EMİR HÜSREV-İ DIHLEVÎ’DEN JEFF BUCKLEY’YE BİR RÜZGÂR: KAVVALİ MÜZİĞİ

  • Sabah Ülkesi - Cover
  • Müzik ve şiir İslam tarihinde özellikle mutasavvıf çevrelerde her zaman ilgi çekmiş sanat dallarıdır. “Allah güzeldir güzeli sever”1 hadisinin fehvasınca güzelliği ve estetiği kısacası bediiyatı hayatlarında var eden Müslümanlar bu sanatlara her zaman ilgi gösterdiler. Zaman zaman bu sanatlara ilişkin itirazlar da vaki oldu. Bu itirazlara karşı İbn Hazm ve İmam Gazzâlî gibi ciddi âlimler ilmî açıklamalar getirirken, muterizlerin bu sanatlarla meşgul olan zümreleri mesleklerinden alıkoyamadıkları açıktır.

    İlk dönem sufileri için müzik ve edebiyat çoğu zaman ani his patlamalarını ve “vecd” olarak ifade edilen “hakikatle buluşma sarhoşluğu”nu tetikleyen bir unsurdu. Bu dönemde henüz dinî bir müzik ve şiir külliyatı oluşmamıştı. Hassan b. Sâbit’in, Peygamber Efendimiz’in tebrik ve tahsini ile açtığı yolda ilerleyen ashaptan, tabiinden ve sonraki kuşaklardan şairlerin yazdığı şiirler henüz bir “Dinî Edebiyat”tan bahsedecek kadar geniş değildi. Dolayısıyla ilk dönem sufileri meclislerinde çoğu zaman klasik Arap Edebiyatı’nın hasreti, sevdayı, muhabbeti anlatan eserleri işitiliyordu. Hatta öyle ki 13. asrın başında Kasîde-i Bürde’yi kaleme alan İmam Bûsûrî dahi eserinin başına “Banetussuad” adlı, Suad ismindeki sevgilinin hasretini anlatan bir şiir serdetmişti. İlk dönem sufileri sokaktan geçerken bir aşığın mırıldandığı sözlerden, bir çocuğun okuduğu tekerlemeden, bazen bir türküden müteessir oluyor, bazıları kendilerinden geçip sema etmeye başlıyordu. Çünkü ; “Güzel nağmelerden kalplerin zevk alması, ona iştiyak duymaları, insanın müziğin etkisiyle huzur bulması inkârı mümkün olmayan bir husustur. Temyiz sahibi olmayan kundaktaki bir bebek bile müziğin etkisiyle susar ve adeta onda bir tür huzur bulur.” 2

    Sufilerin bu aşkın neşesi uzun yıllar kendini böyle vasıtalarla ifade edegeldi. Bu vecd hâlleri bazı zamanlar taklit konusu oldu, bazı kimseler zahitlerin hâllerini taklit ederek kendilerini muteber göstermek yoluna gittiler. Literatürdeki “Zahit/Sufi” ayrımı böylesi mukallitlerle hakiki sufileri tefrik etmek için ortaya konmuştur. Ebu Osman Magribî Hz. “Bir kimse semâ’ iddiasında bulunur da kuşların ötmesinden, kapının gıcırtısından ve rüzgarın hışırtısından semâ’a gelip aşkı, şevki, vecdi artmaz ve bir şey anlamazsa bilin ki, o kuru bir iddia sahibi bir zahittir” diyerek bu ayrıma işaret eder.

    a) Kavvali Müziği’nin Kaynağı: Tarik-i Çeştiyye
    Hz. Abdulkadir Geylânî ve çağdaşı olan sufiler, İslam tarihinde ciddi bir yer teşkil ettiler. Bu dönemde İslam Coğrafyası bir ateş denizi gibi kaynıyor, devletler yıkılıp yenileri kuruluyordu. On ikinci asrın sonu ve on üçüncü asrın başlangıcında sufiler insanları bir araya toplayan, muhabbet ve tevhid mesajını yayan zatlar olarak rol oynadılar. Bunların en mühimlerinden biri de Hindistan’ın İslamlaşmasında büyük payı olan Muinuddin Çeşti’dir.3

    Hace Muinuddin, “Garip Navaz”(Gariplerin hamisi) olarak biliniyordu, onun yolu, Kutbeddin Bahtiyar Kaki ve Baba Feridüddin Mesud (Genc-i Şeker) ile devam etti. Çeştiyye ilk dönemde gerek Gur Türklerinin gerekse Şemseddin İltutmuş’un kurduğu Delhi Sultanlığının yoğun ilgisi ile karşılaştı. Bununla birlikte çeşti şeyhleri siyasetten uzak durdu; bu sayede tarikat çok geçmeden taşrada ve şehirde geniş bir yayılım gösterdi. Sultanların bir bir tahta geçip hâlledildiği bir coğrafyada Hz. Muinuddin “Sultan’ul’Hind” olmuş, Hindistan’ın manevi sultanı olarak maddi iktidarların üzerinde yer almıştı. Bu silsileden Nizameddin Evliya’nın 700 halifesi Hindistan kıtasının her köşesine tevhid mesajını ulaştırdı. Nizameddin Evliya’nın en dikkat çekici dervişi şüphesiz Emir Hüsrev-i Dehlevî olmuştu.

    Çeştiyye’de kabir ziyaretleri ve özellikle geçmiş evliyaların âlem-i cemale göçtükleri tarihte yapılan “urs” merasimleri önemli bir yer teşkil etmektedir. Buralarda toplanan dervişler o günkü neşelerine uygun bir “sema mahfili” tertip ederler. Nizameddin Evliya yine böyle bir zikir meclisinde, Baba Ferid’in türbesinin önünde sema etmekte olan Emir Hüsrev’i durdurarak semasına Allah Resulünün “Ben kimin mevlası isem Ali O’nun mevlasıdır”4 kavlini (hadisini) okuyarak devam etmesini emretti. Emir Hüsrev Baba Farid’in huzurunda bu kavli musiki kalıbına oturtarak ilk kavvâli icra etmiş oluyordu. Daha önce muhtelif kaynaklarda zikre eşlik eden müzik ve bu müziği icra eden kişi için kullanılan kaval/kavvali kelimeleri bu suretle özel bir müzik türünü ifade etmek için kullanılır hâle geldi.

    b) Türk Şair Emir Hüsrev’in İcadı Bir Müzik Türü
    Nizameddin Evliya zamanından itibaren zikir meclislerinde “kavvâl” adı verilen zakirlerin “kavl/kavalli” adındaki müzik formlarında eser okumaları âdet hâline gelmiştir. Bizdeki tabirle Nizameddin Evliya’nın “zakirbaşı”sı olan Emir Hüsrev, Selefleri Baba Ferid ve Pir Muinuddin gibi zamanında sanat konusunda yekta bir şahsiyetti; güçlü bir bestekâr ve yüksek sanatla şiir söyleme kabiliyetine sahip bir şairdi. Halaci Sultanı Firuz Şah’ın sarayında yüksek bürokratik vazifelerde bulunmuştu. Ne var ki Alâeddin Şah döneminde beklediği ilgiyi bulamayarak kendini sanata verdi. Kutbuddin Mübarek Şah, onu sanatından istifade etmek üzere sarayına davet etti. Mübarek Şah’ın Nizameddin Evliya’ya karşı gösterdiği soğuk tutum onu etkilemedi, şeyhini ziyaret ve hizmete devam etti. Gıyaseddin Tuğluk zamanında şeyhinin âlem-i ukbaya rıhleti üzerine Gıyaspur’daki türbesinde inzivaya girdi. Çok geçmeden şeyhi ile buluştu, mürşidinin ayakucuna sırlandı.

    Emir Hüsrev Laçin Türklerindendi5, Hintçe şiir yazmadığı kabul edilmekle birlikte Farsça, Arapça ve Türkçe’ye hâkim bir sanatkârdı. Hint Coğrafyası’nda pek bilinmeyen gazel formunu kullanarak Hint şiirinin başka bir yönde ilerlemesini sağladı. Emir’in yazdığı Leyla ve Mecnun mesnevisi, divan şairleri için temel bir eserdir. Dehlevî, Anadolu’da Divan şiirini de etkilemiştir. Emir Hüsrev’in şiirleri yüksek bir müzikalite ile yazılmıştı. Terennümler de şiirlerin bir parçasıydı. Bu terennüm bölümleri şiirin besteye az geldiği yerleri âşıkane feryatlar ve estetik kalıplarla doldurmak fonksiyonunu yerine getiriyordu. Bunların bazıları Emir Hüsrev tarafından kalıp hâline getirilmişti.

    Kavali müziğinin temelinde klasik Hint müziği yatmaktadır. Hint müziğinin “raga” sistemi ve nota grupları bu müzikte Arap ve Fars müziğinin makamsal yapısı ile imtizac etmiştir. Kavali müziği Hint müziklerinin genelinde olduğu gibi sürekli tekrar edilen sabit bir nakarat üzerine, solistlerin ekseriyetle serbest okudukları beyitlerden oluşur. Ritim bu müziğin merkezî unsurudur. Başlarda yavaş ve tane tane okunan beyitler ritmin hızlanması ile âdeta bir tekerlemeye dönüşür, alkışlar, tablanın sesi, solistlerin terennümleri birbirine karışır. İcranın bu noktasında dinleyenlerin semaya başladıkları müşahede edilir. Standart bir kavvali parçası on beş dakikayı bulmaktadır. Aziz Mian Qawwal’ın 115 dakika, Nusret Fatih Ali Han’ın 60 dakika süren müstesna icraları bir parçanın ne derece uzun sürebileceğini göstermektedir. Bununla birlikte ne derece uzun olursa olsun, kavalinin sürekli değişen ve ilerleyen müzikal yapısı dinleyiciyi yormaz.

    Başlarda spontan gelişen sema meclisleri zamanla belirli takvimlere ve mekânlara bağlanmaya başladı. Sema meclislerine revnak veren “qawwal”lerin duruşları ve icra biçimleri de zamanla belirli standartlara oturdu. Bununla birlikte müziğin, özünü teşkil eden vecd ruhundan pek bir şey kaybettiği söylenemez. El’an dahi Urs meclislerinde sema eden dervişler tam bir istiğrak içinde semaya kalkar, belki yüzlerce kez tekrarlanan nakarat bölümlerinde sazende ve hanendeler cuş u huruşa gelip alkış tutar, bazı dervişler sevinç izharı için kavallerin üzerine para saçar. İlk kavallerin ortaya çıktığı ve ilk “mahfil-i sema”ların tertip olunduğu yüzyılda ilk Mevlevilerin sema meclislerinin de bu şekilde olduğu bilinmektedir. Başta bir Kübrevi Şeyhi olan Hz. Mevlânâ Celâledd “ İkbal bu kardeşler hakkında ;în Rûmî’nin ayini zamanla sistematize olduğu gibi, Necmeddin Kübra ile madden ve manen irtibatı bulunan Muinuddin Çeşti’nin tarikatının ayini de zamanla daha sistemli bir hâle gelmiştir.6 Kavallerin nağmeleri eşliğinde sema eden kişi, görmeye alışkın olduğumuz gibi ellerini yukarı doğru açar, bir farkla, ellerini havada sabit tutmak yerine göğe doğru açıp kapatır ve kollarını sıçrarcasına savurur. Sema eden aşığın zarar görmemesi ve savrulmaması için diğer dervişler etrafında el ele tutuşup halka oluştururlar.

    Kavali Müziğinde salt enstrümantal icralar da mevcuttur. Bu icralarda “Allah yolunda can verenlere ölü demeyiniz, zira onlar diridir ve katımızdan rızıklandırılırlar”7 ayetinin fehvasınca ahirete göçmüş evliya ve sıddıkların himmet ve inayetlerinin celbolunduğuna inanılır. Sözlü icralardaki güfteler Hamd, Naat, Menkıbe, Reng ve Bad-ı Hava şeklinde ayrılır. Hamd, Allah’a şükran hislerini arz eder, Naatlar bizde olduğu gibi Peygamber-i Zişan Efendimiz’in övülmesidir. Menkıbeler ise birkaç gruba ayrılır, Menkıbe-i Ali başlı başına bir külliyattır. Kavvali Sünni dünyada doğmakla birlikte zamanla Urduca konuşan Şii toplulukları da etkilemiştir. Menkıbe-i Ali ise her iki grubun ortak külliyatıdır. Hatta denebilir ki Sünni şairlerin ve icracıların Ali menkıbeleri çok daha ziyade ve âşıkanedir. İmam Ali el-Mürteza ve evlatları bu şiir geleneğinde önemli bir yer taşır. Bu babta Kerbela mersiyeleri de önemli bir yeri haizdir. Bunların haricinde şeyhlerin, pirlerin ve velilerin menkıbeleri de manzum şekilde okunur. Reng velilerin âlem-i ahirete göçtükleri günde, Bad-ı Hava ise doğum günlerinde okunur, Emir Hüsrev’in şiirleri ekseriyetle bu kapsamdaki gazellerdir. Reng okunurken hazırundan ayağa kalkması rica edilir.

    “Muhammes, müseddes, mesnevi, rubai, kaside, hiciv, hezel, münacat, naat, mersiye, kıta, medih” gibi bizim şiirimizde de yer alan türler ve formlar Urdu şiirinde de yer almış, bunların yanında “nuha, selam, sehra, ferd, kafi, sehra, şehr-i aşub, söz” gibi farklı tür ve formlar da türetilmiştir.8 Bu şiirlerin bir kısmı Farsça, bir kısmı Urducadır. Eserleri kavali müzisyenlerince bestelenmiş şairler arasında Mirza Galib, Ekber, Faiz, Ferez gibi Urdu şairler olduğu gibi Fars şiirinin Hafız-ı Şîrâzî ve Mevlânâ gibi üstatları da vardır. Bunlarla birlikte Arapça kasidelerin, salavatların ve duaların da kavali tarzında bestelendiği görülür. Her ne kadar Kavali müziğinde zamanında Türkçe sözler de kullanılmış olması muhtemel ise de bu konuda bir örneğe rastlanmaz. Urdu şiiri sufi geleneğinden neşet etmiş bir şiirdir. Bu şiirde kalenderi gezgin dervişlerin hâletiruhiyesi fevkalade yansıtılır, yârin kapısında duran âşıklar, hasret ve vuslat meseleleri, bir sevgiliye köle olmak, âlemi hiçe saymak, kınamalardan korkmamak temaları hâkimdir.

    Sitar, tabla, tanbur gibi sazlar bu musikinin icrasında ana unsurlardır. 19. yüzyılda Harmonium’un Avrupa’dan Hint coğrafyasına getirilmesini bu sazın sema meclislerde kullanılması takip etmiştir. Sufilerin yaklaşımına göre sazlar birer araç olup, bu araçların bir inanca aidiyeti söz konusu olamazdı. Mühim olan estetik bütünlüğün yakalanması idi. Böylece Kavali topluluğunun bugünkü dizilimi ortaya çıktı. Buna göre standart bir kavali ekibi dokuz kişiden oluşur; “Harmonium çalan iki solist, nakaratları söyleyen ve el çırparak tempo tutan beş korist, bir tabla sanatçısı ve bir tanburi”.

    c) Kavvallerin Padişahı: Nusret Fatih Ali Han
    Urdu şiirinin modern döneminde Muhammed İkbal’in ehemmiyeti ne ise Kavali Müziği’nin modern çağında Nusret Fatih Ali Han şüphesiz aynı yeri işgal eder. Punjab Müslümanlarından biri olan Nusret’in ailesi 600 yıldır Çeştiyye’ye hizmet eden bir aile idi. Nusret Ali Han, kuşaklar boyu müzikle uğraşan bir aileye mensuptu.9 Babası Fatih Ali Han klasik Hint sazları ile birlikte Batı sazlarını da icra edebilen yetkin bir müzisyendi. Fatih Ali Han’ın kardeşi Mübarek Ali Han ile birlikte icra ettikleri eserler öylesine bilinmekteydi ki Muhammed İkbal bu kardeşler hakkında “Ben ve şiirlerim okullara ve kolejlere sıkışmıştı, bu iki kardeş onları bütün Hindistan’a yaydı”10 demiştir. Fatih Ali Han, oğlu Nusret’in müzikle uğraşmasını istemiyordu, kavvali icracılarının ekseriyetle toplumun altsınıflarından oluşu, oğlunun daha iyi bir geleceğe sahip olmasını istemesi onu bu yönde hareket etmeye sevk etmişti. Ne var ki fıtrat yine kendini gösterecek, Fatih Ali Han’ın vefatı sırasında 18 yaşında olan Nusret, amcalarından yetkin bir müzik eğitimi alma fırsatını yakalayacaktı.

    Nusret, uzun yıllar amcası ile birlikte sahne aldı, 1971 yılında Mübarek’in vefatının ardından ailesinin lideri oldu. İlk olarak Pakistan Radyosu’nda boy gösterdi, ardından “Hak Ali” adlı eseri bütün Hint kıtasında meşhur oldu. Zamanla batılı müzik çevrelerinin de dikkatini çeken Ali Han, Kavali müziğini bir dünya müziği hâline getirdi. Lahor’da babasının vefat yıldönümünde icra ettiği bir performanstan sonra kendisine “Üstad” denmeye başlandı. Jeff Buckley, Peter Gabriel, A. R. Rahman ve Âlim Kasımov kendisinden ziyadesiyle etkilendi. Vecd ve istiğrak müziğinin uluslar arası temsilcisi oldu. Milyonlar onun müziğini dinlemek için konser alanlarına, kaset ve plak şirketlerine toplandı. Yoğun konser temposu onu fazlasıyla yormuş, kilolu vücudu onu taşımamaya başlamıştı. Pakistan’da girdiği dializden kaptığı hepatit onun sağlık durumunu iyiden iyiye kötüleştirdi. 48 yaşında Londra’da hayata gözlerini yumdu. Faysalabad’da kendisi için bir türbe yapıldı. Tarih boyunca bu derece ilgiye mazhar olan ve pek çokları tarafından veli olarak kabul edilen müzisyenlerin sayısı bir elin parmaklarını geçmez. Nusret Fatih Ali Han’ın mezarı bugün dahi halkın ziyaretgâh olarak gördüğü bir mekândır. Kendisine “Şehinşâh-ı Kavvali”(Kavvalîlerin Padişahı) denmektedir.

    d) Günümüzde Kavali Müziği
    Bugün kavali bütün dünyada sevilen ve dinlenilen bir müzik türüdür. Fareed Ayaz, Sabri Brothers, Rahat Fateh Ali Han, Dhruv Sangari gibi müzisyen ve topluluklarca icra edilmekte olan Kavali bilinir hâle gelmiştir. Son yıllarda Kavaller mistik müzik festivallerinin aranan elemanlarından biridir. Bununla birlikte Türk şiiri ile pek çok yakınlığı bulunan Urdu Edebiyatı’nın henüz tam manası ile Türk Okuyucu ile buluşmadığı açıktır.

    Güzel olan her şeye düşman kesilen radikallerin kâfir ilan ettiği sufilerin durumu Hint Kıtası’nda günden güne kötüleşirken, gerek tasavvuf gerek vecd musikisi evrensel bir değer hâline gelmiştir. Her ne olursa olsun sufilerin açtıkları çığır, insanların gönüllerini (ç)almaya, onları İslam’ın tevhid mesajına davet etmeye devam etmektedir. Emir Hüsrev ile başladığımız sözümüzü yine onun bir nutku ile hitama erdirelim;

    “Eğer Halk beni beden içinde can taşıyorum diye canlı farz ediyorsa bilsin ki Ben aşkın zindesiyim, yârin gamı ile çoktan şehid olmuşum.”
    Zinde kalınız Efendim!

    1 Müslim, İman 147; Ebu Davud, Edeb 29; Tirmizî, Birr 61
    2 Kuşeyrî,er-Risâle,s.517
    3 Çeştiyye’nin piri olan Hz. Muinuddin Hasan (d.1142) aslen Sicistanlıdır. Guz Türkleri’nin Sicistan’ı işgali sırasında buradan göçmek durumunda kaldı, babasından kalan bahçeleri ve değirmeni satarak gezgin bir ilim talebesi olarak Semerkand, Buhara gibi klasik Türk şehirlerini, İran’ın önemli bir kısmını gezdi ve Bağdat’a geldi. Bu seyahatlerinde Harun kasabasında Şeyhi Hace Osman Haruni ile ve sair merkezlerde Abdülkadir-i Geylânî, Necmeddîn-i Kübrâ, Necîbüddin es-Sühreverdî, Ebû Saîd-i Tebrîzî, Abdülvâhid-i Gaznevî gibi diğer büyük sufilerle tanıştı, hacca gidişi esnasında yanında Gavsulazam Hz.Abdulkadir’in bulunduğu rivayet edilir. Gezilerinin hitamında Lahor’da “Keşf’ul Mahcub” müellifi İmam Hücviri’nin türbesinde halvete girdi. Şeyhi Osman El Haruni’nin silsilesinde yer alan Ebu İshak’a nisbeten Çeşti nisbesini kullanan Hz. Muinuddin Gur Türklerinin fethinden önce Ajmer’de bir tekke kurdu, ileride kabri de burada yer alacak, Ajmer şehri Çeştiyye’nin asitanesi olacaktı. Burada Hinduların batıl itikadları ile mücadele eden ve bu nedenle oldukça baskıya uğrayan Çeşti kısa süre sonra Ajmer’in Şihabuddin Guri tarafından fethedilmesi ile tarikatını ve din-i mübini neşretmek adına ciddi bir imkân buldu.
    4 Bu kavlin, terennüm kısmı ile birlikte besteli hâli şöyledir; “Man kunto maula, Fa Ali-un maula Man kunto maula. Dara dil-e dara dil-e dar-e daani. Hum tum tanana nana, nana nana ray Yalali yalali yala, yalayala ray”
    5 Emir Hüsrev’e şeyhi Nizameddin Evliya’nın “Türkullah (Allah’ın Türkü)” diye hitap ettiği rivayet olunur.
    6 Sema etmenin Hindistan’dan Balkanlara benzer hareket ve ortamlarda ortaya çıkmış olması bunların ortak bir kökenden neşet ettiklerini gösteren bir delildir
    7 Bakara Suresi-154.Ayet
    8 Bunlar yazımızın konusu dışında kaldığından sadece ismen birkaçını zikretmeyi yerinde gördük.
    9 Karaçili meşhur kavval Farid Ayaz da böyle bir aileye mensuptur, bu ailelerin sanatta üstatlarını gösteren silsileleri vardır, bu silsileler Emir Hüsrev ile başlar.
    10 Ahmed Aqeel Ruby, Nusrat Fateh Ali Khan: A Living Legend, translated by Sajjad Haider Malik, Lahore: Words of Wisdom, (1992)