İNSAN OLMAK NEDİR? DOĞU ASYA PERSPEKTİFLERİ

  • Sabah Ülkesi - Cover
  • İnsan olmak nedir? Doğu Asya gelenekleri bu soruya çok farklı cevaplar verir; öyle ki cevaplar gelenekler içinde bile farklılık gösterir, bunun yanında çoğumuzun aşina olduğu İbrahimî dinlerin verdiği cevaplardan da ayrışır.

    İbrahimî dinler yahut Yahudilik, Hristiyanlık ve İslam, düşünce tarihçisi Arthur Lovejoy’un “varlığın yüce zinciri” dediği şeye insanları dâhil eder. Ezel-ebet kadir-i mutlak Tanrı, melekleri, insanları, hayvanları, bitkileri, cansız nesneleri ve hatta uzay ve zamanı bizzat yaratmıştır. (M.S. 4. yüzyılda yaşamış Hristiyan filozof Aziz Augustinus’un dediği gibi “Tanrı kâinatı yaratmadan evvel ne yapıyordu?” sorusuna verilecek cevap “zor sorular soran insanlar için Cehennemi yaratmakla meşguldü” değildir. Bu soruya verilecek cevap şudur: Tanrı kâinatı yaratmadan evvel zaman yoktu, dolayısıyla bir evvel de yoktu.) İnsanlar ve melekler Tanrı’nın en yüce mahluklarıdır, çünkü ölümsüz ruhları vardır, mükemmel olmasa da akılla kavrama ve sevme yetileri Tanrı’nın suretinde biçimlenmiştir. Cismani ölüm gelip çattığında cisimsiz ruh bedenden ayrılırken Tanrı’nın şanına namzet olmak, insanlar için en büyük nimettir. İnsanlar, kendilerinden düşük hayvanlar ve maddi dünya üzerinde hâkimiyete sahiptir, bu da tıpkı hakim bir hükümdar gibi onlara hikmetle hükmetmeyi gerektirir, bir zorba gibi bencilce istismar etmeyi değil. Bu görüşü felsefi açıdan dile getiren büyük düşünürler arasında (alfabetik sırayla) şu isimler bulunur: Augustinus, İbn Rüşd, İbn Sînâ, Maimonides, Saadia Gaon ve Thomas Aquinas. Bu düşünürler bu görüşleri kutsal kitapların içinde bulmuşlardır, ancak Platon ve Aristoteles felsefesinin sunduğu kavramların yardımıyla akılcı biçimde aydınlatmayı da ihmal etmemişlerdir.

    Bu dinî ve felsefi geleneklerle Doğu Asya’nın muhtelif dinî ve felsefi gelenekleri arasında birçok zıtlık bulunur. Doğu Asya’dakilerin hiçbiri tek-tanrılı değildir. Örneğin Taocular, kelimesi kelimesine “Yol” anlamına gelen “Tao”nun “Gök ve Yer’den önce” var olduğuna ve bir bakıma “sayısız şeyin anası” olduğuna inanırlar. Fakat bu, İbrahimî dinlerin zati Tanrısı değildir. Budizm, Taoculuk ve Konfüçyüsçülükte ölümsüz ruhlara inanmak halk nezdinde yaygındır, ancak her bir geleneğin en muttali felsefi savunucuları, “tanrılar”dan ve ölümsüz “ruhlar”dan konuşmayı “mahir vasıta” tasavvur ederler.

    Sanskritçede upāya denen “mahir vasıta”, bir öğretinin içeriğini işitenin anlama seviyesine uydurma yöntemidir. Örneğin, halkın inandığı Budist öğretileri, cehennem dehşetlerinin ve “Has Ülke” hazlarının tafsilatlı anlatımlarıyla doludur. Buna karşın felsefi açıdan muttali Budistler bu anlatıların asıl itibarıyla sahih olmadıklarını söylerler; iyi bir insan olmak için derin sebepleri anlamaya vakti olmayan ve/veya zekâsı yetmeyen kişileri erdeme teşvik etmek için uydurulduğunu dile getirirler. Daha çok bir Budist öğretisi olarak bilinse de Konfüçyüsçülüğün de kendine özgü “mahir vasıta” türü vardır. Antik Konfüçyüsçü filozof Xunzi (M.Ö. 3. yüzyıl) der ki muttali bir insan örneğin yağmur ritüellerinin yağmur yağdırmadığını; ritüelin yalnızca kriz esnasında insanların ortak duygularını ifade etme ve yönlendirmenin bir şekli olduğunu bilir. Aynı şekilde cenaze merasimleri de ruhani varlıklar üzerinde hiçbir tesirde bulunmaz; tek maksadı, yine insanların keder hislerini yönlendirme ve ifade etme imkânı sunmasıdır.

    Doğu Asya düşüncesinde “insan doğası” hakkında canlı bir tartışma vardır, fakat ekollerin hiçbiri İbrahimî dinlerinkine benzer bir görüşü savunmaz. Üç ana fikir şöyledir; insan doğası iyidir, kötüdür, ya da boştur, ancak bunların hiçbiri bizim bu kavramlardan umduğumuz anlamı karşılamaz. İnsan doğasının iyi olduğu görüşünü ilk savunan Mengzi’dir, kendisi M.Ö. 4. yüzyılda yaşamış bir Konfüçyüsçü filozoftur. İnsanları kuşlardan ve hayvanlardan ayıran farkın narin olduğunu söyler Mengzi; asil insan o farkı korurken aşağılık insan yok eder. Peki bu narin fark nedir? İnsanlar, içten gelen erdemli duygulara ve eylemlere yönelik doğuştan olsa da sonradan filizlenen eğilimlerle donatılmışlardır. Örneğin, bir çocuğun bir kuyuya düşmek üzere olduğunu aniden gören herhangi bir normal insan birden telaşlanacak ve merhamet hissiyle dolacaktır. Tarımdan benzetmeler kullanan Mengzi, bu tepkiyi ihsan erdeminin “tomurcuklanması” olarak tasvir eder. Aynı şekilde herkes, bazı şeyleri yapmaktan utanç duyar. Örneğin bir dilenci, kibirle verilen bir sadakayı reddedebilir. Bu tepki, “dürüstlük” erdeminin “tomurcuklanması”dır. Bütün insanların erdeme yönelik doğuştan olsa da sonradan filizlenen bu yetiye sahip olması anlamında insan doğasının iyi olduğunu söyler Mengzi. Ne var ki bütün insanların tamamen erdemli olduğuna dair naif görüşü benimsemez. Nasıl ki bir şeftali ağacının tomurcuğu henüz bir ağaç değilse ihsan ve dürüstlük tomurcukları da olgun erdemler değildir. Tomurcukları muhakeme vasıtasıyla “genişletmek” icap eder.

    Mengzi, ayrıca cismani arzularımızın da doğal olduğunu ve tabiatı gereği kötü olmadığını söyler. Ancak cismani açıdan arzuladığımız şeyin peşinden gitmeye birden öyle bir şevk duyarız ki düşünme ihtiyacı hissetmeyiz bile. Bu da arzularımızın peşindeyken hiç umursamadan başkalarını incitmemize yol açabilir. Gördüğümüz üzere, Mengzi içten gelen erdemli tepkileri gösterdiğimizi de düşünür. Ancak “tomurcuklarımızın” her zaman gerektiği gibi tepki verdiğini kastetmez. İçinde bulunduğumuz durumlara dikkat etmemiz için muhakemede bulunmamız ve örneğin merhamet hissinin mi yoksa utanç duygusunun mu münasip tepkiler olduğuna karar vermemiz gerekir. Erdemli bir insan, kendi durumuna dair düşünce dolu bir dikkat vasıtasıyla erdemlerini işlemeye yönelir. Örneğin kişi bir masada yemek yerken kendi payına düşenden fazlasını alıp almadığına dikkat etmelidir (böylece merhamet ve utanç tomurcuklarını faal hâle getirir).

    İnsan doğasının iyi olduğunu söyleyen Mengzi’nin düşüncesi nihayetinde geleneksel Konfüçyüsçü görüş hâline gelir. Ancak, yüzyıllar boyunca birçok Konfüçyüsçü, (daha önce bahsedilen) Xunzi’nin görüşünü daha makul bulmuştur; ona göre insan doğası kötüdür. İnsan doğasının kötü olduğunu söyleyen Xunzi’nin görüşünü insan doğasının şerli olduğunu söyleyen Hristiyanlığın genel görüşünden ayırt etmek önemlidir. Çığır açan eseri İtiraflar’da Augustinus, insanın sırf kötülük yapmak uğruna kötülük yapma yetisinin olduğunu söyler. Henüz bir delikanlıyken arkadaşlarıyla birlikte armut çaldıklarını ama hiç aç olmadıkları için armutları attıklarını anlatır. Düşüncelerini ve hislerini araştırmış ancak sırf çalma uğruna çalma dışında bu eylemi için hiçbir gerekçe bulamamıştır. Augustinus gibi Hristiyanlar, insan doğasının kökenindeki bu şerri Cennet Bahçesinde Âdem ve Havva’nın günah işlemelerine atfederler; onlar, hayır ve şer bilgisi ağacının meyvesini açıklanamaz biçimde yemeyi seçmişlerdir, hem de Tanrı’nın emri aksi yönde iken. Bu eylemleriyle insan doğasını harap etmişler ve bunu vârislerine aktarmışlardır.

    Xunzi, böyle vahim bir şeyden bahsetmez. İnsan doğasının kötü olduğunu söylerken sadece insanların tabiatları gereği sırf kendi çıkarını düşünen varlıklar olduğunu kasteder. İnsanlar olarak, doğal ve kendi çıkarımıza dürtülerimizi takip ettiğimizde birbirimizi karşılıklı yok edecek bir çatışma içine girdik demektir. Bu yüzden, kaotik, düzensiz ve tahripkâr durumlara mahal verdiği için insan doğası “kötü”dür. Neyse ki insanlar umutsuz değildirler. Xunzi der ki kadim bilgeler dürüstlüğü ve doğamızı dönüştürme ritüelini keşfettiler. Topluma karışma ve ahlak eğitimi sayesinde kişi, cismani arzularla tatmin olmak yerine dürüstlüğe ve ritüele sevgi duymayı öğrenir.

    Xunzi kendi “varlık zinciri” tasavvurunu sunar, ama bu İbrahimî dinlerdekiyle özdeş değildir. Xunzi’ye göre ateş ve su “yaşam enerjisi”ne sahiptir, ama yaşama değil. Bitkiler yaşam enerjisine ve yaşama sahiptir, ama bilince değil. Düşük hayvanlar yaşam enerjisine, yaşama ve bilince sahiptir, ama dürüstlüğe değil. Gördüğümüz üzere Xunzi için bu dürüstlük doğuştan değildir. Topluma karışma sayesinde kazanılan bir şeydir. Buna karşın, Xunzi’nin düşüncesine göre insanların dürüstlüğü kazanma yetisi bizi maymunlar gibi diğer hayvanlardan ayırt eder. Bu ayrıca karmaşık toplumsal yapılar biçimlendirme kabiliyetini de sunar bize, böylece başka hayvanlar üzerinde tahakküm kurar ve fiziksel çevremizi denetim altına alabiliriz.

    Budistler insan doğasının boş olduğunu iddia ederler. Bu gerçekten iç karartıcı bir düşünceymiş gibi bir his verir. Ancak tam da bazı Budistlerin dile getirmekten hoşlandıkları gibi dolma kabiliyetimiz olduğu için boşuz. Doğamız “boş”tur çünkü daimî, bağımsız bir kimlikten yoksunuz. Bazı Budistler, var olan her şeyin faniliğini vurgulayarak boşluğu savunurlar. Biyolojinin bize öğrettiği üzere bedenlerimizdeki yaşam durmadan kimyasal değişimlere maruz kalır, fiziğin bize öğrettiği üzere maddenin nihai unsurları durmadan hareket eder ve hatta tam manasıyla belirli durumlardan yoksundur. Zihinsel durumlarımız da aynı derecede gelip geçicidir. Algılarımız, düşüncelerimiz, hislerimiz ve arzularımız bir andan diğerine farklılık gösterir. Bir andan diğerine sanki aynı “ben” yokmuş gibi olur!..

    Birçok düşünür, insanın ölümsüz ruhunu Budist görüşün yadsıdığına karşı çıkmıştır. İnsanın ölümsüz ruhu “Ben”dir; “Ben görüyorum”, “Ben düşünüyorum” ve “Ben hissediyorum” derken bahsi geçen özne. Descartes gibi Hristiyan filozoflar ve İbn Sînâ gibi Müslüman filozofların iddia ettikleri gibi, nasıl ki sıcak veya soğuk, sert veya yumuşak gibi fiziksel niteliklere sahip fiziksel madde olması gerekir, öyle de haz veya acı, seçme veya reddetme gibi zihinsel niteliklere sahip bir zihinsel ruhun olması da lazım gelir. İlk Budistlerin bu düşünürlerle herhangi bir münasebeti yoktu, fakat Hint felsefe okullarından Nyāya gibi benzer iddialarla karşılaştılar. Bir ruh olması gerekir iddiasına karşılık Budistler, haz veya acının kendisine ilaveten haz veya acıyı tecrübe eden gizemli bir ruhani “şey” farz etmenin lüzumsuz olduğunu düşündüler. Bir başka deyişle Budistler, nitelikler ve olaylar dünyasında yaşadığımızı söylerler, şeyler dünyasında değil. Nitelikler ve olayların var olduğunu zaten biliyoruz (Haz ve acının yahut gelişme ve çökmenin var olduğunu kim inkâr edebilir?). Bununla beraber, bu niteliklerin veya olayların sahipleri veya failleri olan gizemli “şeyler” derken kastedilen nedir? Dahası, Budistler ruhların bizatihi herhangi bir nitelikten yoksun olması gerektiğini söylerler. Ruh, (iddiaya göre) hisseden ve arzulayan şey olsa da bu duygulardan ve arzulardan ayrık olduğundan, kendi içinde bir duygu veya arzuya sahip olmamalıdır. Ama niteliksiz bir şey tasavvur etmek imkânsız görünür. Niteliksiz olmasına rağmen ruh var olmuş olsa bile böyle bir durumda bir kişinin ruhunu diğerininkinden nasıl ayırt edebilirdik?

    Şeylerin boşluğunu bir hüzün ve telaş sebebi olarak görmez Budistler. Aksine onlar için bu, sevinç nedenidir. Ben olmadığı için bencil olmak için de neden yoktur. Budist görüşe göre bencillik bir şeye ilelebet sahip olma arzusudur. Ne yazık ki ne sahip olacak daimî bir ben ne de sahiplenecek daimî bir şey vardır. Dolayısıyla bencillik çifte bir yanılsama üzerine kurulur. Aydınlanmış insan acıyı dindirme ve mutluluğu çoğaltmanın yollarını arayacaktır, ancak “kendi” mutluluğunu başkalarınınkine tercih etmeyecektir. Bir ben veya ruh olmadığından biri ya da başkasının acısı arasında temel bir fark olmadığı gibi bir insan ve bir hayvanın acısı arasında da temel bir fark yoktur. Bu yüzden Budistler, genelde vejetaryenliği salık verirler. En iyi vejetaryen restoranlardan bazılarını Budistler işletirler; tavuk ve balığın vejetaryen versiyonlarını ve hatta alışılmış et yemeklerinden ayırt edilmesi mümkün olmayan yemekleri hazırlarken kullandıkları toufu yani soya peynirini kullanmada şaşırtıcı biçimde maharetli hâle gelmişlerdir.

    M.S. 1. yüzyılda Budist rahipleri ilk defa Hindistan’dan Çin’e geldiklerinde kendi öğretileriyle Taocu öğreti arasında birçok benzerlikler gördüler. Taocular da dünyanın boşluğu hakkında neşeli ifadelerle konuşurlar. Ancak Taoculuk boşluğu insanın kazanması gereken bir şey olarak düşünmeye meyillidir, dünya hakkında keşfedilecek bir olgu olarak değil. Taoculara göre insanların asıl sorunu, doğru ve yanlış arasında dünyanın doğal kalıbı Tao’yu yansıtmayan suni ayrımlar yapmamızdır. Dolayısıyla, M.Ö. 4. yüzyılda, Konfüçyüsçü filozof Mengzi kalbimizdeki erdem tomurcuklarını işlememiz gerektiğini söyler, fakat Taocu Zhuangzi’ye göre kalbimizi boşaltmak için “perhiz yapmak” gerekir ki Tao o kalbin içinden engele takılmadan akabilsin. Taocu görüşün bir çıkarımına göre insan dışındaki hayvanlar Tao’ya daha yakındır, çünkü insanların yaptığı suni ayrımları yapmazlar.

    Gördüğümüz üzere, hem Konfüçyüsçüler, Taocular ve Budistler arasında hem de Doğu Asya gelenekleriyle İbrahimî gelenekler arasında pek çok uyuşmazlık var. Fakat pratik meseleler üzerine tartışmalarda birçok uzlaşma noktası bulunur. Bu geleneklerin hepsi cinayete, tecavüze ve hırsızlığa karşı gelir. Her biri rahmet ve doğruluğu teşvik eder; kibir, bencillik, açgözlülük, ve şehvet gibi kötülüklerden caydırır; ihtiyaç sahiplerine rastlayınca yardımsever olmayı, düşküne denk gelince acımayı özendirir. Sanırım herkes Konfüçyüsçülerin şu ünlü öğüdüyle hemfikirdir: Maruz kalmayı istemediğin şeyi başkasına yapma!

    *Prof. Dr., Çin Wuhan Üniversitesi Felsefe, Singapur Yale-NUS College Kwan Im Thong Hood Cho Tapınağı, ABD Vassar College