SORULARLA BÜYÜYEN BİLGİ
Hasan Yücel Başdemir*

  • Sabah Ülkesi - Cover
  • Büyük bir evrende, uzun bir zaman sürecinin içinde şimdi ve burada, küçük bir mekânda yaşıyoruz. Ne kadar fazla ayrıntı ile birlikte olduğumuzun farkında mıyız? Cisimler, hücreler, canlılar, olaylar, duygular, kurallar ve ilişkiler. Dokunduğumuz, baktığımız, tattığımız, kokladığımız, duyduğumuz dünyanın ne kadarını algılayabiliyoruz? Vücudumuzun her zerresinde olan bitenleri ne kadar biliyoruz? Ya hissettiklerimize ve beklentilerimize ne demeli? Bu soruları geçmişe, geleceğe, daha uzaklara ve “başka”ya taşıdığımızda kendimizi nasıl bir evrende buluruz?

    Herkes için olmasa bile birçoğumuz için şimdiyi ve burayı betimlemek için ömrümüzün yetmeyeceği kadar ayrıntının olduğu bir çevrede yaşıyoruz. “Tırnağımız Hakkında Her Şey” adında bir kitap yazmaya kalksaydık ne kadar yazabilirdik? Yazabildiklerimiz, tırnağımız hakkındaki her şey olabilir miydi? Tırnaklarımın hacmini veya ağırlığını tam olarak nasıl hesap ederim? Faydaları ve zararları hakkında neler söyleyebilirim? Onları kaç kez kestiğimi hesaplayabilir miyim? Keratin nedir, hangi elementlerden oluşur? Bu elementler, eğer şu anda tırnağımdaysa ve ben bir kimyacı değilsem onlar hakkında neler yazabilirim? “Neden bir kimyacı değilim?” sorusunun cevabını da aramalı mıyım?

    Soruların sonu gelecek gibi değildir. Ayrıntılara yönelen soruların peşine düşmek, bizi hayatın temel ihtiyaçlarını gidermekten alıkoyar. Buna karşı önlem almıyor değiliz. Bizler, basit bir açıklamayla sorgulamalarımızı tasarruflu hale getirmeyi ve bu ayrıntılardan kendimizi sıyırmayı biliyoruz: Ayrıntılarla ilgilenirsek hayat yaşanmaz olur. Birisi, “hayat ayrıntıda gizlidir” demediyse o zaman şu soruyu sorabiliriz: Nelerle ilgilenmemiz gerektiğini nerden biliyoruz? Bazı şeylerle ilgilenirken diğer bazı şeylerle neden ilgilenmiyoruz?

    Zorlaştıran Sorular, Kolaylaştıran Bilgi
    Sorular her zaman vardı; cevaplar da öyle. Fazla sorgulamanın insanı yanlışa sevk edebileceği söylenir. İçinde yaşadığımız imkânlar dünyası bize ilgilenmek ve sorgulamak için belirsiz sayıda olaylar, nesneler ve ilişkiler ağı sunuyor. Sürekli sorular sorar ama cevapları/hakikati aramazsak sorular, sırtımızda yük olur. Üst üste gelen sorular hayatı hem ruhsal hem de bedensel olarak zorlaştırır. Oysa cevaplar, hayatı kolaylaştırır. Cevap bulabilirsek sorular bizi sapkınlığa değil kurtuluşa götürür.

    Üstelik bilebileceğimiz çok şey var, ama hepsini bilmemiz gerekmiyor. İnsan zihni bilmesi gereken şeyleri, olaylar ve nesneler arasından çekip alıyor ve onlarla ilgilenirken diğerlerini görmezden geliyor. Böylece zihin, faydasız bilgiden sakınarak taşıyamayacağı büyük yükten de korunmuş oluyor.

    Zihnin nelere ve niçin yöneldiğini, tek tek insanların hayatına bakarak ele aldığımızda farklı cevaplarla karşılaşabiliriz. Ancak tüm insanların birlikte ürettiği ve ortaya koyduğu esere baktığımızda bu farklılık kaybolur. İnsan zihni âdeta görülmez bir el tarafından ortak bir amaç için çalışıyor. Evler, yollar, okullar, hastaneler, ibadethaneler, limanlar yapılıyor; insanlar buraları kullanıyor. Hayvanları evcilleştiriliyor, besleniyor, ağaçlar dikiliyor. Günlük hayatta kullanılan mekânları düzleştirmeye, engelleri kaldırmaya ve uzak mesafelere güven içinde çabucak gitmeyi sağlayan yeni araçlar inşa etmeye çalışılıyor.

    Bunlar bize, zihnin bireysel yönelimlerimizin ardında, ortak yönelimlerinin olduğunu gösteriyor. Farkında olmadan giriştiğimiz kitlesel işbirliği, bir ürün ortaya çıkarıyor. Bu ürüne medeniyet diyoruz. O halde medeniyet, ortak yönelimlerimizle inşa ettiğimiz bir üründür. Medeniyeti kurmayı sağlayan insani motivasyon ise hayatı güvenli hale getirme, bize sorun çıkarması muhtemel belirsizlikleri ortadan kaldırma, öngörebileceğimiz bir geleceğe hazırlanma ve beklentimize uygun bir dünya kurma gibi, birbirinden çok farklı görünse de aslında temelde aynı olan bir amaca dayanıyor. Hayatta kalmak.

    Hayatı kolaylaştırmak da desek, birincisine çok uzak bir cevap vermiş olmayız. Bu, atalarımızdan bize miras olarak kalmış bir amaçtır. Fiziksel ve ruhsal varlığımıza uygun mekânlar ve kurumlar inşa etmek dediğimizde de çok farklı bir şey söylemiş olmayız. İnsan, diğer tüm varlıklardan farklı olarak karşılaşacağı tesadüfî durumları ortadan kaldırmayı, tehlikelere karşı korunmayı ve öngörebileceği bir hayat yaşamayı planlıyor. Bunu ne kadar çok insanla birlikte yapabiliyorsa ve ne kadar iyi organize olabiliyorsa o kadar başarılı oluyor. Şimdi ve burada, tek başımıza olsak bile tek başına kurduğumuz bir dünyada yaşamıyoruz.

    Bu birlikteliği ve organizasyonu başarılı yapan şey bilgidir. Belki daha doğru olan cümle ile bizim bilgi dediğimiz şey, bu birliktelik ve organizasyonla üretilir. Kolaylaştıran bilgiyi her zaman tek başımıza üretmiyoruz. İbn Bacce, Tebdiru’l-Mütevahhid adlı risalesinde önce insanın bilgi ile yetkinleştiğini (kemaliyat) ve ardından bu yetkinliğin şehre yayılmasıyla uyumlu ve mutat bir hayatın ortaya çıktığını söyler. Erdemli ve yetkin kişilik, kolaylaşan (mutat) hayatı huzur içinde yaşamaya başlar. Bilgi mutluluğa ve huzura götüren araçtır.2 İbn Bacce, şunu da söyler: Her yerleşik düşünce, aykırı (nevâbit) ve yeni düşüncelerden oluşmuştur. O halde bilgi, mutatlığın baskın olduğu ama aykırılığın da bulunduğu toplumlarda gelişir.

    Soruların Açtığı Mümkün Dünyalar
    Sorular bize mümkün dünyaların kapılarını açar. Bilgi, arayışlarımızın ve sorgulamalarımızın ürünüdür. Bilgiden önce soru; sorudan önce de tüm entelektüel faaliyetlerimizi organize eden dil vardır. Dil, nesneleri betimlemenin, deneyimlerimizi paylaşmanın ve kendimizi ifade etmemizin yoludur. Sorular ve bilgiler dilin sadece küçük bir kısmını oluşturur. Dil aynı zamanda bilginin kuşaklar arasındaki transferini sağlayan en önemli araçtır ama mükemmel değildir, çünkü dil, dünya ile ilişki kurmanın kusurlu bir yöntemidir,3 ama ondan daha iyisi de yoktur.

    Dili oluşturan şey, içinde yaşadığımız imkânlar dünyasıdır. Mümkün dünya dilin mükemmelliğini engeller, çünkü onun doğası, sahip olduğu potansiyeller nedeniyle dile sığabilecek sınırlara sahip değildir. Dil, mümkün dünyayı mutlak olmasa bile tekrarlama yoluyla bizim idrakimize sığdırır; imkanı mutlaka çevirir. Bu şekilde dil varlığın, bilginin, soruların ve cevapların evi olur.

    Evrenin sahibi, insanlara bir özgürlük alanı oluşturmak için bazı şeylerin oluşunu tesadüfe bırakmıştır. Tesadüf, bize ait olanı inşa etmenin gerekçesidir. Tesadüf ancak imkânlar (potentials) dünyasında olabilecek belirsiz sonuçlarla açıklanabilir. İnsan bu tesadüfü ve belirsizliği ortadan kaldırmak için uğraşır. Kendi hayatına olduğu kadar kendi dışındaki hayata da yön vermeye çalışır. Bu potansiyel sayesinde insan soru sormayı öğrenir. Bilgi insanın bu sorulara verdiği cevaplarla oluşur. Bilgi, tesadüfleri illetlere (nedenlere) bağlamanın ve bu şekilde belirsizlikleri ve tesadüfleri en aza indirmenin yoludur.

    Sayısız olgular dünyası içinde işimize yarayanları, daha doğrusu kullanabildiklerimizi çeker alırız. Tekrarlama yoluyla bunlara epistemik bir statü katarız. Kitlelerin tekrarı, onları bilgi yaparken zorla yapılan tekrarlar cehalet üretir. Çünkü cehalet de bir tekrardır, bilgiye benzeyen ama bilgi olmayan, onun yerine geçen şey. Bir kişinin jakoben aklından çıkanın anlamsız tekrarı.
    Cehaletin nedeni, ya yanlış sorular ya da yanlış cevaplardır. Bilginin serüveni içinde yanlışı düzeltecek işaretler yoktur. Bu nedenle cehalet değişime açık değildir, oysa bilgi, tekrarlandıkça ahenk kazanan, her seferinde yeniden doğan ve aykırı olanla yarışırken büyüyen canlı bir organizmadır; hayatımızın plan ve projesidir. Bilgi ve cehalet arasındaki ilişkiyi betimleyen anonim bir anlatıya yer vermenin tam zamanı. Dört tür insan vardır;
    1. Bilen ve bildiğini bilmeyen. Bu kişi uykudadır. Onu uyandırın.
    2. Bilmeyen ve bilmediğini bilen. Bu kişi bir öğrencidir. Ona öğretin.
    3. Bilen ve bildiğini bilen. Bu kişi akıllıdır. Ona yakın durun.
    4. Bilmeyen ve bilmediğini bilmeyen. Bu kişi bir cahildir. Ondan uzak durun.

    Bilgi, imkânlar dünyasına dair sorduğumuz sorularla büyür. Bazı şeyleri, diğerlerinden daha iyi biliriz. Onlar bilgilerimizin temeli ve bizi hedefe götürecek yol işaretleridir. Bilgi, mümkün dünyalarda üretilen ve orada büyüyüp gelişen bir üründür; bizi varlığa ve birbirimize bağlar. Teknolojideki, sosyolojideki, etikteki somut ürünleriyle geçmişi geleceğe, hatta dünyevi olanı uhrevi olana bağlar.

    Cehalet ise bizi yaşadığımız dünyadan, geçmişimizden ve geleceğe dair umutlarımızdan koparır. Bizi şimdiye ve buraya hapseder. Deneyimleyemediğimiz bir dünyanın içinde öylece kalakalmamıza sebep olur. Cehalet dışarıda olanlarla iletişimi engeller. Deneyimlediğimiz dünya ne kadar genişse o kadar geniş bir ufkumuz ve inanç skalamız olur. Deneyimlerimiz bilgi değildir, ama mümkün dünyalara dair varsayımlarımızın kaynağı ve bilgilerimizin ilk malzemeleridir.

    Bilme Serüvenimiz
    Bilginin unsurları, kaynakları ve elde edilme süreçleri ile ilgilenen disipline epistemoloji denilmektedir. Epistemologlar, bilgiyi “doğruluğu gösterilmiş inanç” olarak tanımlıyorlar.4 Burada bahsedilen inanç, “evrende bizim gibi başka canlıların olduğuna inanıyorum” gibi dini olmayan inançlarımızı da ihtiva ediyor. Hayatımızın başladığı andan itibaren sahip olduğumuz her deneyim, bazen içinde yüksek şüpheler barındırsa da, bizde türlü türlü izlenimler, yargılar veya inançlar meydana getirir. Ama bu yargıların/inançların doğruluğundan emin değilizdir. Çoğu zaman onların doğru olup olmadıklarını sorgulamak aklımıza bile gelmez.
    Sonu gelmez mümkün dünyalar içinde, sonu gelmez deneyimlerle, sonu gelmez inançlara sahip oluruz, ama bu deneyim ve inançlarımız, bizi çevreleyen mümkün dünyanın sahip olduğu potansiyellere göre çok azdır. Bu yazılanlar karmaşık görünebilir ama buradaki hikâye basittir: Mümkün dünyanın potansiyelleri kadar inancım olabilirdi, ama fiili inançlarım (deneyimlerim, yargılarım) potansiyel inançlarımın (mümkün dünyaların) milyarlarda biri kadardır.

    Zaman zaman ihtiyaçlarımız, duygularımız, beklentilerimiz ve başka dışsal etkiler nedeniyle bilincimizi bu çoklu yapı içinde bulunan bir kısım inançlarımıza yöneltiriz. O zaman inançlarımızın doğruluğunu aramaya kendimizi mecbur hissederiz. Avunduğumuz da olur tabi, ama çoğu zaman gerçeği bilmek isteriz. Acaba gerçek, düşündüğüm ya da zannettiğim gibi mi?

    Bir inancı, olgulara bağlamaya çalışınca onları bilgiye dönüştürme süreci de başlamış olur. İnançla olgu arasındaki bağı kurmadaki aracımız dildir. Dil bunu belirli bir kurallar dizisine göre yaparsa sonuç ortaya çıkabilir. Bunlar, genel olarak mantık kuralları dediğimiz tümdengelim, tümevarım ve analoji gibi akıl yürütme biçimleridir. Akıl yürütmelerin her birinde esas olan, illetleri ortaya çıkarmaktır. Dil düşünme kuralları sayesinde sözcükleri birbirine bağlar; olaylar arasında öncelik, sonralık, benzerlik gibi ilişkileri ortaya koymaya çalışır. Sorular bu süreçleri sürekli denetler. Tutarlılık sağlandığında bilgiyi elimize almış oluruz.

    İbn Sina’nın ifadeleriyle söylemek gerekirse deneyimlerle elde edilmiş birinci yargılarımızın üzerlerine ikinci bir yargı koyduğumuzda artık inançlarımız bilgiye dönüşmeye başlamış oluyor. İkinci yargılar birincilere göre daha niteliklidir. Çünkü bu yargı, alelade algılarımıza değil sebep-sonuç ilişkisine dayanır. Her inanç üzerine yeni inançlar ve her yargının üzerine yeni yargılar ilave edilebilir. Her yargı, bir sorunun ürünüdür. Sıralı yargılar, bilgideki kesinlik derecelerini oluşturur. O halde kesinliği kurmanın yolu da sorulardan geçer.

    S, B’yi bilir (Sb).

    S, B’yi bildiğini bilir (Sbb).

    Bilgi Güç Değil Fazilettir

    Bilginin, hepsini burada anlatamayacağımız (zaten hepsini bilmek de mümkün değil) birçok hikâyesi var. Aristoteles, Metafizik kitabının baş tarafında “insan doğal olarak bilmek ister” der. İnsan doğal olarak bilir de; çünkü bilmek, bir yetenektir. Hayat, bu yeteneği insanlara az ya da çok bahşeder. Bilen bazen zihindir, bazen duygudur, bazen de bedendir. Gökyüzünün maviliğini zihinle biliriz. Yardımseverliğin huzur verici olduğunu duygu ile biliriz. Bisiklet sürmeyi bilen ise ne zihnimiz ne de duygularımızdır; bedenimizdir. Eğer bunları deneyimlemeseydik bilemeyecektik. O halde bilgi irade ile elde edilen bir yetenek midir? Basit bilgilerimiz böyle olmayabilir ama nitelikli bilgilerimiz öyle.

    Zihin, duygu ve beden hayatın doğal akışı içinde birçok yetenek kazanır. Bazıları hayatidir, bazıları değildir. Nefes almayı biliyoruz. Yürümeyi biliyoruz. Bildiğimiz bir sürü insan ve olay var. Şiir biliyoruz. İşimizi biliyoruz. Bunların hiçbirinde “bilme” sembolik anlamlarda kullanılmaz. Bilmenin üç gerçek anlamı vardır: teorik (zihinsel), pratik (bedensel) ve etik (duygusal). Bu bilme türleri birbirinden bağımsız değildir, biri diğerini destekler. Onların ilişkisi, insanın epistemik bütünlüğünün tezahürdür. El ile yapılanın zihin ile yapılana, zihin ile yapılanın kalp ile yapılana katkı sağlar.

    Sorular, her zaman doğru olarak birbirini takip etmez. Bazen bilgi, tahakküm aracı haline gelir. İnsanın epistemik dünyasının parçalandığı zamanlardır bunlar. Bilgi kolaylaştıran ve büyüyen bir fazilet olmaktan çıkar; zorlaştıran ve cahilleştiren bir rezalete döner. Kolaylaştıran bilgi medeniyeti kurarken, tahakküm eden bilgi onu yıkar.

    Farabi, bin yıldan daha fazla bir zaman önce “bilgi fazilettir” demiş ve “içinde bilgi (hikmet) olmayan davranış, ahlaktan yoksundur” diye devam etmişti. Bilgi, ahlakı kuran temel bir unsur olmuştu Farabi’nin dilinde. Ondan altı yüz elli yıl sonra Francis Bacon “bilgi güçtür” dedi. Farabi bilgiyi kolaylaştıran, yetkinleştiren ve mutluluk veren bir araç olarak görürken Bacon bilginin tahakküm edici, ezici ve üzücü yüzünü tercih etti.

    Bilginin, onu ortaya çıkaran soruların ve bunlara sığınak olan dilin hikâyesi anlatmakla bitmez. Anlamlı seslerle başlayan bilgi serüveni, soru işaretiyle devam eder, mümkün dünyaların ufkunda hiç bitmezcesine virgüllerle uzar gider. En şanslı insanlar, doğru soruyu sorabilenler ve noktayı doğru yere koymayı başaranlardır.

    Kaynakça
    Farabi (1990), Şeraitu’l-Yakin, çev.: Mübahat Türker Küyel, Ankara: Atatürk KültürMerkezi Yayını.
    İbn Bacce (2014), Yalnız İnsanın Kendini Yönetmesi, çev.: Mahmut Kaya, İstanbul: Klasik Yayınları.
    John Hospers (1997), An Introduction to Philosophical Analysis, London: Prentice Hall.
    Roderick M. Chisholm (1983), Foundations of Knowing, Minneapolis: University of Minnesota Press.

    * Doç. Dr., Ankara Yıldırım Beyazıt Üniversitesi İslami İlimler Fakültesi
    1 İbn Bacce (2014), Yalnız İnsanın Kendini Yönetmesi, çev.: Mahmut Kaya, İstanbul: Klasik Yayınları, s. 420.
    2 John Hospers (1997), An Introduction to Philosophical Analysis, London: Prentice Hall, s. 10.
    3 Farabi (1990), Şeraitu’l-Yakin, çev.: Mübahat Türker Küyel, Ankara: Atatürk KültürMerkezi Yayını, s. 55. Roderick M. Chisholm (1983), Foundations of Knowing, Minneapolis: University of Minnesota Press, s. 31.