MODERN İSPANYOL ROMANINA KISA BİR BAKIŞ

  • Sabah Ülkesi - Cover
  • Mehmet Sait Şener

    İspanyol romanının 20. yüzyıldan itibaren ne gibi değişimlere uğradığına ve günümüzde ne tür eğilimler gösterdiğine yüzeysel de olsa bir bakış atmadan evvel ortak bir dil ve tarihi paylaşmalarına rağmen edebiyat alanında Hispanoamerika ile İspanya arasındaki farklılıklara kısaca değinme ihtiyacı hissediyorum, zira çoğu zaman İspanyol edebiyatından anlaşılan, biri ülke, diğeri kıta edebiyatı olmasına rağmen hem İspanya hem de Hispanoamerika edebiyatıdır, yani İspanyolca kaleme alınmış edebiyattır. Öncelikle Güney Amerika ve Latin Amerika terimleri, İspanyolcanın resmî dil olduğu 18 ülkenin (Porto Riko’da da İngilizcenin yanı sıra İspanyolca da resmî dildir, ancak Porto Riko ülke değil, ABD’ye bağlı bir özerk bölgedir) kolektif tarihinden farklı bir geçmişe sahip olan eski Portekiz kolonisi Brezilya’yı da (ve hatta Fransız kolonilerini de) içine aldığından Hispanoamerika edebiyatından bahsetmek daha doğru olacaktır.

    Hispanoamerika’nın 18. yüzyılda başlayıp 19. yüzyıl boyunca süren bağımsızlık mücadelesi, edebiyat alanında kendini hissettirmiştir. Koloni dönemi edebiyatından emperyalist güçlere karşı ulusal bir kimlik inşası yolunda kolektif olarak Hispanoamerika’ya ve ardından her bir ulusa hitap eden yerel edebiyatlara geçiş, romantizm ve natüralizm gibi çeşitli türlerde verilen eserlerle mümkün olmuştur. Ancak bu türlerin en kabul göreni, Nikaragualı şair Ruben Darío’nun Azul… (1888) adlı eserinin başı çektiği modernizmdir. Stile, estetiğe önem veren, güzellik, egzotizm, direniş gibi konuları işleyen ve İspanyol edebiyat çevrelerine bile ilham vermiş olan bu akımı ise realizm, sürrealizm ve çeşitli avangart akımlar takip etmiştir. Özellikle 1940’lara kadar baskın olan realist romanlar yerini sıradan insanların toplumsal sorunlarını gerçeküstü öğelerle bezeyerek anlatan yeni bir türe bırakacaktır. Juan Rulfo, Miguel Ángel Asturias gibi yazarlarla üne kavuşan ve büyülü gerçekçilik anılacak olan bu tür, 1960’larda başlayan boom dönemiyle birlikte Hispanoamerika edebiyatını yeni ufuklara taşır. Dünyada Latin Amerika edebiyatıyla özdeşleştirilen büyülü gerçekçiliğin yanı sıra en çok tanınan tür ise muhtemelen diktatörlük romanıdır. Facundo (1845) ve El señor Presidente (1946, Sayın Başkan, Yordam Kitap) gibi kitaplarla çıkış yapan bu tür romanlar, 70’lerden sonra diktatörlükler ve buhranlarla boğuşan Amerika ülkelerinde daha da yaygınlaşmıştır. Günümüzde Roberto Bolaño gibi yazarların büyülü gerçekçiliğe direndiği bir postboom, hatta antiboom edebiyatı hasıl olmuşken, uyuşturucu tacirliği, karteller, yozlaşma, şiddet, modern dünyada değişen toplum ve birey, feminizm, cinsellik gibi konular revaçtadır. Tüm bunları göz önünde bulundurduğumuzda Hispanoamerika edebiyatının İspanyol edebiyatından farklı yönde geliştiğini gözlemek mümkündür; İspanya’dan koparak diğer Avrupa ülkelerinin (bilhassa Fransa, İngiltere ve Almanya) edebiyatlarından etkilenmiş, hatta İspanya’ya karşı bir tavır sergilemiştir (Örneğin Borges, Cervantes’den sonra gelen bütün İspanyol şair ve yazarları sert bir dille eleştirmekteydi). İspanyol edebiyatı Franco döneminde sekteye uğramışken Hispanoamerika edebiyatının dünyaya açılmasıyla bu ara daha çok açılmış, istisnalar dışında İspanyol edebiyatı hor görülür olmuştur. Javier Marías, Enrique Vila-Matas, Antonio Muñoz Molina gibi dünya edebiyatında ses getiren yazarlara rağmen İspanyol edebiyatı hâlen Güney Amerika ülkelerinde yeterince tanınmamaktadır.

    Asıl konumuz olan İspanyol edebiyatına dönecek olursak, İspanya’da edebiyat alanındaki gelişmelerin, İspanya’nın 1898 krizi ile Afrika’dakiler dışındaki son kolonilerini kaybetmesi, 1923’te Primo de Rivera’nın diktatörlüğü, sosyopolitik huzursuzluk, 1936 ile 1939 yılları arasında ülkeyi kaosa sürükleyen iç savaş ve 1975’e kadar süren Francisco Franco’nun diktatörlük döneminden büyük ölçüde etkilendiğini söyleyebiliriz. İç savaşın ardından İspanyol yazarlar hayatlarını sürgünde sürdürmek ile İspanya’da kalıp devlet sansürüne boyun eğmek arasında bir seçim yapmak zorunda bırakılmışlardır. Savaş sonrası edebiyatının bir parçası olan sürgündeki yazarlar ekseriyetle iç savaş, savaş öncesi İspanya, vatan hasreti ve yurt dışında yaşadıkları kimlik bunalımı hakkında eserler vermişlerdir. Bu gruba ait önde gelen yazarlar arasında Ramón J. Sender, Max Aub, Francisco Ayala ve Juan Goytisolo sayılabilir. Unamuno’dan, Pío Baroja’dan, Valle-Inclán’dan miras kalan savaş öncesi İspanyol romanı, Benito Pérez Galdós gibi 19. yüzyılın gerçekçilik akımının önderlerinden etkilenerek yoluna gerçekçi eserler üreterek devam etmeye çalışmıştır. Gerçekçilikle bağdaştırılan tremendismo akımı savaş sonrası İspanyol toplumunda dışlanmış bireylerin, bilhassa kırsal kesimde yaşayanların hayatlarını şiddet, yoksulluk, ahlaki çöküntü, çaresizlik ekseninde aktaran eserlerden oluşur. Camilo José Cela’nın La familia de Pascual Duarte (1942, Pascual Duarte ve Ailesi, Olvido Kitap), Carmen Laforet’in Nada (1945, Hiç, Metis), Ana María Matute’nin Los Abel (1948) ve Miguel Delibes’in La sombra del ciprés es alargada (1948) eserleri bu akımın en tanıdık örneklerindendir.

    1950’li yıllardan itibaren toplumsal içerikli romanların sayısı artmış, ardından Franco’nun ölümüne kadar yeni içerik, anlatı ve teknik arayışlarının sonucu olan deneyselcilik akımı İspanyol romancılar arasında popülerlik kazanmıştır. 1975’ten günümüze kadarki süreçte ise küreselleşme ile yazarların dünya edebiyatındaki trendlere kolaylıkla erişmesi, okur yazar sayısındaki artış ile yayınevlerinin çoğalması, kitabın her zamankinden daha çok ticarileşmesi ve highbrow/lowbrow edebiyat ayrımının arasının gitgide açılması gibi birçok nedenden dolayı dünya edebiyatında genel olarak gözlenen bir türler karmaşası İspanyol edebiyatına da hâkim olmuştur.

    21. yüzyıl İspanyol edebiyatına, daha doğrusu çağımızın baskın türü olan romana yoğunlaşırsak, hâlâ polisiye roman gibi popüler alt türlerin, geleneksel anlatı biçimlerinin, iç savaş veya ekonomik buhran gibi yerel, millî konuların günümüz piyasasında geniş yer bulduğunu söylemek mümkündür. Javier Cercas ve Almudena Grandes gibi popüler yazarların kendilerini İspanyol değil İspanyolca yazarlar olarak takdim etmelerine rağmen eserlerinde ulusal kimliklerinden sıyrılamamaları buna örnek teşkil eder. Bunun yanı sıra Carlos Ruiz Zafón gibi gizem ve gotik roman, Javier Casillo gibi gerilim, Arturo Pérez-Reverte ve Ildefonso Falcones gibi tarihî roman dalında yazan yazarların eserleri daima çoksatarlar arasında yerlerini almaktadır (Casillo dışında diğer yazarların eserleri Türkçe dâhil birçok dile çevrilmiştir). Bu alt türlerden bilhassa gizem ve noir dalında yazılan eserler ise çoğu zaman arka plan olarak iç savaş ve savaş sonrası İspanya’yı seçmektedir. Kimi eserler yeni neslin yabancı olduğu bu yakın tarihin şaibeli, hatta egzotik atmosferinden nemalanırken, kimi eserler konunun popülaritesini geçmişle yüzleşme fırsatına çevirmektedir. Her hâlükârda günümüz İspanyol yazarlarını en çok meşgul eden konulardan birinin iç savaş ve etkileri olduğu aşikârdır, zira savaşın bitiminden bu yana savaşla doğrudan veya dolaylı olarak alakalı yüzü aşkın roman yazılmıştır. İspanyol halkının kolektif bilincine gömülü olan bu travma, son zamanlarda farklı şekillerde tekrar gün yüzüne çıkmaktadır. 

    Franco’nun 1975’teki ölümünün ardından demokrasiye geçiş sürecinde sağ ve sol partiler tarafından alınan Pacto del olvido (Unutuş Paktı) kararı, İspanya’nın geleceğine odaklanmak için geçmişi geride bırakmayı amaçlıyordu. Geçmiş irdelenmeyecek, diktatörlük döneminde yaşanan şaibeli ölümler, mahkûmiyetler ve işkenceler araştırılmayacaktı. 2000 yılında kurulan Tarihî Belleğin Telafisi Derneği gibi derneklerin çabalarının ardından 2007 yılında yürürlüğe giren Tarihî Bellek Yasası, iç savaş ve diktatörlük sürecinde işkence ve şiddete uğrayanların haklarını korumayı amaçlıyordu. Her ne kadar Mariano Rajoy hükümeti döneminde yasadan aktif olarak yararlanılamasa da Pedro Sánchez’in başkanlığındaki mevcut hükümet, Franco’nun mezarını Valle de los caídos’dan (Şehitler Vadisi) çıkarmak için yasayı düzenlemek için ilk adımları atmış bulunmakta. Mevzubahis dernek gibilerinin yaptığı toplu mezarların açılması ve cesetlerin kimliklerinin belirlenmesi işi ise bu hükümetle birlikte hızlanacağa benziyor (El Diario’nun haberine göre şimdiye kadar 2591 toplu mezardan 120.000 kişi çıkarıldı). 

    Tüm bunlarla birlikte iç savaş edebiyatında da büyük bir yükseliş var. İspanyol halkı önceden bir utanç olarak addettiği geçmişiyle yüzleşmeye çabalıyor ve edebiyat da bu yönde kullanılan araçlardan biri. Örneğin 2001’de yayımlanan Soldados de Salamina (Salamina Askerleri, çev. Gökhan Aksay, Jaguar Kitap), İspanya’da birçok ödül almış, kısa süre içinde büyük bir üne kavuşmuş bir iç savaş anlatısıdır. Romanın yazarı ve anlatıcısı Javier Cercas bu trajik olayın ona doğrudan tanıklık etmeyen yeni nesil için ne ifade ettiğinin göstergesidir ve cumhuriyetçi ve milliyetçi gibi ifadelerin arasındaki çizginin ne denli ince olduğunu eserinde sergiler. Bu vurguyu yapan bir başka eser de Juan Eslava Galán’ın La mula (2003) adlı romanıdır. Her iki eser de bu iki grubun sıradan halk için hiç de iki zıt kutup olmadığını, üçüncü bir İspanya’nın var olduğunu, hayatta kalabilmek için şu veya bu yolu seçmiş olanların unutulmaması gerektiğini hatırlatır. Bu tür iç savaş anlatılarına bir katkı da son dönemin en tanıdık yazarlarından biri olan Almudena Grandes’den gelmiştir. Hâlen yazmayı sürdürdüğü altı kitaplık tarihî roman serisiyle savaş suçlusu Nazi askerlerinin nasıl Franco dönemi İspanyası tarafından himaye edilip Güney Amerika’ya geçişlerinin sağlandığı gibi İspanyol halkının bile yabancı olduğu konulara ışık tutmaktadır. 

    İspanya’yı 1959’dan bu yana endişelendiren sorunlardan bir diğeri de Bask bölgesinin bağımsızlığı adına silahlı eylemlerde bulunan ETA’ydı. 2017’de silah bırakması ve 2018’de dağılışına kadar ülkenin çeşitli yerlerinde yaptığı saldırılarla 800’den fazla kişinin ölümüne sebep olan bu örgüt, İspanyol edebiyatında da otuzu aşkın eserde yer bulmuştur. Bunlardan biri de Bernardo Atxaga’nın 1993 yılında yayımlanan Gizona bere bakardadean (Yalnız Adam, çev. Ayfer Teker García, Aylak Adam) adlı romanıdır. 1998 tarihli Zeru horiek (Yalnız Kadın, çev. Mesut Özden Gözütok, Aylak Adam) gibi bu eserinde de eski bir ETA üyesi olan başkahraman vasıtasıyla örgütün bireyler üzerinde bıraktığı etki ve topluma tekrar entegrasyonları esnasında yaşadıkları zorlukları irdelemektedir. Fernando Aramburu’nun Los peces de la amargura (2006) ve Patria (2016) adlı romanları ise ETA’nın mağdur ettiği sıradan insanları konu alır. 

    Diğer Avrupa ülkeleri gibi İspanya’yı da etkileyen mülteci sorunu da edebiyata tesir eden bir başka konudur. Güney Amerika, Doğu Avrupa ve Kuzey Afrika’dan çok sayıda göç alan İspanya’nın bir geçiş merkezi olarak konumu, İspanya’ya yerleşen göçmenlerin hayatları ve burada karşılaştıkları zorluklara değinen romanlara José Ovejero’nun Nunca pasa nada (2007), Belén Gopegui’nin El padre de Blancanieves (2007) ve Ángeles Caso’nun Contra el viento (2009) adlı eserleri örnek verilebilir. Özellikle Chirbes iç savaştan bu yana İspanyol toplumunu mercek altına alan eserler kaleme almıştır. Franco döneminde diktatörlük karşıtı insanların hayatını konu alan La larga marcha (1996), 60’lı yıllarda komünizm uğruna mücadele vermiş bir grup arkadaşın yıllar sonra bir araya gelişini anlatan Los viejos amigos (2003, Eski Dostlar, Özgür Yay.), İspanya’yı krize sürükleyen gayrimenkul spekülasyonunu/emlak balonunu, İspanyol sosyetesi ile topluma sirayet eden yozlaşmayı irdeleyen Crematorio (2007) ve son olarak da İspanya’da 2008’de baş gösteren ekonomik krizin yıktığı hayatları, her yaştan insanda yarattığı hayal kırıklığı ve çöküntüyü gözler önüne seren En la orilla (2013, Bıçak Sırtında, Tekin Yay.), İspanya’nın son seksen yılının analizini içerisinde barındırır. 

    Diğer yandan günümüz İspanyol yazarları arasında Javier Marías veya Enrique Vila-Matas gibi kendilerini çevreleyen zaman ve mekândan sıyrılarak eser üretenler de vardır. Ayrıca bu, mevzubahis yazarların Ortega y Gasset’in bahsettiği İspanyol çevrelerden nasiplenmedikleri anlamına gelmez, zira filozofun dediği gibi “Yakın çevremizi kuşatan şeylerin bizim gözümüzde anlam kazanabilmeleri için aramıza mesafe koymamız gerekir.” (Quijote Üzerine Düşünceler, YKY). Evrensel ustaların izinden giden, okur kitlesi kaygısından büyük ölçüde arınmış, Hispanoamerika edebiyatı yazarlarının eleştirdiği İspanya’daki ödül furyasına kapılmamış bu tür yazarların uzun vadede İspanyol edebiyatının temsilcileri olacakları aşikârdır.

    Son olarak birçok ulusal edebiyat modelinde gözlendiği üzere modern İspanyol edebiyatı eserlerini, günümüz İspanyol toplumunu sorunları ve eğilimleriyle geçmiş veya şimdiki zaman ekseninde irdeleyen eserler ile günümüz İspanyol toplumunun sorunlarına sırt çeviren eserler olarak ikiye ayırmak mümkündür. Aşağı kalır yanı olmadığını düşündüğüm ikinci kategorinin birincisine de ışık tuttuğunu hatırlatmak gerekir, çünkü polisiye, tarihî roman, fantezi gibi türlerin yok satıyor olması zamane okurunun kaçış edebiyatı merakı, “film tadında” kolay sindirilebilir eserlerin çekiciliği, edebiyatın eğitim aracı değil eğlence kaynağı da olabileceği düşüncesinin yaygınlığı, internet çağında global trendlerin nüfuzu gibi birçok sebebe dayanır. Bununla birlikte 2008’de başlayan ekonomik krizle zirveye çıkan hayal kırıklığı hissi, İspanya’nın Avrupa’da Yunanistan’dan sonra ikinci en yüksek işsizlik ve Batı Avrupa’daki en vahim beyin göçü oranına sahip olması, zamlar ve kesintilerin tetiklediği 15-M protestoları, Bárcenas ve Gürtel skandalları gibi yolsuzluk olaylarının halkın siyasilere güvenini kökten sarsması, 2017’de patlak veren Katalan krizi gibi ülkenin son dönemine damga vuran hadiseler, edebiyata da şu veya bu şekilde yansımıştır ve yansımaya da devam edecektir. Her ne kadar 21. yüzyılda dünya edebiyatı karşısında ulusal edebiyat mefhumunun ne anlam taşıdığı tartışılsa da evrensel olanlar kadar yerel eğilimlerin, türlerin ve konuların da yazar ve okur kitlelerine nüfuzu geçerliliğini korumaktadır.