Titus Burckhardt Gelenekselcilik ve Tasavvuf

Ercan Alkan

  • Sabah Ülkesi - Cover
    1. Hayat Kesiti

    Floransa doğumlu (1908) Titus Burckhardt, Alman asıllı bir İsviçrelidir. Basel’li âilesi ve çevresi aristokrat ve sanatçı kimselerden müteşekkildi. Şöyle ki babası Carl Burckhardt tanınmış bir heykeltraş, amcası Jacop Burckhardt ise eserleri çeşitli dillere çevrilmiş olan -Türkçe de bunlardandır- 1900’lerin ünlü sanat tarihçilerinden biridir. Burckhardt ilk öğrencilik yıllarını Basel’de, Gelenekselci ekolün kurucularından Frithjof Schoun’la birlikte geçirdi. Hiç şüphesiz bu bir rastlantı ya da tesadüf ile açıklanacak bir hadise değildi. Zîrâ kimi ruhlar/canlar birbirlerine ezelden âşinadırlar. Söz konusu âşinâlık ileriki yıllarda, bu ezelî dostluğu daha da pekiştirecekti.

    Âilesi sanatçı olan Burckhardt, erken yaşlarda sanata ilgi duymaya başladı ve âilesi tarafından bir kara kalem ressamı olarak yetiştirildi. Kıta Avrupasında döneminin sanat merkezleri olan İtalya ve İsviçre Burckhardt’ın uğrak mekânları oldu, onun sanat çevreleriyle ilişkiye geçtiği ülkelerin başında yer aldı. Bu sâyede Burckhardt, Batı sanatının imkânları ile buluştu, sınırlarını gördü. Doğu sanatına yöneldi. Doğu sanatına ve teorik zeminine olan bu merakı dolayısıyla Burckhardt’ın yolu Fas’a düştü. Protestan bir geçmişten gelen Burkhardt için Fas, pek çok hususta bir kırılma noktası, pek çok meselede bir dönüşüm imkân ve mekânı oldu. Fas’ta 1934 yılında İslamiyeti benimsedi. Kuzey Afrika’nın yaygın tarikatlarından Şâzeliyye’nin Darkaviyye koluna intisap etti. Gelenekselci bakış açısında pek çok çağrışımları bulunan İbrâhîm ismini ve ikinci bir isim olarak da İzzeddîn’i aldı. Bu yıllarda klasik İslam ilimlerinin dili olan Arapça’yı güzel bir şekilde öğrendi. Ayrıca Tasavvufun klasik eserlerinin okunup şerh ve mütalaa edildiği Karaviyyîn Medresesi’nde, İhyâü Ulûmi’d-dîn (Dîn ilimlerinin canlandırılması) derslerine katıldı. Ona göre İmâm Gazzâlî’nin bu eseri fıkıh ile tasavvuf arasında, yani ilm-i zâhir ile ilm-i bâtın arasında uzlaştırıcı bir rol oynamaktadır.

    1940’lı yılları takip eden ve 1970’li yılları bulan uzun zaman zarfı Burckhardt’ın yayıncılık yıllarıdır. Geleneksel kent mimarisi ve kutsal şehirlere dair prestiji yüksek sanat kitaplarının neşrinde Titus Burckhardt öncü oldu. Lozan ve Olten’deki Urs Graf yayınevinin sanat yöneticiliği ve danışmanlığını yaptı. Önemli Batı klasiklerinin tıpkıbasımlarını gerçekleştirdi.

    Mekânın sağladığı imkândan söz etmiştik… Yine bir mekân ve imkân… Seyyid Hüseyin Nasr ile birlikte 1966 yılında Şam’da İbnü’l-Arabî’nin türbesini ziyaret… Bu ziyarete bir makalesinde değinen Nasr’ın izlenimleri kanaatimizce çok önemli:

    “İbn Arabî’nin türbesinde fevkalede berrak bir kalbe sahip bir velî görüntüsü veren Burckhardt, doktrin yönünü böylesi bir derinlik ve anlayışla incelediği Hakikatin varlığıyla dönüşmüş bir erdemi ve aydınlanmış bir ruhu kendi nefsinde birleştirmişti.”

    Burckhardt’a mekânın sağladığı imkâna değinmeye devam edelim. Fas… Burckhardt’ın geleneksel sanat ve kültürü özümsediği mekânlardan biri… Fas Burckhardt’ın aslında gözde mekânı… Eserlerinde Burckhardt Fas’ın sosyal hayatı ve geleneksel yaşam tarzını yorumlamakla kalmaz, şehrin tarihi doğasının muhâfazasına ve geleneksel sanatların ihyâsına katkıda da bulunmuştur. UNESCO adına 1972-1977 yılları arasında şehrin imarı ve restorasyonunda danışmanlık yaptı. Bütün bu çabaları isminin, hâlen Fas’ta geniş çevrelerce tanınmasına ve saygı görmesine vesile olmuştur. Sanat ve mimârî alanındaki teorik vukûfiyeti, üçer yıllık periyodlarla verilen Ağa Han Mimarlık Ödülleri’nin 9 kişilik büyük jürisinde, 1980 ve 1983 yıllarında olmak üzere iki kez bulunmasına ortam hazırladı. Uzun bir hastalık dönemi geçirdi. 15 Ocak 1984’te 75 yaşında Lozan’da Hakk’a yürüdü.

    1. Düşünce Kesiti

    Hayatından kısa kesitler sunduğumuz Titus Burckhardt, krizde olduğunu düşündüğü modern çağ ve modern insana, ezelî/halidî hikmet ve sahih geleneği anlatma uğraşısına kendi adadı. Büyük bir yekün tutan eserlerini Almanca ve Fransızca kaleme aldı. Eserlerinin tamamı pek çok dile çevrildi. Tasavvuf, geleneksel kozmoloji, geleneksel kent mimarisi, kutsal sanat, İslam estetiği ve sanatı, simya, Budizm, modern psikoloji gibi pek çok konu onun eserlerinde kendine yer buldu. Eserlerini ve düşüncelerini, René Guénon’la başlayan Frithjof Schoun ve Ananda Kentish Coomaraswamy ile devam eden gelenekselci perspektif çerçevesinde değerlendirmek gerekir. Aksi takdirde eserlerinde dile getirdiği meselelere tam anlamıyla girmek okuyucular açısından pek mümkün değildir. Dolayısıyla Burkhardt’ın metafiziğe dair yazdıkları Schoun’un, sanat alanındaki uğraşısı Coomaraswamy’nin, modern dünya ve modern bilim eleştirileri ise Guénon’un açtığı çığırın bir devamı olarak okunmalıdır. Darvinizmi ve modern psikanalizi modern birer sapma olarak görür ve ona göre bu ikisi bireyi kutsaldan (sacred) uzaklaştırarak kutsaldışılığın (profan) kucağına iter. İşte bu nokta, yani kutsaldışılık, ona göre modern insanın krizler ile buluştuğu ve krizlerden kurtulamadığı yerin merkezidir.

    Burkhardt için sanat kutsala uzanış ve kutsalla buluşma enstrümanıdır. Şöyle ki sanat hem zâhirî hem de bâtinî bir hüviyete ya da daha doğru bir ifade ile gerçekliğe/hakikate sahiptir. Bu gerçeklik, gerçekliğini yani güzelliğini Mutlak güzelden alır. Bu yönüyle de İslam sanat ve estetiğinin İslam’ın manevî ve bâtınî öğretileri ile doğrudan ilişkisi vardır. İslam’ın mânevî öğretisinin dili semboliktir, dolayısıyla İslam sanatının dili de sembolik olmak zorundadır. Semboller üzerindeki perdenin kaldırılması ise manevî doktrini yani tasavvufu idrak ile imkân kazanır.

    Sözünü ettiğimiz gerçek, sanatın dili ile tasavvuf doktrini arasındaki zorunlu ilişki, doğal olarak Burckhardt’ı tasavvufun klasik metinleri ile buluşturdu. Şeyh-i Ekber İbnü’l-Arabî’nin ana eseri Fusûsü’l-hikem (La Sagesse des Prophètes, Paris 1955) ve yine ekberî ekole mensup bir müellif olan Abdülkerîm el-Cîlî’nin el-İnsânü’l-kâmil’i (De l’Homme Universel, Paris 1953) üzerinde çalıştığı odak metinler oldu. Mezkûr iki metni telif-tercüme olarak adlandırabileceğimiz bir tarzda Fransızca’ya çevirdi. Bu çalışmaların başta İngilizce olmak üzere İtalyanca, İspanyolca gibi diğer Batı dillerine de çevrilmesi, İbnü’l-Arabî ve ekolüne dönük ilginin artmasına sebebiyet verdi. Batı dillerinde İbnü’l-Arabî ve ekolü uzun yıllar bu çeviriler üzerinde okundu. Burckhardt’ın tasavvuf alanındaki en önemli çalışması, Türkçeye İslam Tasavvuf Doktrinine Giriş başlığı ile çevirebileceğimiz Introduction aux Doctrines ésotériques de l’Islam (Paris 1969) adlı eseridir. Bu eserinde o, tasavvufun temel meselelerini berrak metafizik bir dille yorumlamaya ve tasavvufu geleneksel kökenlerinden koparmaksızın modern dünyada ifade etmeye çalışmıştır. Kitabın ana kurgusu, tasavvuf ve mistisizm, tasavvuf ve panteizm, mârifet ve aşk, tasavvufî tevil ve işârî yöntem, tevhid ve mertebeleri, a’yân-ı sâbite, yaratma ve halk-ı cedîd, insân-ı kâmil gibi tasavvuf doktrinine ilişkin meseleler etrafındadır.

    Tasavvuf söz konusu olduğunda, şaşırtıcı bir şekilde gerek İslam dünyasında belirli çevrelerin gerekse oryantalistlerin söz birliği etmişçesine üzerinde durdukları ve benzer fikirleri savundukları bazı meseleler vardır:

    Bunlardan ilki tasavvuf ilmi ya da doktrini İslamî bir kökene sahip midir? Daha açık ifade ile tasavvuf Kur’an ve sünnet kaynaklı mıdır? Yoksa dış kaynaklı kültürlerden -mesela Hint- alınan ve etkilenen bir doktrin midir? Aslında bu soruların muhataplarını götüreceği kısa ve peşin sonuç şudur: Tasavvuf İslam-dışıdır. Bu noktada Burckhardt, tasavvufun İslam âlemindeki merkezî yerinin tasavvufa dışardan bakanlarca –bu bir oryantalist de olabilir Müslüman da farketmez- kolay kolay kavranamayacağı kanısındadır. Ona göre içerden tasavvufa nazar edildiğinde, İslam toplumunda tasavvufun yerinin kalbin bedendeki yeri gibi olduğudur. Kısacası tasavvuf olmazsa olmazdır. Tasavvuf İslam toplumu için bir âb-ı hayattır, can damarıdır. Dolayısıyla tarihî tecrübe bize, tasavvufî geleneğin İslam-dışılığı tezinin pek kabul görecek cinsten, matah bir husus olmadığı yönünde veriler sunmaktadır. Tasavvufun İslam-dışı olduğu yönündeki yargıyı kabul edenlerin tasavvuf geleneğini ve İslam’ı çok iyi bilmediklerini ve İslam’ın içine nüfuz edemediklerini söylemek gerekir. Şöyle ki Burckhardt’a göre derinlemesine nüfûz edildiği zaman, Kur’an’ın dili ile tasavvufun dilinin aynı olduğu görülür.

    Sözünü etmeye çalıştığımız bir diğer mesele ise yine İslam-dışılık ile irtibatlı olarak tasavvufun mistik bir felsefe ya da panteist bir düşünce olduğu tezidir. Burckhardt bu teze de karşı çıkar ve salt zâhirî bir takım benzerliklerden hareketle bu yargıya varıldığı kanaatini taşır. Burckhardt’a göre panteizmin kişiyi götüreceği yer, kaba bir natüralizm ve materyalizmdir ki bunun tasavvufun kendi sâliklerini ulaştırmaya çalıştığı gâye ile uzaktan yakından bir alakası yoktur.

    Peki, Burckhardt’a göre tasavvuf doktrini nedir? Bir felsefe midir? Hayır! Bütünüyle beşerî bir düşünüşün ürünü müdür? Hayır! Ona göre tasavvuf İslam’ın bâtınî yönüdür, özüdür. Dolayısıyla, tasavvuf doktrini de öz olarak Kur’an’ın tasavvufî bir yorumudur. Bu bağlamda doktrinin temel ilkesi de hiç şüphe yok ki tevhiddir. Yani Allah bes, bâkî hevestir.