TEZHİP SANATININ ALTIN ÇAĞI

F. Çiçek Derman

  • Sabah Ülkesi - Cover
  • Tarihi gelişimi içinde tezhip sanatı, inişli-çıkışlı bir çizgide, kâh gelişme, kâh gerileme göstermiştir. Bu sanat, başarılı yıllarını her zaman devam ettirememiş, zaman zaman kayıplara da uğramıştır.

    Gelenekli sanatlarımız içinde önemli bir yere sahip olan tezhip, altın çağını Sultan II. Bayezid (1481-1512), Yavuz Sultan Selim (1512-1520), Kanunî Sultan Süleyman (1520-1566), Sultan II. Selim (1566-1574) ve Sultan III. Murad’ın (1574-1595) saltanat yıllarında yaşamıştır. Beş Osmanlı padişahının hüküm sürdüğü bu altın çağı birdenbire meydana gelmemiş, öncesinde hazırlık ve sonrasında da yavaş yavaş bozulma dönemine girmiştir.

    Sanatımızda görülen altın çağ her zaman, devletin siyâsi ve ekonomik durumuyla yakın bağlantılı olmuştur. Ne zaman ki devlet güçlü ve kudretlidir, onunla birlikte sanat faaliyetlerinde de canlılık ve zenginlik görülmektedir. Üslûbların ortaya çıkışı, yeni tasarımların hazırlandığı ve yeni motiflerin desen içinde görülmeye başlaması, her zaman için devletin güçlü ekonomik ve siyasi yapısıyla doğru orantılı olarak seyretmiştir. Tezhip sanatında yaşanan altın çağ, vâr olan eski kaidelerin korunup yenilerinin ilâvesiyle meydana getirilmiştir. Bunda en önemli sebeplerden biri: Fethedilen yeni ülkelerde yaşayan sanatkârların İstanbul’a getirilişidir.

    Altın çağın hazırlık yıllarından başlayarak sona ermesine kadar devam eden en önemli husus, fetihlerle Osmanlı Devleti’nin hem toprak kazanmış, hem de sanatını zenginleştirmiş olmasıdır. Bu zenginleştirme, Fatih Sultan Mehmed’in 1473 yılında Otlukbeli Muharebesi’nde, Akkoyunlu Hükümdarı Uzun Hasan’ı mağlup ederek bu ülkenin sanatkârlarını büyük bir hürmet ve riayetle İstanbul’a getirtip kendi hizmetine almasıyla başlamıştır. Yavuz Sultan Selim de dedesi Fatih Sultan Mehmed gibi 1514 yılında Çaldıran’da Şah İsmail’i yenerek Tebriz’de çıkarttığı 13 Eylül 1514 tarihli emirnameyle, Şah İsmail’in Horasan’dan, Herat’tan Tebriz’e getirdiği sanatkârların da içinde bulunduğu çeşitli konularda sanat sahibi olan bin kadar kişiyi, aileleriyle birlikte İstanbul’a yollamıştır.

    Ayrıca Yavuz Sultan Selim, Tebriz’de gerek Şâh’ın özel hizmetinde görevli, gerekse dışarıda serbest çalışan nakkaş, ressam, hattat, müzehhip, musikişinas gibi sanat mensuplarından bir haylısını toplayarak sefer dönüşü kışı geçirmekte olduğu Amasya’ya getirtmiş ve kendilerinin bulunduğu sınıflara göre saraydaki mevcut hizmetlere göndermiştir. Her iki Osmanlı padişahı tarafından İstanbul’a getirilen bu sanatkârların büyük bir kısmı Türkmen asıllıdır. En değerli harp ganimeti olarak görülen bu sanat erbâbı, kıymetini her devirde korumuştur. Bir anane hâlini alan bu anlayışa, yine Yavuz Sultan Selim’in 1517 yılında yaptığı Mısır fethinde de riayet edilmiştir. Böylece İstanbul Nakkaşhanesi, farklı ülkelerden getirtilen farklı sanat görüşlerinin harmanlandığı ve yeni üslupların ortaya çıktığı canlı ve parlak bir sanat merkezi durumuna gelmiştir.

    Farklı coğrafya ve kültürden gelmesine rağmen bu kişiler, Saray nezdinde itibâr görmüş ve sanatlarıyla değerlendirilerek, Nakkaşhane’nin sernakkaşlığı gibi en üst kademeye dahi getirilmekte mahzur görülmemiştir. Hatta içlerinde Şahkulu (ö.1556) gibi, Saray bünyesinde kendisine özel atölye tahsis edileni bile vardır. Bu da bize, Osmanlı Devletinin sanata bakışını ve kendi sanat gücünden emin olarak, farklılıkları bünyesinde birleştirip yepyeni üslûbların doğmasını sağladığını göstermektedir. Şahsî birikimiyle buraya gelen sanat erbâbını, Nakkaşhaneye dâhil olduktan sonra, artık Osmanlı sanatı için çalışmaya, çırak yetiştirmeye ve eser vermeye yönlendiren, işte bu sanat kuvvetidir ki, altın çağ süresince devam etmiştir.

    Altın çağı hazırlayan ve uzun süre devamını sağlayan başka bir önemli husus da, çağdaş devletlerle cülûs merasimleri, düğünler v.b.g. olaylarda yapılan hediyeleşmelerdir. Elçiler vasıtasıyla gönderilenler içinde, yazma eserler ilk sırada yer almaktaydı ve en itibarlı hediye kabul edilirdi. 1582 yılında Sultan III. Murad’ın şehzadesi için yapılan sünnet düğününde arz edilenler ise, yazma eser cihetinden pek zengindi. Mukabil hediye gönderilmesinde ise, daha mükemmeli hazırlatılmaktaydı ki bu, beraberinde gizli bir rekabeti de getirmiş olup tezhip sanatını olumlu yolda etkilemiştir. Yeni motiflerin kullanılması, yeni renklerin uygulanması ve sanatkâr celbetme gayreti, bu sanatı asırlardır ayakta tutmuştur.

    Altın Çağ yıllarında tezhip sanatının sahip olduğu özellikleri sıralarsak; birbirine benzemeyen çeşitli üslûplara sahiptir. Kullanılan renklerde âhenk ve asâlet görülür. Sanatın esâs malzemesi olan altın, iki veya üç farklı renkte uygulanarak, değişik parlatma şekilleriyle câzip bir zenginlik ve ihtişam arzetmektedir. Altın çağ eserlerinde görülen fırça kıvraklığı, inceliği ve sağlamlığını, evvelinde ve sonrasında bulmak mümkün değildir. Tezhip adeta demlenmiş ve kemâl safhasını yaşamıştır. Türk tezhibinin bu derece gelişmesinde başlıca üç sebep sıralanabilir: Sadelik, samimiyet ve denge. Eserlerde görülen açık ferah desenler, uyumlu renkler ve yüksek estetik zevkı, seyredene huzur veren derecededir. Çünkü Türk sanatkârı güzelliği fazla süste değil, sadelik ve âhenkte aramıştır. Bu özelliği sayesinde müzehhiblerimizin meydana getirdiği eserler bugün de, diğer İslâm ülkeleri içinde fark edilmesini sağlamaktadır.

    Tezhip sanatında görülen bu parlak devir maalesef devamlı olmamış ve yavaş yavaş değerini kaybetmiştir. Altın çağın sona ermesini hazırlayan en önemli husus; sanata ve sanatkâra hâmi olan Saray’ın 18. yüzyıldan îtibâren yüzünü Batı’ya çevirmesidir.

    Osmanlı Saray himayesi, Yıldırım Bayezid devriyle başlayıp artarak devam etmiştir. Sultan II. Bayezid devrinde yüksek meblağlarda para ve değerli kumaşların da ihsanlar arasında yer aldığı bilinir. Hattâ Kanunî Sultan Süleyman ve Sultan III. Murad devirlerinde, sanatkârların yakınlarıyla birlikte korunup kollandığı kaynaklarda belirtilmektedir. Hükümdar için hazırlanan değerli bir hediyenin ihsânıyla o sanatkârın en az bir senelik geçimini sağladığı bilinmektedir.

    Ancak bu hâmîlik devamlı olmamış, sanatkâr topluluğu en büyük alıcısını, 18. asır başından itibaren kaybetmeye başlamıştır. Yüzünü Batı’ya çeviren ve yenilik uğruna Batı sanatını benimseyen Saray, gittikçe tesirini artıran yeni tezyînî unsurlarla ne olduğu belirsiz hâle gelen bezeme sanatına çok zarar vermiştir. Aslından tamamen koparılan tezhip, tanınmaz bir hâl almıştır. Bunu gören ve önlemeye çalışan bâzı müzehhiplerimiz, 18.yy.’dan itibaren tesirinde kaldıkları barok, rokoko ve ampir üslûblarını, Türk zevkiyle birleştirerek sanata zenginlik kazandırmaya çalışmışlarsa da netîcede başarılı olamamışlardır.

    Tezyînattaki bu değişim isteği, tabandan değil, tavandan gelmiştir ve zaman içinde bir kısım sanatkâr tarafından da kabul görmeye başlamıştır. Çünkü Saray’ın ve çevresinin istekleri bu yöndedir ve sanatkârlar, hayatlarını devam ettirebilmek için para kazanmak zorundadır. Kabul edemeyen ve uyum sağlayamayan sanatkârlarımız arasında, meslek değiştirmek mecburiyetinde kalanlar bile olmuştur.

    Sultan II. Mahmud’un (1808-1839) 1826 tarihinden sonra gayrimüslim tebaaya da nakkaşlık hakkını vermesiyle, sanatımızda görülen bu bozulma hızlanmıştır. Tanzimat hareketiyle Batı’dan gelen ve -hat hariç- bütün sanatlara menfî tesir eden bu değişme, klasik sanatlarımız ve sanatkârları açısından büyük bir dönüm noktasını oluşturur. Batılılaşma fikrinin koyu savunucusu olan Sultan II. Mahmud ve Saray, Türk sanatkârları ve ustalarının meydana getirdikleri, el emeği göz nuru eserlere artık îtibar etmemektedir; bu hâl Sultan Abdülmecîd (1839-1861) devrinde daha da belirginleşerek sürer.

    Ancak, XX. yüzyıl ortalarında, gayretli tezhip hocalarının yılmadan, pes etmeden yaptıkları mücadele neticesinde bu sanat kaybolma durumunda iken aslına dönmüş ve bugünlere ulaşmıştır.

    Makalemin son kısmında ise, günümüzde bambaşka bir fikrî ve kültürel düşünce yaşanıyor olsa da, tezhip sanatının ileriki yıllarda da değerini kaybetmeden devam edeceğine inancımı belirtmeliyim. Bu devamda asl olan, sanatı meydana getiren kaidelerin bozulmadan korunması yanında, altın çağın ilhamıyla ve günümüz anlayışıyla en güzel şekilde yaşatılmasına gayret gösterilmesidir. Bir sanatın devâmı, o günün anlayışını aksettirebildiği nisbette başarılıdır. Geçmiş bilinmeli, tanınmalı; ancak verilen eserlerde, çağdaş tasarımlar yer almalıdır. Üniversitelerde açılan Geleneksel Türk Sanatları bölümlerinin çoğalması ve talep görmesi ile, milletlerarası tezhip yarışmalarında Türk gençlerinin dereceye girme başarısı, bana bu ümidi vermektedir.