne düşünmüş ve hissetmiştir? Sorunun kesin bir yanıtı olmasa da, resmin (dolayısıyla, ilkel de olsa sanatın) insanı her zaman için etkileyen, hatta büyüleyen bir yanı olduğu söylenebilir. Bir tablonun ya da bir hat levhasının önünde, bir konserde ya da muazzam bir mimari yapının önünde kendinizi büyülenmiş hissettiğiniz olmadı mı hiç?

    Varlık kendini dilde ifşa eder, o yüzden kelimenin etimolojik köküne bakmalı, oradan devam etmeli: Sanat kelimesi, Arapça san kökünden gelir. İmal edilmiş, yapılmış anlamındadır. Çoğu Avrupa dilinde ise Latince bir kökten türer, Art’tan. Art ise, yapmak, yapa-bilmek, uygun olmak, birleşmek anlamına gelen, ars veya artes kökünden gelmektedir. Kelimelerin etimolojisinden de anlaşıldığı üzere sanat, yapılan ve üretilen bir şeydir. Ve buraya kadar etimolojik köken anlaşılır. Fakat Almanca’da kelime anlamı itibariyle biraz daha değişir. Kunst, eski Almanca’da kunnen’den gelmektedir (bugün kullanılan şekli ile können’den). Yani yapa-bilmekten! Ancak 16. yy’dan itibaren felsefe ve bilim ile eş anlamlı kullanıldığı da olmuştur. Düşünceye böylesine önem veren bir kültürde, sanatın da bilmek ile neredeyse eşdeğer olduğunu görmek ilgi çekicidir. Bilmek aklı ilgilendirir. Dolayısıyla kunnen’in teknik bir bilgiye işaret ettiği ve böylece kunst ile üretimi bilmenin ifade edildiği tahmin edilebilir.

    Bu noktada, sanatı anlamak adına, bilmek (bilim) ile sanat arasındaki ilişkiyi tarihsel süreçte düşünmek ve değerlendirmek önem arzeder. Bu düşünme çabasında bize yardımcı olacak, tarihi açıdan en önemli örnek antik dönemdeki Artes Liberales’dir. Buna göre, yedi adet olan “sanatlar” gramer, mantık, retorik, aritmetik, geometri, müzik ve astronomi ilimlerinden oluşmaktaydı. Ve sanat ile ilim birlikte anılıyordu. Günümüzde sanatı, ilim ile birlikte düşüncenin konusu yapmamızın gerekliliği (belki de) bundan kaynaklanmaktadır.

    Bütün bu etimolojik ‘‘ifşa’’ya rağmen, “Sanat nedir?” sorusunu bir çırpıda cevaplamak oldukça zor, hatta neredeyse imkansızdır. Çünkü sanatın alanı ve büründüğü şekiller tarih boyunca değişmiştir. Binanaleyh, “Sanat yoktur, sanatçı vardır.” der ünlü sanat tarihçisi Gombrich. Bu şekilde sanatın varoluşunu, aldığı şekilleri bizzat sanatçıya dayandırır. Sanatçı, sanatı ortaya çıkarandır. Peki sanatçı ortaya çıkardığı şeyi, eserlerini nasıl üretir? Sanatçının ortaya koyduğu sanatın özü nedir? Bu sorulara her sanatçının farklı bir cevap vermesi mümkün, hatta çok olasıdır. Fakat kaba bir genelleme ile, sanatçının hayal gücünü (tahayyülünü) kullanarak, dolaylı yoldan hislerini ve duygularını bir eserle ortaya koyduğu söylenebilir. Sanatçının ürettiği eserler ise ancak yorumlanmaya ve çözümlenmeye müsait şekillerde olduğu zaman ve olduğu sürece bir değer taşıyacaktır. Ve sanatin değeri işte ancak bu durumda ortaya çıkacaktır.

    Peki sanatçı neyi kullanarak, hangi araçlarla ifade eder ya da etmek ister? Sanatçı ifade için her şeyden önce duyularını kullanır kuşkusuz. Kelimeleri, boyayı, taşları, sesleri, enstrümanları ve daha birçok eşyayı da kendine araç kılar. Bu sebeple eserini görmek, duymak ve okumak gerekir. O yüzden sanat, estetikle birlikte anılır. Zira Yunanca aisthetikos, duyularla ilgili olan demektir. Ve duyulara hitap ettiği için güzellik kavramı her daim sanatın yanında yer almıştır. Ayrıca güzellik hazla/zevkle ilgili olduğu için, sanatın da hazla/zevkle yakın bir ilişkisi olduğu söylenebilir.

    İlk sanat eserlerini göz önünde bulundurarak ilk sanatçıların da büyücü olarak görüldüklerini/yorumlandıklarını ifade ettik. Büyü ise rüya ve hayal gibi mütehayyillenin bir eseri idi. Hatta genişleterek, biraz da abartarak söyleyebiliriz ki büyü, tahayyüle inancın büyüklüğü idi! Sanat tam da bu nedenle etkileyici, çarpıcı ve yoğundur. Alegori ve temsil yoluyla, gördüklerini ve hissettiklerini başkalarına aktarmakla kalmayıp, aktarılanların hayal güçlerini harekete geçirir sanatçı. Çünkü onun tahayyülü tefekküründen önde gider. Eylemi sezgiseldir. Anlatacağını dolaylı yoldan anlatır, ifade eder. Doğrudan göstermez, hissettirir. Bir cümleyle değil, yüzlerce renkle, binlerce kelimeyle anlatır, anlatmaya çalıştıklarını. Bazen ise tek bir fırça darbesi yeter, her şeyi ifadeye! Eseri de kendi zihni ve gönlü gibi katman katmandır. Bu yüzden derine indikçe farklı madenler bulabiliriz gerçek sanatçıların eserinde. Bazıları hüzünle, bazıları da trajediyle ifade eder kendini. Sadece yıllarını veya ömürlerini sanatlarına vermeleri yetmez, sanatları dışında başka bir şey yapamayacak kadar tutku sahibidirler onlar. Bu yüzden, insan olduğunu belki de en çok sanatçı hisseder ve hissettirir.

    Bizler sanat eseri karşısında bakakalır, bir ‘‘mermer parçası’’nın canlı olduğunu zanneder, bir tablodaki rengin solgunluğunu bir günbatımı gibi algılayabilir ve bir konserde gözyaşı dökebiliriz. Bunlar bir şeylerin bizi etkilediğinin, duygularımızı harekete geçirdiğinin işaretleridir. Duyularımızla algılar ve onlarla tepki veririz. Bu etki bizi bir noktada düşündürmeye ve sanat eserini yorumlamaya yöneltir.

    Sanatın olmadığı bir dünya hayal etmek mümkün değildir. Çünkü (varoluşsal) ızdırabın hafiflemesini ve dünya dertlerinin biraz olsun katlanılabilir olmasını sağlar sanat. Bir yönüyle din gibidir. Ayrıca işlevi salt zevk, lezzet ya da terapi değildir. Örneğin yüzyıllardır Hristiyanlığın hikayesi kiliselerde yer alan fresklerle, müzeleri dolduran tablolarla resmedilmiş; Hz İsa’nın tutkusu oratoryolarla, kantatlarla anlatılmıştır. Bir tarihçi, Avrupa’nın 16. yy’ını inceliyorsa şayet, o dönemin sanatını, sanat anlayışını biraz olsun gözardı ederse, araştırma alanına ait yorumu ve araştırması eksik kalacaktır. Çünkü sanat, dönemi için belge niteliği taşıdığı kadar felsefe, tarih, siyaset, psikoloji gibi birçok ilimle de sıkı bir ilişki içindedir. Düşüncenin görünmeyen kahramanıdır o.

    Deha ve erdem gibidir sanat; doğrudan öğretilmesi mümkün değildir. Belirli bir kavrama biçiminin gelişmesi gerekmektedir. Bu toprakların çocukları olarak bizler bu kavrama biçimini doğu-batı, modern-geleneksel gibi çatışmalar ikliminde gerçekleştirmeye çalıştık çok uzun süre. Başarılı olduk mu? Sanmıyorum! Ya geleneksel ya da modern gibi keskin bir ayrım, son yüzyılda sanat anlamında köklü ve esaslı bir eser ortaya çıkmasını sağlayamadı. Geleneksel düşünce ve sanatımızın özünden beslenip ilham almak varken biz sadece taklid ile yetindik. Gelenek ‘‘göstermeden göstermenin’’ eşsiz örnekleriyle doluyken, edebiyatımız bu denli zengin; hat sanatımız yazıyı estetize edip bir anlam sistemi kurmuşken; musikimiz birçok derdi bize duyururken, bu sanatsal unsurları kullanarak eser üreten olmadı. Yüksek sanat adına medeniyet anlayışımıza ruh katan sanatçılar çıkmadı…

    Belki de bu ‘‘kısırlığın’’ sebebini düşünmek, çelişkilerden kuvvet alıp, önyargısız bir yaklaşımla sanatı düşüncenin konusu haline getirmek, sanatı kavrama biçimimizi geliştirecektir. Ve bu kavrama biçimi ‘‘kemal’’e ermenin bir yolu ve varlıkla kurulacak bir rabıta olacaktır.

    Hatırlanmalıdır ki, gelenekte sanatçı derviş gibidir. İnlemesi, ızdırap çekmesinin neticesi olarak sanat ortaya çıkar. Sanata önem vermek, sanatı anlamaya çalışmak, sanatçıyı himaye etmek arzuladığımız dünya algısını bize sunmakla kalmayacak, aynı zamanda insan olduğumuzu bize her daim hatırlatacaktır. Nitekim sanat insanı anlatmaya, düşünce ise insanı anlamaya yönelmiştir. Günümüzde en çok ihtiyacımız olan ise insanı derinlemesine anlayan ve anlatan ustalardır: İnatla, sabırla ve sebatla. Sanatın bizim için önemi işbu anlamanın kapsadığı ve nüfuz ettiği alanı genişletmektedir. Unutmamalıyız ki, insanı anlamaktan vazgeçmek, insanlıktan vazgeçmek demektir.