TASAVVUF MECELLESİ’NDEN ŞEYHÜLİSLAM HAYDARÎZÂDE İBRAHİM EFENDİ’YE GÖRE UZLET VE GAYRET

  • Sabah Ülkesi - Cover
  • II. Meşrutiyet’in ilanından (1908) sonra Osmanlı’da meşrutiyet fikrini ve ideallerini savunan pek çok kesimin yanı sıra tasavvuf ve tarikat ehli de yayınladıkları dergi ve gazetelerle, kurdukları cemiyetlerle bu fikri neşretmeye gayret etmişlerdir. Bu süreçte yayın hayatına giren dinî-tasavvufi muhtevalı dergilerden biri de Tasavvuf’tur. Derginin başyazarı Meclis-i Meşâyih Reisi, Urfa mebusu Şeyh Mustafa Saffet’tir (Yetkin) (1866-1950). Haftalık olan ve Perşembe günleri çıkan derginin ilk sayısı 22 Rebiulevvel 1329 (23 Mart 1911) tarihinde yayın hayatına girmiş, otuz beş sayı neşredildikten sonra 22 Zilhicce 1329 (14 Aralık 1911) tarihinde sona ermiştir. Derginin yayınlanma amacı, eşitlik, kardeşlik, adalet, şahsi teşebbüs, çalışıp çabalama, güzel ahlak gibi İttihat-Terakki dönemindeki meşrutiyet ideallerinin toplumun her kesiminde yayılmasına vesile olmak, Müslümanların birliğine (ittihâd-ı İslam) hizmet etmektir. Şeyh Saffet’e ve dergi yazarlarına göre sufi gelenek bu ideallerin neşrinde önemli bir tarihsel tecrübeye ve birikime sahiptir. “et-Tasavvuf küllühü âdâbun” (tasavvuf bütünüyle edepten ibarettir) kapak cümlesiyle okura sunulan derginin tanıtım yazısı şu şekildedir: “Urefâ-yı ümmetin makālât-ı ârifânelerine Tasavvuf’un sahifeleri açıktır.” (Ümmetin ariflerinin irfan içerikli yazılarına Tasavvuf dergisinin sayfaları açıktır.) Dergide her sayının ilk sayfasında, “Tasavvufa müteallik mebâhis-i şettâdan bâhis ve mekârim-i ahlâk-ı İslâmiyye’nin tâmîmine hâdim mecelle-i ma‘neviyyedir” (Tasavvufa dair çeşitli konulardan bahseden, İslam’ın ahlaki erdemlerinin yayılmasına hizmet eden manevi bir dergidir.) ana cümlesi yer alır. Derginin yazar kadrosunda Şeyh Saffet’in yanı sıra Haydarîzâde İbrâhim Efendi, Mehmed Emin Buhârî, Esad Erbîlî, Şeyh Remzî-i Rifâî, Abdüssamed Efendi, Muhammed Şâkir, Süleyman Sâmi, Şeyh Nâci gibi dönemin meşhur meşayihi ve müellifleri yer alır.1

    Dergide gerek tasavvufi gerek siyasi içerikli yazı kaleme alan iki isim ön plandadır: Şeyh Saffet ile Osmanlı Şeyhülislamı Haydarîzâde İbrâhim Efendi (1864-1933). Musul’un Erbil kazasında doğan Haydarîzâde, Kürt bir aşirete mensuptur. Maarif teşkilatının pek çok kademesinde ve vilayetlerde görev yapmıştır. 1918-1919 yıllarında Tevfik Paşa, Ali Rıza Paşa ve Salih Paşa’nın hükümetleri döneminde dört defa şeyhülislamlık vazifesini üstlenmiş, Kenan Rifâî’ye intisap etmiş, 1933’de Medine’de vefat etmiştir.2 “Haydarîzâde fukahadan olmamakla birlikte, İslami ilimlere ve Doğu edebiyatına vâkıf birisidir. Şuaradandır. 1916’da Medresetü’l-vâizîn’de mezâhib ve turuk-ı İslâmiyye tarihi dersi muallimliği sırasında verdiği ders notları Mezâhib ve Turuk-ı İslâmiyye Târihi adıyla basılmış (İstanbul 1335), Rekin Ertem tarafından sadeleştirilerek İslam Mezhepleri ve Tarikatları Tarihi adıyla yayımlanmıştır (İstanbul 1981). Ancak eserde tarikatlar tarihine yer vermemiştir. Rüya, Terkîb-i Bend ve Irak Ordusuna Hitâb gibi manzum eserleri vardır. Bu eserlerinde Batı dünyası karşısında Osmanlı’nın ve İslam âleminin içinde bulunduğu zafiyeti hazin mısralarla anlatır. Bu zafiyetten necatın bazı reçetelerini Sebîlü’r-reşâd ve Şeyh Safvet’in baş muharriri olduğu Tasavvuf dergisinde kaleme almıştır. Makalelerinde iki unsur ön plandadır: İttihâd-ı İslâmiyye (İslam birliği) ve ahlak. Hilafetin Osmanlı hanedanı elinde olmasının şer‘an sıhhatinin her türlü şüphe ve tereddütten uzak olduğuna dair ortaya koyduğu kanaat ve bunun Osmanlı Devleti’nin dağılması sürecinin etkili bir silahı olarak kullanılmaya çalışıldığı devrin güncel gelişmeleri esnasında dile getirilmekte olması, buhranlı yıllarda mezhep tefrikalarının sakıncalarını vurgulaması, ittihad-ı islâmiyye üzerinde ısrarla durması ve Müslümanların uyanışının ancak ahlaklarını düzeltmeleriyle mümkün olacağını söylemesi fikrî dünyasının mahiyetini göstermesi bakımından dikkat çekicidir.”3

    Tasavvuf dergisinde 14 makale kaleme alan ve ahlakın tesisinde tasavvuf yolunun önemini vurgulayan Şeyhülislam Haydarîzâde İbrahim Efendi’nin yazılarına attığı başlıklar şöyledir: “Efâdıl-ı Ulâmâ-yı İslâmiyye’den Haydarîzâde İbrâhîm Efendi Hazretleri Tarafından Vârid Olan Mütâlaa-i Ahlakiyyedir”; “Terâcim-i Ahvâl-i Sûfiyye (Şeyh Abdurrahmân-ı Tâlibânî)”, “Âlem-i İslâmiyet’te Sa‘y ve Amel yâhûd Teşebbüsât-ı Şahsî”, “Evrâk-ı Vâride”, “Sûfiyyede Uzlet veyâhût Halvet”, “Münâzara ve Netâyic”, “Hased”, “Adl ve İhsân veyâhût Afüvv ü İhsân”, “Savm Münâsebetiyle Lisân Hakkında Ba‘zı Îzâhât”, “Gıybet”, “Sıdkın Fazîleti ile Kizbin Mezemmeti Hakkında Ba‘zı Îzâhât”, “Bir Âyet Tefsîri”. Ayrıca Nakşibendiyye’nin Hâlidiyye kolunun piri Şeyh Hâlid-i Bağdâdî’nin “Râbıta” risalesini tercüme ederek derginin iki sayısında neşretmiştir.

    İlerleyen satırlarda sadeleştirmesini sunduğumuz iki yazısından birincisi “Sûfiyye’de Uzlet veyahut Halvet”, diğeri “Âlem-i İslâmiyet’te Sa‘y ve Amel yâhûd Teşebbüsât-ı Şahsî” başlıklarını taşır. İlk yazı derginin 16 Recep 1329 (13 Temmuz 1911) tarihli 17. Sayısında (s. 1-3); ikinci yazı önce Sırât-ı Müstakîm (Sebîlü’r-reşâd) dergisinde (23 Haziran 1327, cilt VI, sayı 148, s. 287-288) sonra mükerreren Tasavvuf dergisinin 20 Rebiülâhir 1329 (20 Nisan 1911) tarihli 5. Sayısında (s. 4-5) yayınlanmıştır.

    Sûfiyye’de Uzlet veyahut Halvet
    Uzlet, semavi dinlerin kitaplarından da anlaşılacağı üzere, kadim dinlerin şeriatlarının geçerli olduğu devirlerde bile yüksek ruh sahipleri tarafından tatbik edilmiş bir ibadet türüdür. Âlemlerin övüncü, yaratılmışların en şereflisi Peygamber Efendimiz hazretlerinin bu dünya âlemde risaletle müşerref olmasından önce Hira dağına çekilip peygamberlik nurunun zuhur etmesine kadar Hira’da ibadetle meşgul olmaları meselesi de uzletin diğer dinî topluluklarda olduğu gibi İslam âleminde de öneme ve kutsiyete haiz olduğunu açıkça göstermektedir.

    Uzlet ile zıddı olan topluma karışmanın (ihtilat, celvet) fayda ve mahzurları hakkında söz söyleyen tabiin devri ulema ve sufilerinin görüşleri iki kısma ayrılır: Süfyân-ı Sevrî, İbrahim b. Edhem, Davud et-Tâî, Fudayl b. İyâz, Süleyman el-Havvâs, Huzeyfe el-Mar’aşî, Bişr el-Hâfî ve diğer bazı sufiler bir takım güzel sebepleri nazar-ı dikkate aldıklarından dolayı uzleti celvete tercih etmişlerdir. Bu zevât-ı kiram uzlete dair Hz. İbrahim kıssasında geçen “Ben (Hz. İbrahim), sizden ve Allah’tan başka taptığınız şeylerden çekilip ayrılırım da (ve’tezilukum) Rabbime dua (ibadet) ederim. Rabbime yalvarışımda mahrum kalmayacağımı umarım. Nihayet İbrahim, kavminden ve onların Allah’tan başka ibadet ettikleri şeylerden uzaklaşınca (i’tezelehum), biz ona İshak’ı ve (İshak’ın oğlu) Yakub’u ihsan ettik. Ve hepsini de peygamber yaptık.” (Meryem, 19/48-49); Hz. Musa’nın kavmine hitaben buyurduğu “Eğer siz bana iman etmezseniz hemen yanımdan uzaklaşın (fe’tezilûnî).” (Duhân, 44/21); Ashâb-ı Kehf hakkında nazil olan “(İçlerinden biri şöyle demişti:) “Mademki siz, onlardan ve Allah’tan başka taptıkları putlardan ayrıldınız (i’tezeltumuhum), o hâlde mağaraya sığının ki, Rabbiniz rahmetinden size genişlik versin ve işinizi rast getirip kolaylaştırsın.” (Kehf, 18/16) ayetlerini delil göstermişlerdir. Kureyş’in Hz. Peygamber’in aleyhinde reva gördükleri eza ve cefanın artması üzerine Peygamberimizin dağa çekilmesi, sahabe-i kiramın uzleti tercih ederek Habeşistan’a hicret etmelerinin emir buyurulması gibi bir takım hadiseler uzletin dinî-tarihî delilleri arasındadır. Bilhassa “Allah takvalı, zengin ve halktan gizlenmiş kuluna muhabbet besler.” vb. hadis-i şeriflere uzlet taraftarları istinat etmişlerdir.

    Tabiin devri ulemanın çoğunluğu ise İslamiyet’in insanların bir araya gelmesi, ülfet etmesi, yardımlaşma ve dayanışma esasları üzerine kurulu bir din olması sebebiyle celvetin uzlete üstün tutulması fikrini savunmuşlar; “Kendilerine apaçık deliller geldikten sonra parçalanıp ayrılığa düşenler gibi olmayın.” (Âl-i İmrân, 3/105); “O kalplerinizi birleştirmişti. ” (Âl-i İmrân, 3/103) gibi ayetleri, “Mümin kimse hep başkalarıyla ülfet eden hem de kendisiyle ülfet edilen kimsedir. Ülfet etmeyen ve ülfet edilmeyen kimsede hayır yoktur.”, “Kim topluluktan ayrılır da o hâldeyken vefat ederse, cahiliyye ölümü üzere göçmüş olur.”, “Müslümanlar İslam’a girmiş iken kim Müslümanların asasını kırarsa, o kimse boynundan İslam halkasını söküp çıkarmış demektir.” gibi hadisleri şahit tutmuşlardır. Saîd b. Müseyyeb, Şa’bî, İbn Ebî Leylâ, Hişâm b. Urve, İbn Şibrime, Şurayh, Şerîk b. Abdullah, İbn Uyeyne, Abdullah b. Mübarek, İmam Şâfiî, İmam Ahmed b. Hanbel gibi âlimler uzletin zıddını tercih etmişlerdir. Bu tercihleri ortaya koydukları eserlerden belli olmaktadır.

    İmam Gazzâlî ise İhyâu Ulûmi’d-dîn adlı eserinde her iki tarafın dayandığı ayet-i kerime ve hadis-i şerifler hakkında önemli bir inceleme lütfunda bulunmuş, konuya dair delilleri zayıflık ve güçlülük açısından izah etmiş, bununla birlikte “her görüşün bir haklı tarafı vardır” ilkesince uzlet ve celvetin ihtiva ettiği fayda ve mahzurları ayrı ayrı beyan etmiştir. Binaenaleyh bizim gibi konuşma dili ve beyanına sahip olanların, yüce mahfillerde ve bilhassa bu vadide dilsiz ve kudretsiz olanlar misali konu hakkında izahata kalkışması küstahça bir hareket olmaktan ziyade haddini bilmez cüretlerden sayılır ise de, bendeniz iki sebepten dolayı bu yazıyı kaleme almaya teşebbüs ettim. Birincisi, hâlihazırda devam etmekte olan arifane neşriyatıyla günümüzdeki tarikat büyüklerinin feyzlerinin aksettiği yer olmaya istidatlı olan Tasavvuf dergisine katkıda bulunmak; ikincisi, sufiyye taifesinin en mukaddes meşguliyetlerinden biri olan uzlet erkânının bazı kimseler tarafından dünyevi emellere alet edilmesi sebebiyle tarikatlar aleyhinde görüşler ileri süren bazı sıradan kimselerin düşüncelerini tashih etmektir. Dolayısıyla sufi büyüklerin uzlete dair müşahede neticesi olan nazariyelerini haddimiz olmadan bu yazıda sizlere arz ettik.

    Uzlet tasavvuf ehline göre, tenha bir yere çekilip her türlü düşünce, emel ve düşük dünyevi duygulardan yüz çevirip saf bir kalp ve halis bir niyetle fikir ve zikir ile meşgul olmaktan ibarettir. Bu tarifin haricinde yani dünyevi maksatlarla yapılan uzletin “Elde tespih, dilde tevbe, kalp günahın hasretiyle dolu. Bizim istiğfarımıza mâsiyet bile gülüyor.” Sözünde işaret edilen mana kabilinden olacağı tabii bir durumdur.

    İkincisi, ibadetin bilhassa bahis mevzuumuz olan uzletin gerçekleşeceği merkez olan kalpten kasıt, bedendeki bir et parçası değildir. Kalp, bir lambanın gazıyla fitilinde olduğu gibi hakikat nurunun yansıdığı hürmete layık bir cisimden ibarettir. “Şüphesiz ki bunda kalbi olan ve hazır bulunup kulak veren kimse için elbette bir öğüt vardır.” (Kaf, 50/37) âyet-i kerimesi de insan varlığında “kalp” denilen bu övülmüş hususiyete işaret eder. Çünkü şayet ayette her insanoğlunda bulunan söz konusu et parçası kastedilmiş olsaydı, ayetteki tahsisin bir faydası ve anlamı olmazdı. Bu durumda da Kur’an’daki icaz ve belagate ters bir şey söylenmiş olurdu. Bazı sufi büyüklerinin “Kalbim Rabbimden nakletti” şeklindeki sözlerinde işaret buyurdukları “kalp” işte yukarıdaki tarifte söz konusu edilen mukaddes bir mahluktur. “Beni ne yerim ne de göğüm kuşatamamıştır. Lakin mümin kulumun kalbi kuşatmıştır” kutsi hadisinde geçtiği üzere kalp ilahi tecellilerin mazharıdır. “Müminin kalbi Rahman’ın arşıdır.” hadis-i şerifinde de kalbin ilahi zatın ne büyük bir tecelligâhı olduğu tezahür eder.

    Artık bu açıklamalardan da anlaşıldığı üzere kalp denilen Rabbani misafirhane, kendisinden talep edilen esasları tanzim ve ikmal etmede, en özel misafiri olan Cenâb-ı Hakk’ı zikir ve tefekkür ederse, uzletin nihai maksadı olan Hakk’a yakınlaşma şerefine ulaşır ve bu suretle maddi ve manevi mutluluğu elde eder.

    Uzlet etmek, olağanüstü şeyleri yapmak, kerametler göstermek, cennet ümidi ve cehennem korkusu gibi neticede bir takım beşerî hazlara ve mülahazalara dönüşen hedeflere dayanmamalıdır. Çünkü bu ve benzeri dünyevi hislere dayanılarak ortaya konulan uzlet elbette Allah katında makbul değildir.

    Hasılı hakikat yolunun yolcusu olanların her hâl ve tavrında Mirza Sâdık-ı Isfahânî’nin4 “Feleğin çemberinin âcizi isem de, ben Ebu’l-Kâsım-ı Firdevsî’yim. Ne dünyaya ne de ahirete meylim var. Allah’tan başka hiçbir emelim yok.” Beytinde tasvir ettiği gibi Allah’ın rızasından gayrı hiçbir maksat ve arzu bulunmamalıdır.

    İslam Âleminde Gayret, Amel veya Şahsi Teşebbüs
    Haydarîzâde İbrahim

    İnsanlar bedenî yapılarının gereği olarak yaratılış itibariyle muhtaç olmaklık belasına müptela bir surette yaratılmış olduklarından, bu muhtaçlık hastalığını keşif ve takdir etmeye müsait bir idrak seviyesine ulaşır ulaşmaz, hastalığa çare bulmak emeliyle araştırmaya teşebbüs etmişler ve hastalığı yatıştırmaya uğraşmışlardır. Bu doğal derdin gayret ve amelden başka bir dermanı olmadığını da anlamış oldukları için, gayret ve amel hayatın düzen ve nizamını sağlayan en temel unsurlardan biri hâline gelmiştir.

    Fikirle pençeleşmek kudretini kendisinde görmek derecesine yükselmek isteyen insan, beşer üzerinde istibdat ve baskı kurmuş tabiatı emrine mahkûm ve zebun etmek, bir parça ekmek maişetini temin etmek için, insanları esir eden, onları meşakkate sürükleyen muhtaçlığın mahkûmu olmuş, öte yandan bu muhtaçlık hâli insanoğlunu toplumsal hayatı yaşamaya mecbur etmiştir. Bu mecburiyetin neticesi olarak da beşer, yeryüzünün bağrında metfun olan milyonlarca doğal hazine kaynaklarını keşfetmeye koyulmuş, böylelikle varlık âleminde gönülleri aldatan bir şekil vücuda gelmiştir.

    İradenin doğal çocuğu olan gayret ve amelin faydaları hakkında –gerçi kadim dinlerin ortaya koyduğu hükümlerde dahi bazı nasihatler içeren uyarı ve ihtarlar mevcut ise de- akıl zorunlu hükümlere sahiptir. Bu akli ilkeler şeriat ve dinin kesin hükümlerine tahvil edilmiş, gayret ve amelin zorunluluğu ve üstünlüğünü ortaya koymak diğer medeni faziletlerde olduğu gibi hamdolsun İslam âlemine nasip olmuştur.

    Dünyada her bir şeyin gayret ve amel neticesinde ortaya çıktığı ilahi emirler cümlesindendir ve bu kanundan Kur’ân-ı Kerîm “Hurma dalını sana doğru silkele, üzerine olmuş, taze hurma dökülsün.” (Meryem, 19/25) ayetiyle bizi haberdar etmiştir. Hurma ağacının meyvesi olan hurmanın kendi kendine düşmesi Allah’ın kudreti söz konusu olduğunda hiç mesabesindedir. Bununla birlikte ilahi hitaptaki maksat gayret ve amel hakikatini anlatmaktır.

    Şeyh-i Ekber Muhyiddin İbnü’l Arabî, ayetin tefsirinde şöyle buyurur: Hurma dalını hareket ettirmek tefekkür ameliyesinin lüzumuna, hurma meyvesini daldan ayırıp düşürmek ise faydalı marifet ve hakikat bilgilerini derlemeye işaret eder. Bu tasavvufi yorum ayetin ihtiva ettiği zahirî ve batıni hükmü bir kat daha açıklığa kavuşturmuştur.

    Malum olduğu üzere dünyevi saadetin en önemli rüknü servettir. Servetin elde edilmesi ise gayret, çalışıp çabalama ve amele dayanır. Teşebbüs ve amelin yüksek faydalar temin edebilmesi ise yeryüzünün her tarafına seyahat etmek, her yerin sanayi ve ticaretinden istifade etmek, bunun için de gerekli tetkik ve metotları tatbik etmek yoluyla olur. “Haydi, onun omuzlarında yürüyün ve Allah’ın rızkından yiyin. Dönüş O’nadır.” (Mülk, 67/15) ayeti bu gerçeği bizlere kati surette izah etmiş iken, maalesef bu İslami hikmet bugün en ziyade Avrupalıların hareket düsturu olmuştur.

    “Namaz kıldıktan sonra yeryüzüne dağılın ve Allah’ın lütfundan (nasibinizi) arayın.” (Cuma, 62/10) âyet-i kerimesini Ali b. Muhammed Hâzin (ö. 741/1341) “Yani, Cuma namazını tamamlayınca ticaret ve ihtiyaçlarınızı karşılamak için yeryüzüne dağılın.” Şeklinde tefsir etmiştir. Demek oluyor ki, namaz dışında ticaretle uğraşarak kişinin kendi zorunlu ihtiyaçlarını karşılaması ilahi iradenin bir gereğidir. “Gündüzü de geçim zamanı yaptık.” (Nebe, 78/11) ayeti de bizatihi bu hakikati destekler.

    Gayret ve amelin vacip olduğunu kesin bir şekilde emretmiş olan “İnsana çalışmasından (sa’y) başka bir şey yoktur.” (Necm, 53/39) ayetindeki “sa’y” kelimesi “amel” kelimesiyle tefsir edilmiştir. Amel ise dünya ve ahiret maksatlarının elde edilmesine hizmet edebilecek her nevi hareketi kapsar.

    “Ebediyen yaşayacakmış gibi dünyan için çalış çabala.” Şeklindeki hikmet kanununu ortaya koyan Hz. Peygamber (a.s.) bir sabah beraberinde ashâb-ı kirâmı bulunduğu hâlde gayet dinç ve güçlü bünyeye sahip bir gencin bütün hırsıyla işine meşgul olduğunu müşahede ettiğinde, o esnada ashaptan bir zat: “Eğer bu genç, gençlik sermayesini böyle dünya işleri yerine Allah’ın yoluna sarf etmiş olsaydı hakkında daha hayırlı olurdu.” Deyip, o gencin bu tür meşguliyetini kınayınca Hz. Peygamber şöyle buyurmuşlardır: “Sakın böyle söylemeyiniz. Bu gencin hâlihazırdaki mesaisi, ister insanlardan müstağni kalma maksadına, ister güçsüzlerden olan anne babası ile evlatlarına ve ailesine maişet temini düşüncesine dayansın her iki hâlde de bu genç Hak yoluna mesai harcamaktadır.” Hz. Peygamber bu hikmetli sözüyle o sahabesini ve tüm insanlığı irşat buyurmuşlardır.

    Medeniyetin inşasında Hz. Peygamber’in izini takip etmiş olan Hz. Ömer (r.a.) ise şöyle demiştir: “İçinde ölümün bana geleceği hiçbir vatan, ailem için alışveriş ve ticaret yaptığım pazardan daha sevimli değildir.” Hz. Ömer çarşı pazar yerinde göçmeyi temenni etmek suretiyle gayret, teşebbüs ve ameli takdis etmiştir ki bu sözü tarihin sayfalarında mahfuzdur.

    İslam hikmetlerinin dünyada intişar etmesine hizmet etmekle hicri II. Asrın büyük idarecilerinden addedilen Abbasi halifesi Me’mûn, toplumu idareciler, üreticiler, tüccar ve çiftçiler olarak dört sınıfa taksim eder. Bu dört kesimin dışında kalanları söz konusu dört sınıfın hizmette bulunacağı aile fertleri saymıştır. İdarecilerden kasıt siyasilerdir (erbâb-ı hâl ve akit). Siyasilerin adaleti icra etmeleri, halkın asayişini sağlamaları, memleketi kalkındırmaları, diğer üç sınıfın devam ve terakkisine hizmet etmeleri izaha muhtaç olmayan gerçeklerdir.

    Velhasıl gayret ve amelin faziletlerini birer birer açıklamak, güneşin ışınlarını saymaya benzer olacağından şimdilik konuyu şu şiirle kapatalım:

    Çok çalışmaksızın yükseklere ulaşmayı arzulayan kişi
    Ömrünü imkânsızı talep etmekte harcar.

    * Doç. Dr. Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi.



    1. 1 Tasavvuf dergisi hakkında bk. Mustafa Kara, “Tasavvuf”, DİA, cilt 40, s. 126; Hatice Kunt, Tasavvuf Dergisi (Yazarları, Konuları ve Metin Tahlili), basılmamış yüksek lisans tezi, Dokuz Eylül Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, İzmir 2006.

    2. 2 Hayatı hakkında bk. Şeyhülislam Haydarîzâde İbrahim, İslam Mezhepleri ve Tarikatları Tarihi, sad. Rekin Ertem, İstanbul 1981, s. 5-12; Mehmet İpşirli-Kemal Beydilli, “İbrahim Efendi, Haydarîzâde”, DİA, XXI, s. 297; Sadık Albayrak, Son Devir Osmanlı Uleması, İstanbul 1980, II, s. 169-172; Hasan Karagedik, Haydarizade İbrahim Efendi’nin Mezâhip ve Turuk-ı İslâmiyye Adlı Eserinin İslam Mezhepleri Tarihindeki Yeri ve Önemi, Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, Selçuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Konya 2010, s 12-26;
    3. 3 Semih Ceyhan, “Kena Rifâî Müntesibi Osmanlı Şeyhülislamları”, Rahmet Kapısı Kenan Rifâî, İstanbul 2017, s. 77.
    4. 4 Mirza Sâdık, sahip olduğu fazilet ve irfana rağmen hayatı başına gelen felaketlerle doludur. Aleyhinde tertip edilmiş bir isnadın neticesinde İran şahı Kerim Han Zend (1751-1779) tarafından gözlerine mil çektirilmek suretiyle kör edilmiştir. Büyük şairlerden biridir. Meşhur şair Sünbülzâde Vehbî Osmanlı Devleti tarafından İran sefaretine tayin edildiğinde görüştüğü Mirza Sâdık işte bu kişidir. Beytin ikinci mısraında geçen “ben Ebu’l-Kâsım-ı Firdevsî’yim” sözüyle Şehnâme müellifi Firdevsî’ye tarizde bulunmaktadır.