SOSYAL BİLİMLERE İMKÂN VEREN BİR DEHA: GİAMBATTİSTA VİCO

  • Sabah Ülkesi - Cover
  • Beytullah Çakır

    “İnsan toplumları kesinkes insanlarca yaratılmıştır ve bu nedenle onun ilkeleri bizim insan aklımızın değişik yönleri içinde aranmalıdır. Bu konuda kafa yoran herkes, filozofların bütün enerjilerini Tanrı tarafından yaratıldığı için en iyi şekilde yalnız O’nun bileceği doğa âleminin incelenmesine yöneltmiş olmalarına ve insanlar tarafından yaratıldığı için ancak onların bileceği toplumsal âlemi yahut uluslar âlemini incelemeyi ihmal etmiş olmalarına şaşırmaktan kendini alıkoyamaz.”

    Yukarıdaki sözler, 18’inci yüzyılın ilk yarısında kaleme alınmış bir eserde yer alıyor. Bahsi geçen kitap genel olarak Yeni Bilim adıyla bilinse de tam adı şu şekilde: Ulusların Genel Doğaları Üzerine Yeni Bir Bilimin İlkeleri. Eserin telifi ise 17’nci yüzyılın son çeyreğinde İtalya’nın Napoli şehrinde yoksul bir kitap satıcısının oğlu olarak dünyaya gelen ve beşerî bilimler alanında yaptığı çalışmalarla Yeni Çağ Avrupa düşüncesine alternatif bir anlatı sunmayı başaran bir dehaya, Giambattista Vico’ya ait. Burada yapmış olduğumuz deha vurgusu, ilk bakışta abartılı bulunabilir. Fakat çağının hâkim bilim anlayışına aykırı şekilde oluşturduğu fikirlerindeki özgünlüğünü, tutarlılığını, beşerî bilimlere dair münhasır bir metot ortaya koyma çabalarını ve Batı dünyasında kimi düşünürler tarafından “tarih felsefesinin kurucu babası” olarak adlandırıldığını düşündüğümüzde aslında bu vurgunun pek de abartılı olmadığını görebiliriz. Vico’nun bahsi geçen özgünlüğünü, dehasını ve mezkûr eserinin düşünce tarihindeki önemini anlamak için öncelikle yaşadığı dönemdeki hâkim olan düşünce ikliminin temel dinamiklerine göz atmakta fayda var.

    Akıl ve Bilim Kıskacındaki İnsan

    18’inci yüzyıl Avrupa’sında hâkim olan felsefi ve bilimsel anlayış esasen; 17’inci yüzyılda Descartes’ın salt rasyonalizme dayandırdığı ve katı bir ruh-beden ikiliği üzerine inşa ettiği kartezyen felsefesinden ve Francis Bacon’un bilimsel deneyciliğinden ibaretti.  Radikal bir rasyonalizm savunuculuğunun yapıldığı bu dönemde insanın değişmez bir doğaya sahip olduğu iddia ediliyor ve insan; sabit, statik ve matematiksel kalıplar arasına sıkıştırılarak tanımlanıyordu. İnsanı oldukça indirgemeci bir şekilde ele alan bu anlayış üzerinden şekillendirilen yeni dünya görüşünün temel hedefini ise doğayı akıl aracılığıyla açıklama, yenme ve ona hükmetme arzusu oluşturuyordu. Sir Isaac Newton’un 1687 yılında yayımladığı Doğa Felsefesinin Matematiksel İlkeleri adlı sansasyonel eseriyle bilimsel devrimin pik yapması sonrasında zaten bilim ve felsefe başta olmak üzere bütün alanlarda yegâne otorite olarak ilan edilmiş olan aklın belirleyici konumu iyice katmerleniyor; duygu, inanç, muhayyile gibi insana dair diğer önemli hasletler bir şekilde rafa kaldırılıyordu. Geçer akçe olanın sadece akıl ve bilim olduğu, modern felsefenin ete kemiğe bürünmeye başladığı bu dönemde bütün disiplinlerde makbul olan yöntem ise doğa bilimlerinin araştırılmasında kullanılan yöntem olmuştu hâliyle. Örneğin aynı dönemde bir siyaset felsefesi kuramcısı olan Thomas Hobbes dahi, yaşadığı devrin siyasal-toplumsal sorunlarına doğa bilimlerinin metodolojisini uygulayarak bir çözüm üretmeye çalışıyordu.

    Bilimsel ve rasyonel olanın her şeyi belirlediği bu anlayış, 18’inci yüzyıl Aydınlanma felsefesi ile hâkimiyetini katlayarak sürdürmeye devam etti. 19’uncu yüzyıla geldiğimizde ise akılcılığın bu sert hegemonyası, kısmen de olsa sarsılmaya başlamıştı. Sarsıntının sebebi ise, 19’uncu yüzyılda şekillenmeye başlanan iki düşünce ekolüyle alakalıydı: Romantikler ve idealistler. Romantikler; aydınlanmanın kuru akılcılığının ve bilimciliğinin karşısına muhayyileyi, iradeyi, duyguyu, sanatsal yaratıcılığı koymuşlardı. İdealistler ise romantiklere göre daha mutedil tepkiler geliştirerek akla, doğaya, tabiata ve tarihe daha idealist bir zeminde bakılması gerektiğini savunuyorlardı. Aydınlanmaya karşı gelişen bu akımlarının işaret fişeğini ateşleyen isimlerden bir tanesi, belki de en önemlisi, 1688-1744 yılları arasında yaşamış olan ve merhum Ahmet Cevizci’nin J.J. Rousseau ile birlikte romantiklerin kurucu isimlerinden biri olarak nitelediği Giambattista Vico’dan başkası değildi.

    İnsan Sadece Kendi Yarattıklarını Kesin Olarak Bilir

    Fikirlerinin kıymeti, ölümünden yaklaşık 50 yıl sonra fark edilebilen ve sosyal bilimler üzerindeki etkisi günümüzde dahi devam eden bir isim Vico. 20’nci yüzyılın önemli İtalyan düşünürlerinden Benedetto Croce, Vico’nun yaşadığı dönemde tanınmamış olmasını “çağına uymaz fikirlere sahip” olmasıyla açıklıyor. Croce’un haksız olduğunu söylememiz zor gözüküyor. Zira Napoli Üniversitesi’nde retorik dersleri veren bir akademisyenken kaleme aldığı ve ilk baskısını 1725 yılında yaptığı Yeni Bilim adlı kitabının, devrin hâkim bilimsel anlayışının tam tersi istikamette fikirlerle dolu olduğunu biliyoruz. Aslında oldukça çetrefilli ve karmaşık bir eser olan Yeni Bilim’in ana fikri ise çok açık: “İnsan sadece kendi yarattıkları hakkında açık ve kesin bir bilgi sahibi olabilir.” Vico’ya ait olan bu cümle, onun bilgi felsefesinin hangi saiklere dayandığını anlatıyor bize. Vico’nun burada “kesinlik ve bilgi” üzerine yaptığı vurgu, her ne kadar farklı yollardan yürümeyi tercih etse de çağdaşlarınınkine benzer bir arayış içerisinde olduğunu gösteriyor aslında. Zira yukarıda kısaca özetini vermeye çalıştığımız 17’nci yüzyıl düşünürlerinin de sıklıkla üzerinde durduğu kavramlardı bunlar. Örneğin 17’nci yüzyıl felsefesinin en önemli temsilcilerinden biri olan Descartes, düşünce yoluyla, yani sadece cogito’dan yola çıkarak, bilginin kesinliğine ulaştığını iddia ediyordu. Ona göre hakikat, zihinde beliren açık seçik bir tasarımdan ibaretti. Vico ise Kartezyen bilgi felsefesinde hâkim olan bu yaklaşımın oldukça hatalı olduğunu düşünüyordu. Zira zihnimizde yarattığımız bu açık seçik tasarımlar fazlasıyla psikolojik ve öznellerdi ona göre. Böyle olmalarından ötürü de hakikatin ancak sübjektif bir bilgisini sunabilirlerdi. Kartezyencilerin kesinlik anlayışına sert bir şekilde karşı çıkan Vico, kesin bilgiye ancak insanın tarihsel süreçte gerçekleştirdiği eylem ve faaliyetlerinin incelenmesi sonucunda ulaşılabileceğini savunarak hem kitabına neden “Yeni” Bilim adını verdiğini hem de eserinin temel amacının ne olduğunu açıklamış oluyordu aslında. Kartezyencilerin doğada olan her şeyi matematiksel bir kesinlikle açıklama temayülüne karşı Vico, düşüncesinin merkezine insani eylemleri koyuyor ve anlama/yorumlama usulünü merkeze almış yepyeni bir bilimin kapısını aralıyordu.

    Vico’nun şekillendirmeye çalıştığı bu yeni bilim; içerisinde dil, din, gelenek, hukuk, mitoloji, sanat ve felsefenin de olduğu, merkezinde ise tarih ve kültürün bulunduğu bir disiplindi. Çağının doğa bilimleri metodolojisinin karşısına tarih ve toplum bilimlerine dair bir metodoloji koymaya çalışan Vico, tabiata yönelerek kesin bilgiyi elde edebileceklerini düşünen çağdaşlarının aksine bu bilginin kısmi bir bilgi olacağını düşünüyordu. Vico’ya göre tabiat, Tanrı tarafından yaratıldığı için onun kesin bilgisine sadece Tanrı vâkıf olabilirdi. Kültürün ve tarihin yaratıcısı ise insandı. Doğası gereği sınırlı bir varlık olan insanın iş bu yaratma edimi, Tanrı’nın insana verdiği inayet sayesinde mümkün oluyordu. Yani insanın, tarihsel ve kültürel sahada oluşturduğu her şey, Tanrı’nın ona sağladığı bir lütuf sayesinde mümkün oluyordu. Bu yüzden insanoğlu kesin bilgiye ancak tarihe yönelerek ulaşabilirdi. Zira Vico’ya göre bir şeyi kesin olarak anlayabilmenin yolu, o şeyi doğru olarak bilmekten ziyade o şeyin bilen özne tarafından yapılmış olmasından geçiyordu.  Görüldüğü üzere Vico, çağının egemen tezlerini ters yüz eden bir düşünce evreniyle çağdaşlarının karşısına çıkıyordu.

    Vico’nun bilgi felsefesinin hangi temel dinamiklerinin ne olduğuna ve nasıl bir metodoloji inşa etmeye çalıştığına genel hatlarıyla göz attık. Günümüz bilim felsefesi içinde hâlâ devam eden sosyal bilimler ve doğa bilimleri arasındaki tartışmayı ilk olarak haber veren isimlerden biri olan Vico’nun tarihe bakışının haleflerinden ve çağdaşlarından hangi noktalarda ayrıldığına, kendisinden sonra gelen düşünürler üzerinde nasıl bir etkisi olduğuna bakalım şimdi de.

    Tarihin Sonsuz Tekerrürü

    Prof. Dr. Ayhan Bıçak Tarih Felsefesinin Oluşumu adlı kitabında, Vico’nun kendisine kadar olan tarih düşüncesini eleştirel bir tarzda inceleyerek tarihe âdeta yeni bir anlayış getirdiğini söylüyor. Vico’nun tarihe, haleflerinden ve çağdaşlarından oldukça farklı bir gözle baktığı, tarihi kendine has bir perspektifle değerlendirmeye tabi tuttuğu muhakkak. Her ne kadar tarihe, kültüre ve topluma dair düşüncelerinin ilk örneklerini-belki daha da fazlasını- İbn Haldûn’un Mukaddime adlı dev eserinde görsek de, Vico’nun Batı dünyasında ortaya çıkmış ilk ve en özgün sosyal bilim kuramcısı olduğunu söyleyebiliriz.

    Çağdaşlarının doğrusal, ilerlemeci, açıklayıcı tarih anlayışının aksine Vico, tarihin döngüsel bir şekilde seyrettiğini düşünüyor ve tarihe anlayıcı, yorumlayıcı bir gözle yaklaşılması gerektiğini savunuyordu. Modernistlerin insanı sadece rasyonellikle tanımladığı indirgemeci yaklaşımlarına itiraz eden Vico, tarihsel süreçlerin hangi merhalelerden geçtiğini anlamak için insan ruhunu irade, duygu ve düşünce bütünselliğinde incelemek gerektiğini düşünüyordu. Vico’nun bu yaklaşımının oldukça önemli olduğunu belirtmemiz gerekiyor. Zira bu sayede hem insanın çoklu değişkenlere bağlı olarak ele alınmasının önünü açıyor hem de felsefe ve filolojinin yanı sıra kendi döneminde pek önemsenmeyen hatta hor görülen mitoloji, gelenek, din gibi sahaları işin içine yeniden katarak yeni bir sosyal bilimler disiplinin oluşmasına ön ayak oluyordu.

    Kendi tarih anlayışına dair ısrarla üzerinde durduğu iki temel noktası vardı Vico’nun. Bütün toplumlar aynı çağlardan ve aşamalardan süreklilik/sonsuzluk arz edecek bir şekilde geçiyordu ona göre. Vurguladığı ikinci önemli nokta ise tarihin gelişme/çökme yahut büyüme/çürüme döngüsüyle sonuçlanan, birbiriyle bağlantılı çağlarla aşamalı bir şekilde ilerlemesiydi. Vico, aşamalı bir şekilde deveran ettiğini düşündüğü çağların tasnifini ise şu şekilde yapmıştı:

    a) İlahî, efsanevi olanın egemenliğinde şekillenen ve yönetim biçiminin teokrasi olduğu tanrısal çağ.

    b) Toplumun soylular-halk şeklinde bölünmeye başladığı ve yönetim biçiminin aristokrasi yahut monarşi olduğu kahramanlar çağı.

    c) İnsanların eşit haklara sahip olduğunun savunulduğu, bireyciliğin-bireyselliğin egemenliğini tesis ettiği ve yönetim biçiminin demokrasi olduğu insan çağı.

    Toplumların tarih içerisinde bu üç devri sürekli olarak yaşadığını söyleyen Vico, mezkûr durumu “ideal sonsuz tarih” olarak kavramlaştırmıştı. Bu noktada oldukça organizmacı ve determinist bir yaklaşım sergilemesi hasebiyle çağdaşlarına yaklaşan Vico, söz konusu devirlerin hiçbirinin diğerinden üstün olmadığını ve her devrin kendi şartları içinde değerlendirilmesi gerektiğini savunarak kendini yine farklı bir konuma yerleştirmeyi başarıyordu. Vico, her devrin kendi şartları içinde yorumlanması gerektiğini söyleyerek hem bugün bizim “tarih bilinci” olarak tanımladığımız şeyi hem de günümüz tarih metodolojisinin nirengi noktalarından birini teşkil eden anakronizmi ilk kez haber vermiş oluyordu.

    Descartes’ın tümdengelimciliğinin yerine Bacon’un tümevarımcı usulünü yeni bilime uygulayan Vico, tikellerden yola çıkarak tarihe ve kültüre dair evrensel ilkelerin bulunabileceğini düşünüyordu. Vico’ya göre bu ilkelere en kesin şekilde ulaşabilmenin yolu ise çok basitti: Filoloji ve felsefeyi bir arada kullanmak. Birinci ve ikinci tarihsel devirlerde yaşayan toplumlarda sıkça göze çarpan efsaneler ve mitsel anlatımların gerçek anlamlarına inmek için söz konusu devirlerin dilini anlamak gerekiyordu evvela. Bunun için de başvurulması gereken disiplin filolojiydi Vico’ya göre. İncelenen toplumun, incelenen dönemde kullandığı sembolleri, dil evrenini doğru bir şekilde anlamak için başvuracağımız disiplin olan filoloji bize “olan”ın yani “parça”nın açık seçik bilgisini sunacakken; felsefe ise filoloji sayesinde edindiğimiz bilgiler yoluyla “olması gereken”in yani bütünün bilgisini bulmamıza imkân verecekti.

    Ölümünden Çok Sonra Anlaşılan Bir Düşünür

    Tarihe çağdaşları gibi pragmatik sebeplerle yaklaşmayan ve doğa bilimleri metodolojisinin karşısına yeni bir tarih ve toplum metodolojisinin koyulabileceğini gösteren Vico, fikirleriyle Yeni Çağ tarih felsefesinin ilk taslağını ortaya atmayı başarmıştı. Ernst Cassier onu, tarih kavramını yetkinliğe kavuşturan ilk düşünür olarak tanımlamıştı. Vico, çalışmalarında merkeze her ne kadar tarihi oturtmuşsa da aslında onun sosyal bilimlerin hemen her alanına dair bir şeyler söylediğini ve sosyal bilimlerde derin izler bıraktığını biliyoruz. Sosyoloji, kültür antropolojisi, hukuk, dilbilim, halkbilim, sosyal psikoloji, fenomenoloji gibi pek çok alanla ilgilenen ve kült eseri Yeni Bilim’de bu disiplinlere de fazlasıyla yer veren Vico, gelecek kuşakların özelde tarih genelde ise sosyal bilimlere farklı bir metodolojiyle yaklaşma imkânının yolunu açmıştır. Düşünceleriyle yaşadığı çağın hâkim düşünsel ruhuna meydan okuyan ve yaşadığı dönemde Napoli’deki küçük bir çevre dışında pek ciddiye alınmayan Vico’nun esas tanınırlığı ölümünden yaklaşık 50 yıl sonra eserinin başka dillere çevrilmesiyle olmuştu. Özellikle Alman idealizmi çerçevesinde şekillenen Alman Tarihselci Okulu üzerinde ciddi etkiler yaratan Vico; Herder’den Hegel’e, Dilthey’den Sorel’e, Comte’dan Pareto’ya pek çok düşünürün dikkatini çekmeyi başarmıştı. Marks, Troçki, Sorokin gibi isimler de kendi eserlerinde Vico’yu kritik etmeyi ihmal etmemişlerdi.

    Günümüzde eserleri pek çok dile çevrilen ve ünü bütün dünyaya yayılan bir isim Vico. ABD’nin Atlanta eyaletinde bulunan Emory Üniversitesi’nde sadece Vico üzerine araştırmalar yapan bir enstitü hâlen faaliyetlerini sürdürüyor.