Tasavvuf ve Ahlak Eğitimi

Mustafa Kara

  • Sabah Ülkesi - Cover
  • Meşhur Cibrîl hadisinde üç temel konuya işaret edildiğini biliyoruz: İman, İslam ve İhsan. Hucvirî Keşfu’l-mahcûb adlı eserinde tasavvufî ekol ve tarikatları geniş bir şekilde inceleyip tanıttıktan sonra eserini yüzseksen sayfalık Tasavvufî Hakikatler ve Muameleler başlığıyla tamamlamıştı.

    Bu bölümde Hucvirî adeta söz konusu üç temel konuyu, yani, iman, ibadet ve ahlâkı bir araya getirmiş, bunlar arasındaki bağ ve irtibatı ayet, hadis ve sûfilerin sözleriyle göstermiştir. Konular işlenirken Kelam ve Fıkıh tartışmaları da gündeme getirilmiş, meseleler Ehl-i sünnet âlimlerinin bakış açısıyla değerlendirilmiştir. O asırda yazılan diğer tasavvuf kitaplarında görülmeyen bu “bütünlük” şöyle bir sıralama ile gösterilebilir:

    1. Marifetullah: İlim, irfan, ilham,
    2. Tevhid: Vahdaniyet,
    3. İman: Hakikatı ve mezheplerin farklı görüşleri,
    4. Taharet ve Abdest: Tevbe,
    5. Namaz: Mahabbet/Aşk,
    6. Zekat: Cûd, Sehavet,
    7. Oruç: Açlık/Riyazet,
    8. Hac: Müşâhede,
    9. Sohbet Adabı: Yeme-İçme/Seyahat/Savaş-Barış/Konuşma-Susma/Evlenme,
    10. Istılahlar.

    Allah ve ahiret merkezli iman esasları anlatıldıktan sonra, maddî temizlik için taharet ve abdest konularıyla paralel olarak manevî kirlerden temizlenmenin yolu olan tevbe konusu hakkında sûfilerin yorumlarına yer verilmiştir. Namaz ibadetinin psikolojik ve sembolik yönünü açıklayan Hucvirî bu ibadetle ilgili olarak aşk ve mahabbet konusuna eğilmiştir.

    Arınma anlamına gelen zekât insanın mâlî imkânlarını başkalarıyla gönüllü olarak, Allah için paylaşmasıdır. Ancak madde ve para ile olan ilişkisini sağlıklı bir noktada tutamayan, dünya-ahiret dengesini kurabilecek manevî donanımlara sahip olamayan insanların bu ibadeti gereği gibi yerine getirmeleri mümkün değildir. Bunun için tasavvufî ahlakın üzerinde önemle durduğu cimrilik hastalığından kurtulup cömertlikle tanışmak gerekir. Bunun için de maddî gâilelerden, nefsanî tuzaklardan, şeytanî hilelerden kurtulmak şarttır.

    Devlet-i dünya seni bir rütbeye muhtac eder

    Devlet oldur kim sana her rütbeden verir gına

    Mısrî

    Bedenin yeme içme ve cinsî şehvetlerini kontrol altına almaya yönelik bir ibadet olan oruç ise tasavvufî ahlak ile daha yakından ilgilidir. Böylece nefsin arzularına karşı koyma gücü elde edilir. “Nefsini temiz tutan kurtuluşa ermiş, kirleten ise hüsrana uğramıştır” (Şems, 51/9-10).

    Hac ibadeti de “Allah’ın evi”ne doğru, Allah Rasûlü’nün yurduna doğru yapılan bir yolculuktur. Dinin temel ritüellerinden biri olan hac sembolizmi gönül dünyasını besleyen zenginliklerle doludur. Âdâb ve erkânına uyularak gerçekleştirilen hac ibadeti gönül gözünün açılmasına ve gözyaşıyla tanışılmasına sebep olur. Böylece müşâhede halinin sunduğu manevî hediyelerle dönülür.

    Sûfiler “İnsanları ve cinleri ancak Bana ibadet etsinler diye yarattım.” ayetinin gereği olarak ibadet ve taatı esas alan bir hayatı hedefledikleri için namaz, oruç ve zikir gibi farz ibadetlere ilave olarak “nâfile ibadetler” ile “zamanı zabt u rabt” altına almış, söz konusu ibadetlerle riyazet ve mücahede hayatını güçlendirmiş, bir diğer ifade ile fetva ve ruhsat yolunu değil takvâ ve azîmet çizgisini tercih etmişlerdir.

    Özetle, kelamcıların inanç ve iman tartışmalarına, fıkıhçıların ibadet ve taat tahlillerine sûfiler kendi pencerelerinden bakarak onlara rûhî-derûnî bir boyut kazandırmış, iman, ibadet ve ahlakı aşk merkezli bir yorumla bütünleştirmişlerdir.

    Savm u salât u hac ile sanm bite zâhid işin

    İnsan-ı kâmil olmağa lazım olan irfan imiş

    Mısrî

    İLK OLUŞUMLAR

    Kur’ân ve Sünnet’in zühd ve ahlak boyutunu ele alıp işleyen zâhid ve âbidler III. yüzyılda farklı yorum ve bağımsız kurumlarıyla İslam kültür coğrafyasında yerlerini aldılar. Mekke, Medine başta olmak üzere Kûfe, Basra, Bağdat, Şam Kahire gibi merkezlerde zâhid ve sûfilerin etrafında oluşan ders ve sohbet halkalarını tasavvufî hayat ve terimlere yeni ufuklar getirmişlerdir.

    Ebû Süleyman Dârânî’nin (ö. 215/830) Şam’da kurduğu sohbet halkasında bulunanlar gece ibadeti ve riyazete önem verdikleri için “ehlu’l-leyle” (gece ehli) olarak isimlenmişlerdir.

    Hâris Muhâsibî (ö. 243/857), Cüneyd-i Bağdâdî (ö. 297/909) ve Hallâc-ı Mansûr’un (ö. 309/921) başını çektiği ikinci kafile ise Bağdat’ta aşk ve tevhid sohbetleri yapıyordu. “İbadetin temeli vera’, vera’ın kökü takvâ, takvânın esası nefs muhasebesi, muhasebenin esası da havf ve recâdır.” diyen Muhasibî, aynı zamanda döneminin kelam tartışmalarında yer alan bir âlimdi.

    Sûfilerin Allah, kâinat ve insan üçlüsü ile ilgili tesbitleri tevhid tartışmalarına bir ivme kazandırırken tenkidleri de alevlendirmiştir. Cüneyd’in tevhidi “kadîm ile hâdisin (sonradan olanın) arasını ayırmaktır.” şeklinde tarif etmesi söz konusu eleştirilerle ilgilidir.

    Hallâc-ı Mansûr’un “Ene’l-Hakk” ifadesiyle zirveye taşınan bu tartışmalar sûfiler arasındaki meşrep farklılıklarını da su üzerine çıkardı. Sûfilerin bir kısmı bu taşkın ve coşkun tasavvufî ifadeleri “temkin ve tedbir ehli”ne yakıştıramazken, bir bölümü haklı görüyordu. Kalabalık bir grup ise, “Doğrusunu Allah bilir.” cümlesine sığınıyordu. Ebû Saîd Harrâz (ö. 277/890) düşüncelerini veciz bir cümle ile ifade ediyor ve tartışmalara nokta koymak istiyordu: “Şeriatın zâhirine muhalif olan her bâtın bâtıldır.”

    Zünnûn-ı Mısrî (ö. 245/859) ile bütünleşen Mısır ekolü marifet ve mahabbet konularını öne çıkarıyordu. Tasavvufî hayatın meselelerine bu açıdan bakıyordu.

    Aynı yüzyılda Horasan-Nişâbur bölgesinde daha farklı bir ses yükseliyordu. Melâmet terimine odaklanan bu sûfilerin açtığı çığır bugün de yaşamaktadır.

    III. yüzyılla birlikte tekke ve dergâhını kuran farklı çizgi, yorum, hatta kıyafetleriyle değişik bir grup olarak İslam toplumunda yerini alan sûfiler arasında “iç tenkid” konuları da gündeme geldi. Bunların en güçlü ve kalıcısı Melâmî-Melâmetî olarak isimlenen dervişler tarafından ortaya konulmuştur. Kınamak anlamına gelen “levm” kökünden türeyen bu kelime Kur’ân-ı Kerîm’de yer alan ve dindar, kâmil bir mü’minin özelliklerinden biri olan “kınayanın kınamasından korkmamak” (Maide, 5/54) ifadesinden alınmıştır.

    Onlara göre tasavvufun esası nefs terbiyesidir. Ancak sûfilerin bazı tavır ve davranışları buna aykırıdır. Çünkü gösterişle iç içedir. Bunların başında tekke ve zaviyeler gelmektedir. Tasavvufî hayatta “gizli”lik esastır. Dervişler için yapılmış özel bir mekânda oturmak veya dervişlere has bir kıyafet giymek “ben dervişim” demektir ve tasavvufun temel esprisine aykırıdır. Dolayısıyla sûfilere ait bir mekân ve kıyafet yoktur, olmamalıdır. Onlar buluştukları her yerde sohbet etmeli, herkesin giyindiği gibi giyinmelidirler.

    Melâmiliğin ikinci esası iyi taraflarımızı gizlemek, kusurlarımızı gizlememektir. Çünkü nefsimiz bunun tam aksini ister. Nefisle mücadelenin ilk şartı onun istediğinin aksini yapmaktır. Kusur ve günahlarımızı başkaları bildiğinde ne olacak? Bizi kınayacaklar. Hiç önemli değil. Çünkü “kınayanın kınamasından korkmamak” esastır.

    Melâmîler’in bu “hayrı izhâr etmemek, şerri izmâr etmemek” esası pek çok tartışmayı beraberinde getirdiği bilinmektedir. Bu tartışmalara girmek istemeyen Kuşeyrî, meşhur Risâle’sinde söz konusu terime hiç temas etmezken, Muhyiddin İbn Arabî Melâmîliğin son ve yüce bir makam olduğunu şu cümlesiyle ifade etmiştir: “Melâmîlik’ten sonra tek bir makam vardır: Peygamberlik.”

    Hamdun Kassâr’la (ö. 271/884) başlayan bu yürüyüş Hacı Bayram-ı Velî’nin müridi Bursalı Dede Ömer’le (ö. 880/1475) Osmanlı topraklarında yeni bir ivme kazanmış, Muhammed Nûru’l-Arabî (ö. 1305/1887) ile son safhaya girmiştir.

    Keşfu’l-mahcûb’un yazarı ilk yüzyıllarda oluşan bu ekolleri sahiplerini ve özellikle vurguladıkları tasavvufî terimleri esas alarak geniş açıklamalarda bulunmuştur. Onun yazdıklarından şöyle bir döküm ortaya çıkmaktadır:

    Muhâsibiye/ Hâris Muhâsibî/ Rızâ,

    Kassâriyye/ Hamdun Kassâr/ Melâmet,

    Tayfuriye/ Bâyezid Bistâmî/ Sekr,

    Nûriye/ Ebû’l-Hüseyin Nûrî/ İsar,

    Sehliye/ Sehl b. Abdullah Tüsterî/ Hevâ-heves,

    Hakîmiye/ Hakîm Tirmizî/ Velâyet-kerâmet,

    Cüneydiyye/ Cüneyd-i Bağdâdî/ Sahv,

    Harrâziyye/ Ebû Saîd Harrâz/ Fenâ-bekâ,

    Hafîfiye/ Ebû Abdullah b. Hafîf/Gaybet-huzur,

    Seyyariye/ Ebû Abbas Seyyârî/ Cem-tefrika.

    Bugün tarikat olarak bildiğimiz tasavvufî ekollerin hiçbiri ilk beş asırda yoktur. Tarikat kurucusu kabul edilen Ahmed Yesevî, Abdülkadir Geylânî, Mevlânâ Celâleddîn…gibi şahsiyetler VI. ve daha sonraki yüzyıllarda yaşayacak isimlerine nisbet edilen tarikatlar ise vefatlarından sonra olgunlaşıp yaygınlaşacaktır.

    Tarikatların yaygınlaşmasıyla birlikte dergahların adedi de çoğalacak, böylece tekke kültürü bütün İslam kültür ve medeniyetinin “olmazsa olmaz” bir unsuru hâline gelecek, hayatın her alanına nüfûz edecektir.

    EĞİTİMİN ESASLARI

    Tasavvufî eğitimin cevabını aradığı sorular şunlardır: İslâm ve Kur’ân’ın ideal mümin olarak gösterdiği insan nasıl yetiştirilebilir? Bir insanı Allah’ın sevmesi ve bir insandan Allah’ın memnun olması için neler yapmak gerekir? Bir diğer ifade ile selim ve sıhhatli bir kalbe sahip olmak için hangi yol ve metodu takip etmek gerekir? Sufîler bu sorular üzerinde yoğunlaşırken öncelikle Kur’ân-ı Kerîm’de geçen “kalp hastalıklarına” yöneldiler. Dindarlığın en büyük engeli olan hasta kalbin değişik görünümleri şöyle sıralanabilir:

    Mühürlü kalp (Câsiye, 45/23)

    Anlayışsız kalp (A’râf, 7/179)

    Görmeyen kalp (Hac, 22/46)

    Kilitli kalp (Muhammed, 47/24)

    Hastalıklı kalp (Bakara, 2/10)

    Sapık kalp (Âl-i İmrân, 3/7)

    Katı kalp (Mâide, 5/13)

    Perdeli kalp (En’âm, 6/25)

    Dağınık kalp (Haşr, 59/19)

    Paslı kalp (Mutaffifîn, 83/14)

    Kalbimizin hürriyetini elde etmesi ve sahibinin huzurunda gerçekten ürperebilmesi (Enfâl, 8/2), gözyaşlarıyla secde edebilmesi için (Meryem, 19/58) sufîler pek çok konuyu gündeme getirmiş, tartışmış ve uygulamıştır. Bu konuda “tek yol, tek metod” yoktur. “Herkesin bir yoğurt yeme” tarzı vardır. Tasavvufî hayatı üçlü bir merhale ile özetleyenler olduğu gibi bunu, dörde, yediye, ona, kırka, yüze hatta binbire kadar çıkaran sufîler de vardır. Bunlara bazı örnekler verilebilir:

    Üçlü tasnif: İlme’l-yakîn, ‘Ayne’l-yakîn, Hakka’l-yakîn

    Dörtlü tasnif: Şerîat, Tarîkat, Hakîkat, Marifet

    Yedili tasnif: Emmâre, Levvâme, Mülheme, Mutmainne, Râziye, Merziyye, Kâmile

    Onlu tasnif: Tevbe, Zühd, Tevekkül, Kanaat, Uzlet, Daimî zikir, Allah’a teveccüh, Sabır, Murakabe, Rıza

    Bu tasniflerden hangisi kullanılırsa kullanılsın sufîler, riyâzet ve mücâhade dedikleri esasları bu hayatın başlangıcında insanlara aktarmışlardır. Kısaca bedenin tabiî ihtiyaçlarını kontrol altına alma, nefsin arzu ve heveslerini zabt u rabt altına alma olarak görülebilecek bu terimlerin alt başlıkları şunlardır: Az yemek, az uyumak, az konuşmak. Bu konu ile ilgili bazı âyetlerin mealleri şöyledir:

    “Kendi hallerine bırak onları, yiyip (içsinler) avunsunlar. Bu arada boş hazları aldatıp oyalasın onları, nasıl olsa günü gelince gerçeği öğreneceklerdir.” (Hicr, 15/3); Gecenin çok az bir kısmında uyurlardı, bağışlanmak için kalplerinin derinliğinden gelerek seher vakitlerinde yalvarırlardı.” (Zâriyat, 51/17-18); “Rahmân’ın has kulları ki, onlar yeryüzünde tevazu ve vakar içinde yürürler ve her ne zaman kötü niyetli, dar kafalı kimseler kendilerine laf atacak olsa sadece ‘Selâm’ derler.” (Furkân, 25/63); “Ve eğer insanlardan birini görürsen ona deki; Ben o sınırsız rahmet sahibi için konuşmaktan kaçınmaya ahdettim…” (Meryem, 19/26)

    Mücâhade ve riyâzetle bedenin hevâ ve heveslerine hâkim olan insan, ikinci merhalede “kendini bil”, “kendini tanı” uyarısının gereğini yapar. Murâkabe ve muhâsebe adını alan bu safhada kişi, mürşidinin rehberliğiyle iç âlemine yönelir. Artı ve eksilerini tespit etmeye, artılarını geliştirmeye ve eksilerini azaltmaya gayret eder. Kendisini ilgilendirmeyen konulardan (malâyâni) uzak kalarak yapması gereken vazifelere ağırlık verir. Tefekkür, tedebbür, derin derin düşünme ile içi içe olan bu dönem, “Kendini bilen Rabb’ini bilir.” hikmetinin farkına varma dönemidir. Kendisine ve çevresine farklı bir “göz”le bakmaya başlayan insan, Hz. Peygamber’in şu duâsının esprisini kavramaya başlar: “Rabbim, eşyanın, dünyanın, kainâtın gerçeğini bana göster.” Ebû Osman Mağribî şöyle diyor: “Bu tasavvuf yolunda insanın nefsine gerekli olan en iyi şey, muhâsebe, murâkabe ve amellerin bilgi ile yerine getirilmesidir.” Cerîr aynı kanaattedir: “Bu yol iki esas üzerinde durur: Sürekli Allah’ın murâkabesini düşünmek ve ilmin gereğini yapmak.” Ebû Hafs, insanlara vaaz edenlere şu ikazda bulunuyor: “Vaaz kürsüsüne çıktığınızda önce kendinize nasihat ediniz. Etrafınızdaki insanlara aldanmayınız. Onlar dışınızı, Allah ise içinizi murâkabe etmekte, denetlemektedir.”

    Nasrabâzî ise havf, recâ ve murakabe arasındaki ilişkiye açıklık getiriyor: “Recâ (ümit) seni ibadete yönlendirir, havf (korku) seni günahtan uzaklaştırır. Murakabe ise seni hakikat mertebesine ulaştırır” (Kuşeyrî, 330-333).

    Hakikat mertebesine ulaşan, Allah’ın istediği bir insan olur, değişik ilaç ve egzersizlerle tedavi olan gönül kalb-i selîm adını alır (Şuarâ, 26/89). Bu kalbin gözü, kainatta başka şeyler görmeye, başka sesler duymaya başlar. “Onlara Rahman’ın ayetleri okunduğu zaman hemen secdeye kapanırlar ve ağlarlar” (Meryem, 19/58; Secde, 32/15).

    Bilmem nideyim

    Aşkın elinden

    Kande gideyim

    Aşkın elinden.

    Meskenim dağlar

    Gözyaşım çağlar

    Durmaz kan ağlar

    Aşkın elinden.

    Yunus

    Sonuç

    Dinî hayat imanı merkeze alan bir hayat olduğu gibi iman da kalp merkezli bir tavır ve kararlılıktır. Dolayısıyla kalp ve gönül eğitimi din ve iman hayatının olmazsa olmaz bir gereğidir. Tasavvuf için bazen ahlak eğitimi, bazen ruh tasfiyesi, bazen nefis terbiyesi ifadesi kullanılmıştır. Bunun için tasavvuf erbabı insanın gönlünü terbiye edebilmek için pek çok yola başvurmuştur. Adayın mizaç, aldığı kültür ve zayıf taraflarına göre farklı usuller uygulayarak onların “Allah tarafından sevilen ve Allah’ı seven” bir mümin olmasının yollarını göstermiştir.

    Söze Yunus’un mısralarıyla başladık. Yine onun otokritiğiyle neticelendirelim:

    Sûfîyem halk içinde tesbih elümden gitmez

    Dilüm marifet söyler gönlüm hiç kabul itmez

    Boynumda icâzetüm riyâyıla tâatüm

    Endişem ayruk yirde gözüm yolı gözetmez

    Söylerem marifeti sâlûslanuram katı

    Miskinliğe dönmeğe gönlümden kibir gitmez

    Hoş dervişem sabrum yok dilimde inkârum çok

    Kulağumdan gireni hergiz içüm işitmez

    Âlem çırâkdur sadır gönlüm bunı gözedür

    Nideyüm Hak korkusı hergiz içümden gitmez

    Görenler elüm öper tâc u hırkama bakar

    Şöyle sanurlar beni zerrece günah itmez

    Taşumda ibadetüm sohbetüm hoş tâatüm

    İç bazâra gelicek bin yıllık ‘ayyâr itmez

    Görenler veli sanur selam virür utanur

    Anca iş koyarıdum el irüben güç yitmez

    Taşum dervîş içüm boş dilüm tatlu sözüm hoş

    İllâ ben itdügümi dînin degşüren itmez

    Yunus eksükligüni Allah’una arz eyle

    Anun keremi çokdur sen itdügün ol itmez.