İNSAN-İNSANLIK

  • Sabah Ülkesi - Cover
  • “İnsan” (human) eski bir kelime, insanlık (humanity) kavramıysa modern bir kavram. Bu eski kelimenin nereden geldiğini kimse bilmiyor. Giambattista Vico Scienze Nuova’sında (Yeni Bilim) kelimenin kaynağının Latincede gömme anlamına gelen humando kelimesinden türediğini söyler ki bu kelime de toprak anlamına gelen humustan gelmedir. O hâlde insanlar her şeyden önce toprak halkıdır; insan, ölülerini gömendir. İnsan topraktan gelir ve bir gün ona döner. Öte yandan Aydınlanma düşünürleri bu görüşün yerine, aklın veya zihnin evrensel gücüne insanı yer yüzü esaretinden kurtarma payesi vererek durumu tersine çevirmişler ve toprakla, yerle, doğayla tüm bağları koparmışlardır. Aynı sebeple doğa, insani çabalarla zenginleştirilmek ve canlandırılmak bir yana özünde insan-dışılaştırılmış ve geçmişinden, tarihinden, şimdi toprağın altında yatan eskilerin eserlerinden soyulmuştur. Varlığını sürdüren insan neslinde, insani çaba için etkin ve harekete geçiren değil edilgin olan zeminin altı fütursuzca oyulabilmiştir. İşte modern insanlık kavramının kökü bu tersine çevirmede, diğer tüm mahluku esir alan doğal durumun yerine bir başka durumu -insanlık durumunu- koymadadır. İnsanlık tarihinin bütünlüğü, her bireyin yaşamında yinelenen bu bütünlük doğadan medeniyete yükseliş olarak görülür. Hikâyemiz, tarihsel olarak, avladığı vahşi hayvanlarla aynı şekilde yaşayan “eski insanın” sonunda bilim ve medeniyet zirvelerine yükseldiğini dillendirirdi; gelişim bağlamında biz de kendimize yeni doğanların asli masumluk hâlinden kültürün veya toplumun yollarına nasıl itildiğini anlatıyoruz.

    Oysa insani varlıklar ne tanrıdır ne ruh. İnsanlar bu hayalî yükselişlerinde geriye bir tür kalıntı olarak kendilerinden bir şey bırakırlar. Her birimizde önceki hâlimizin gölgelerinin kaldığı farz edilir. Zekânın olduğu yerde içgüdü vardır; zihnin olduğu yerde beden, aklın olduğu yerde doğa. İnsani varlığın iki kısma bölündüğü düşünülür; kökleri hâlâ doğal dünyada olan “organik” kısım ve ancak kültürün, toplumun veya medeniyetin “organik-üstü” seviyesinde var olan diğer kısım. Bir kısımda hayvan krallığının sayısız türünden herhangi biri olan Homo sapiens türünün fertleri olarak insani varlıklar yer alır. Diğer yanda insan olma durumu yer alır ki bu durum sayesinde bireyler hayvan olmayı aşar. İnsani varlık/insan olma şeklindeki bu iki seviye modeline göre bunların biri yerine diğerine ağırlık vermemiz -kendimizi doğadan ayırma yeteneğimiz- sayesinde bizler -hiç değilse içimizden daha medenileşmiş olanlar- kendimizi doğanın yaratımları olarak görebiliyoruz. Böyle bir yetenekten mahrum olan diğer hayvanların kendilerine dair “dünyada var olan” şeklinde bir kavramları veya içinde var oldukları dünyaya dair bir kavrayışları yok. Hatta diğer insanların bile, özellikle “ilkel” denilenlerin veya asli köklerine daha yakın sayılan çocukların genellikle bu kavrayıştan mahrum oldukları düşünülür. Onlar, bir kadın ve erkekten doğmakla elbette insani varlıklardır, ancak bu durum insan olmaya yetmez. Bu açıdan bakıldığında bazı insanlar diğerlerinden daha çok insan olarak görülür; yetişkinler çocuklardan, eğitimliler “ilkellerden”, bilim insanları eski zamanların avcı toplayıcılarından daha çok insandır sanki.

    O hâlde insanı hangi tarafa yerleştirmeliyiz? İnsan, insani varlığa mı yoksa insan olmaya mı, türe mi yoksa duruma mı gönderme yapar? Bu kelimenin modernliğin söylemlerinde sahip olduğu anlam tam olarak taşıdığı iki yüzlülükten doğar muhtemelen; yani “durum”u kullanmadan “tür”ü adlandıramayacak ve aynı şekilde türü kullanmadan durumu adlandıramayacak olmamızdan. Aslına bakılırsa insan fikri, hem kendini bilen hem de parçası olduğu dünyayı bilen, ama bu dünyayı ancak, kendini ondan soyutlayıp -deyiş yerindeyse- ona uzak bir köşeden bakarak bilen bir mahlukun ikilemini özetler. Bu yaklaşım, bilmeyi var olmaktan veya epistemolojiyi ontolojiden ayıran ve evrim geçirmiş insan doğamızın modern bilimle son raddesine vardığı iddiasıyla doruğa ulaşan ilerici ayrımı temsil eder. Darwin’den sonra bilim her bir türün kendi türünde bir özü olduğu düşüncesini reddederken, yine de insana dair özcü yaklaşımı benimsemeyi sürdürmüştür; oldukça basit bir nedenden dolayı, zira bilimsel proje bu fikre bağlıdır. Tam da bu “doğaya-aşkın insanlık” düşüncesi bilime bir otorite kürsüsü sağlamıştır. Bilim bu kürsüden, hiç de azımsanmayacak bir kibir ve derin bir çelişkiyle, insani varlıkların doğal dünyanın bir parçası ve bölümü olduğunu iddia eder. Bu özgürleşmenin -bu doğru insanlık kazanımının- ödülü kendimize daha da yabancılaşmak mıdır yani? Kaderimize, doğanın ve aklın tahakkümüne yakalanmış, iki varoluş seviyesinde yaşamak mı düşmüştür? Bu iki yakayı birleştirmenin; insanları eskiden sahip oldukları, bölünmemiş organik yaşamlarına, ama bu yaşamı tarihsel itici gücünden yalıtmadan, döndürmenin bir yolu yok mudur?

    Soruların cevabını belki de modern öncesi dönemde bulabiliriz. Dört asır önce Vico “human (insan)” kelimesinin etimolojisini merak ediyordu. Bu en esrarengiz kelimenin anlamının nereye oturtulacağı meselesini, muazzam basiretli bir başka düşünür, Roman Llull’u da kendine dert etmişti. Mallorca adasında doğup yetişen Llull Latince, Arapça ve anadili Katalanca kaleme aldığı, sarsıcı 280 kitabı sığdırdığı, uzun ve üretken bir yaşam sürdü. Llull’un son eserlerinden biri, 1303’te Cenova’da 71 yaşında yazdığı Logica Nova kitabıdır. Llull kozmolojisinde her şey bir yapma, meydana gelme, süregitmedir. Mesela ateş, yakan bir şey değil bir yanmadır. Aynı açıdan insan da insanlaşmadır. Bu durumu Latince ifade etmek için yeni bir kelime icat etmiştir Llull; homificare -kelimesi kelimesine “insanlaşma.” İnsan, der Llull, insanlaşan hayvandır: Homo est animal homificans. İnsanlar kendilerini, birbirlerini, hayvanları ve bitkiler âlemini ve hatta tüm evreni insanlaştırır. İnsanlaştırma, insanileştirmeyle aynı şey değildir. O, bir biçimi olan insanlığın tasarılarını henüz biçimlenmemiş dünyaya, bu ham malzemeye basmak anlamına gelmez. İnsanlaştırma insanlar için, daha ziyade, varoluşlarını ortak yaşam dünyasının potasında dövmek demektir. İnsanların insanlıkları a priori bir durum olarak en başından verili değildir, aksine verimli bir kazanım olarak ortaya çıkar; üstelik insanlar, nihai bir sonuca ermeden, yaşadıkları sürece buna uğraşmaya devam etmelidirler. O hâlde insanlar gerçekten [var olmaları tamamlanmış anlamında] varlıklar değil, elan “var olma”dırlar; daimî bir yeniden yaratım sürecine fırlatılmış var olmalar. Tarih devam ediyorsa insanlar da asla tamamlanamazlar ve insanlar tarihin herhangi bir döneminde oldukları şeye karşı ortak bir sorumluluk taşırlar.

    Öte yandan bu yaklaşımın tanım meselesini çözmesi neredeyse olanaksızdır. Ateş yanarken bunu tespit etmek oldukça kolay da insanların ne zaman insanlaştığını nasıl bileceğiz? Onu hangi alametlerle tanıyacağız? Bu soruları cevaplandırmaya, en dikkate değer insan etkinliğinden biriyle, iki ayak üzerinde yürüme eylemiyle başlayabiliriz. Yürürken aslında sürekli öne düşme, öne doğru yuvarlanma tehlikesi taşırız, bir sonraki adımımızı bedenimizi zemindeki bozukluklara göre ayarlayarak atmak durumundayız. Peki tüm insan yaşamı böyle bir nöbetleşmede, yani kendimizi düşmeye bırakma hayaliyle, devam edebilmek için yere sıkıca basmanın gerekliliği kavrayışı arasında salınıyor olabilir mi? Bunlardan biri henüz olmamış bir şeye göz kırpar; 20. yüzyıl İspanyol filozof Ortega y Gasset’in sözleriyle, insan “henüz olmamış” bir şeydir, yani bir “özlem”dir. Diğeri ise dünyada ayak basacak sağlam bir yer kurar ki bilinmeyen gelecek macerasına bu noktadan girişebiliriz. Demek ki bu iki seçenekten biri arzuyla ilgiliyken diğeri tutunmayla, kavramayla ilgilidir. Dolayısıyla insanlaşma, arzuyla kavrama arasındaki daimî gerilimde veya zamansal gerilmede bulunur. İnsanlar insanlaşıyorsa, fillerin filleştiği, kuşların kuşlaştığı, solucanların solucanlaştığı da söylenebilir elbette. Bu mahluklar da yaptıkları şeydirler ve kendilerine özgü yaşam biçimleriyle fark edilebilir yapıdadırlar. Ancak insanlaşmada, onu başka bir düzene ait kılan başka bir şey vardır. Onu seçik kılan, bir başka düzleme; maddi yerine zihinsel, doğal yerine akli bir düzleme yükselme değildir. İnsanı ayrı bir yere oturtan insan yaşamındaki gerilmedir. Zira diğer mahluklardan hiçbiri deneyimden önce hayal gücünü işletemez.

    Bu durum insanı canlılar âleminde az veya çok müstesna kılar mı? Elbette insanlar farklıdır, aslında tüm mahluklar farklıdır. Ancak bu farklılıklar yaşamın anlamını ve doğasını farklı kılacak kadar kökten midir? İnsanlar hakkında ne söylersek söyleyelim, insan etkinliklerinin çok önemli sonuçlarını olduğunu inkâr edemeyiz. İnsan nüfusu dünyada giderek daha da baskın hâle geliyor, dolayısıyla büyük çoğunluğun besin kaynağını oluşturan hayvancılık ve tarla mahsulleri için de aynı şey söz konusu. Özellikle de geçen asırda veya son iki asırdır, endüstri kapasitesinin ve askerî gücün artışıyla insanlar geride silinmez izler bıraktılar. Bu durum bazılarının, yeryüzünün jeolojik tarihinde yeni bir çağın, “İnsan Çağı (Anthropecene)” denen dönemin başladığını ilan etmelerine neden oldu. Peki bu dönemde insanların yazgısı ne olacak? İnsanların devri kapanmak üzere mi? Entelektüel çevrelerde bir insan sonrası çağa girdiğimizi ilan etmek neredeyse moda hâline geldi. Diğer yandan bu söylem iki çelişkili anlama gelebilir. Bu ifade, insanlık kavramının doğal seyrinde gittiğini, nihayetinde kendi içsel çelişkilerinin ağırlığıyla, ayrıca evrensel insanlığın bir hak meselesi olduğunu iddia edenlerle diğerleri, yani her şeyden evvel dünyanın “yerli halkları” denilen ve bu iddiaların zorla kabul ettirilmesinin yurdun, geçimin ve hatta yaşamın kaybedilmesi anlamına geldiğini düşünenler arasındaki eşitsizliğin desteğiyle yıkıldığını ima edebilir. Sömürgecilik tarihinde insanlık bayrağını her zaman, boyunduruğu altında yaşayan insanları kendilerinden daha az insan gören galipler taşımıştır. Sömürgecilik sonrasının dünyasında ise insanlığa sahip olma iddiaları bu iddiayı sürdüren güçler arasında bölünmüştür. İnsanlık sonrası bu bağlamda toprağa, humusa dönüşü ve yeryüzüyle ilişkimizde, fetih ve mülkiyet temelli değil muhafaza etme ve koruma temelli yeni bir anlaşmayı simgeler. Sömürgecilik sonrasının dünyası bu açıdan mecburen insanlık sonrası bir dünyadır.

    Öte yandan taşıdığı diğer anlama göre insanlık sonrası durumu, bizzat insanlık kavramında verili olan mantığın nihai çıkarımına götüren kaçınılmaz bir sonuçtur. İnsanlık sonrası durumu, nihayetinde aklın ve zekânın bedensel, duyusal bağlanma noktalarından -ki bunlar sırf kabuk, ihtiyaç fazlası ve yok olmaya mahrum şeyler olarak kenara bırakılır- soyulacağı bir durumdur. İddiaya göre, zekâ sahibi insan önünde sonunda, zihnin ve aklın yeteneklerini aşacak makineler yaratmak suretiyle kendi yok oluşunu tasarlayacaktır (insan kendini tam da bu zekâ ve akla sahip olma niteliği üzerinden tanımlar.) Bu yaklaşım, Aydınlanmayla kurumlaşan, zihinle dünya veya akılla doğa arasındaki çatlağı iyileştirmek bir yana söz konusu çatlağı bizzat insan yaşamının uçuruma düşeceği kadar aşırıya vardırır. Bu, yapay zekâ taraftarlarının teklif ettiği, dış kaynaklı zihinler ve uysal bedenler şeklindeki distopyacı bir görüştür. Bu iki seçenek karşısında hangi yöne sapmalıyız? Sonradan tasarlanmış zekânın görünüşe göre durdurulamaz kuvvetiyle yeryüzüne, yere ve çoğulculuğa geri dönüşü uzlaştırabileceğimiz bir yol var mıdır? Bu soru şimdilik cevaplandırılamaz olarak duruyor. Bugünkü çıkmazımızda kesin olan tek bir şey var; şu anda olduğumuz varlık türü, şu anda gündelik olarak yaptığımız şeyler bin yıl önceki insanlar için hayal bile edilemez şeylerdir. Eğer bin yıl sonra bu gezegende veya bir başka gezegende bir insan türü olacaksa onların eylemleri de aynı şekilde bizim için hayal bile edilemezdir.

    *Prof. Dr., Abeerden Üniversitesi Sosyal Antropoloji kürsüsü başkanı.