CERÎDE-İ SÛFİYYE BAŞYAZARI MESNEVÎHÂN ALİ FUÂD EFENDİ’YE GÖRE SUFİLER, TASAVVUF VE FELSEFE

  • Sabah Ülkesi - Cover
  • 19 Mart 1909 – 1 Eylül 1919 tarihleri arası 161 sayı yayınlanıp Cumhuriyet öncesinin en uzun ömürlü ve en geniş yazar kadrosuna sahip süreli yayınlarından biri olan Cerîde-i Sûfiyye dergisinin ilk başyazarı1 Ali Fuâd Efendi, Ayasofya Câmii-i Kebîr’inde mesnevîhân olması hasebiyle hem Hz. Mevlânâ’yı ve fikirlerini iyi bilen, hem de İbnü’l Arabî düşüncesini hususi tetkik etmiş olan bir II. Meşrutiyet aydınıdır.

    Yazılarından anlaşıldığı kadarıyla 1873-1878 yılları arasında İstanbul’da doğduğu, Nezâret-i Maârif-i Umûmiyye Mektûbî Kalemi’nde vazife yaptığı, İstanbul Ahırkapı/Cankurtaran semti civarında ikamet edip, semt ahalisi tarafından Seyyid Hasan ve İshak Paşa mahallelerinin Muâvenet-i Milliye Heyeti Reisliği görevine seçildiği, bir yandan Ayasofya Camii’nde Farsça ve Mesnevî okuturken aynı zamanda Arapça tahsili aldığı, üç tarikata nispeti bulunan İsmail Hakkı Efendi adlı bir zata intisap ettiği, bunun yanı sıra devrindeki pek çok meşayih ve ulemadan istifade ettiği dışında hayatı hakkında detaylı malumat bulunmamaktadır.

    Cerîde-i Sûfiyye’deki bazı yazılarına “Ayasofya Câmii Fahrî Mesnevîhânı” ve “Fuâdü’l-Mevlevî” şeklinde imza atmıştır. Ancak mesnevîhânlık icazetinin ve Mevleviyye yoluna intisabının keyfiyeti belli değildir. Derginin ilk sayısından sondan bir önceki 160. sayısına kadar toplam 142 makale kaleme alır. 102. ila 149. sayılar arasında muhtemelen mürşidi İsmail Hakkı Efendi’nin vefatı sebebiyle dört sene kalemini hokkaya batıramaz. Makalelerinin yaklaşık üçte birini vahdet-i vücûd bahsine tahsis etmiştir. Dinî-tasavvufi pek çok konuya köşesinde yer veren müellifin Abdullah Cevdet, Hüseyin Kâzım Kadri ve Rıza Tevfik’e yönelik reddiye yazıları da Cerîde-i Sûfiyye’de yer bulur. Urfalı Şeyh Safvet’in sermuharriri olduğu Tasavvuf mecmuasında “Tevhîd-i Bârî ve İttihâd-ı Hakîkî” başlıklı yazısı dergiye gönderdiği yegâne makalesidir. Kitap şeklindeki tek eseri Gâye ve Fezâil-i Aşk adını taşır (İstanbul: İkbâl Matbaası 1325, 24 shf.). Aşkın tarifi, kısımları ve tasavvufi yönünü ele alan kitap daha çok sufi büyüklerin aşk hakkındaki görüşlerine yer verdiğinden bir tür derleme mahiyetindedir.2

    İlerideki sütunlarda okuyacağınız Ali Fuâd Efendi’nin günümüz Türkçesi’ne aktarılan “Cerîde-i Sûfiyye ve Hakîkât-i Sûfiyye”, “Mezâhib-i Sûfiyye ve Redd-i Akvâl-i Felâsife” başlıklı iki makalesi müellifin dergideki 25. ve 37. yazılarıdır.1234567

    Yazılarından dinî ve felsefi ilimlere bir şekilde vukufiyeti kolaylıkla anlaşılan Ali Fuâd Efendi, II. Meşrutiyet sonrasında Osmanlı entelektüel kesimlerine genelde sufi düşünce özelde mutlak varlığın Hak’tan ibaret olduğu ilkesine dayalı vahdet-i vücûd fikriyatı perspektifinden hitap eder. Dergideki köşesinde tarikat mesailine sadece değinilerle katkıda bulunurken, muhakkik tasavvuf ehlinin nazari hassasiyetlerine vurgu yapar. Sufiyye taifesinin felsefi tefekkürden ayrılan taraflarına dikkat çektiği yazılarının yanı sıra, XIX. Asırda Osmanlı kültür muhitlerinde neşvünema bulan vahdet-i vücûd ehli sufilere yönelik “panteist”, “inkarnasyoncu”, “monist” ithamlarına cevap vermeye çalışır. Mutasavvıfların temel inanç prensiplerinde yöntem birlikteliğinden kaynaklanan ortak düşüncelere sahip bulunduğunu, filozofların âlemin kıdemine kail olan, Tanrı-âlem ilişkisini illet-malul ikileminde izah eden, irade gibi Tanrı’nın bazı sıfatlarını iptal eden düşünceler ileri sürmeleri sebebiyle sufilerin filozoflardan ayrıldığını, klasik akaid ulemasına yakınlaştığını iddia eder. Nazari-felsefi açıdan pek çok tartışmayı beraberinde getirecek tespitlerde bulunan Ali Fuâd Efendi’nin öne çıkan hususiyetlerinden biri sufi şiirle vahdet-i vücûd fikrini aynı metinde harmanlamasıdır.

    [Not: Sabah Ülkesi’nin 51. ve 52. Sayılarında yazılarını sadeleştirerek takdim ettiğimiz “Şeyh Reşîd-i Bağdâdî” künyeli müellifin hayatı hakkında bir bilgiye ulaşamadığımızı söylemiştik. Ancak ilerleyen süre zarfında ortaya çıktı ki, İbnülemin Mahmud Kemal’in Son Asır Türk Şâirleri’nin “Reşid” maddesinde hayatına dair bazı malumat bulunmaktadır. Buna göre Mehmed Reşid Efendi, topçu binbaşılarından Mustafa Efendi’nin oğlu olarak 1861’de Bağdat’ta doğar. Bu sebeple “Reşîd-i Bağdâdî” künyesiyle anılmıştır. Yedi yaşında asıl vatanı olan Üsküdar’a gelir. İlk tahsilini bitirdikten sonra Hoca Hafız İbrahim Efendi’den çeşitli dersler okur. Gönüllü asker yazılarak neferlikten mülazımlığa kadar yükselir ancak daha sonra istifa eder. Meşrutiyetin ilanı akabinde devlet kadrolarında personel indirimine gidildiğinden memuriyeti sona erdirilir. Kendi talebi üzerine 1919’da pek az maaşla emekliye ayrılır. 11 Mart 1939’da vefat eden Reşid-i Bağdâdî’nin kabri Karacaahmet mezarlığındadır. Maaşının azlığı sebebiyle fakr u zaruret içinde bir hayat sürmüş, ömrü müddetince sabreden yoksullardan addedilmiştir. Arapça ve Farsça’ya vâkıf, tasavvuf ve edebiyattan behresi olan Reşid Efendi, Gazzâlî’nin Eyyühe’l-veled risâlesini tercüme etmiştir (İstanbul: İstepan Matbaası, 1305). Vahdet-i vücuda dair Cevherü’d-dekâyık fî kenzi’l-hakâyık adlı risâlesi, Fuzûlî’nin bazı beyitlerinin şerhi, manzum mirâciyesi, mersiyesi ve divanı yazma hâlindedir.]4

    Cerîde-i Sûfiyye ve Sufiler
    Sufiler mutlak anlamda iki kısımdır: Biri, zahirde sufiler; diğeri batında sufilerdir ki gerçek sufilerdir. Bunları birbirinden ayırmak ve her bir kısım hakkında bir nebzecik söz söylemek isterim.

    Dergimizin yegâne emeli ve mukaddes vazifesi, marifet ravzasından, vahdet bahçesinden ve hakikat çimenliğinden cihanın dört bir tarafını aydınlatan, göklerin her bir kısmını nura gark eden ilahi yetkinlikleri ve kalbin sonsuz hakikatlerini zevk-i selim erbabına hatırlatmaktır.

    Vuslat mertebelerinin asla sonu yoktur.
    Allah’ta seyru sülûk asla kesintiye uğramaz.

    Hakk’a ulaşma mertebeleri ve Allah’ta seyru sülûk (seyr-i fillah) nihayet kabul etmediği gibi aynı şekilde rububiyet sırları da sonsuzdur. Bu dibi olmayan varlık denizinin sahillerinde dolaşıp birdenbire doğan ruhani neşveleri ve hâlleri kalender meşrep hakikat ehline, rind meşrep tarikat muhitlerine remiz ve işaretlerle ifade etmek, sufilerin tuttukları yüce bir yol ve yöntemdir. Zahir bilgisi dilden kulağa, batın bilgisi ise gönülden gönüledir. İlahi sırları ve ledünni bilgileri kabul etmenin ön şartı zevk-i selim sahibi olmaktır. Bu tür bilgilerin aksettiği yer ise kalptir. Zihninde Hakk’a vuslat kokusu bulunmayan kimseler sufilerin sözlerinden ve sohbetlerinden hissemend olamazlar. Buna “tatmayan bilmez” sözü adil bir şahittir.

    Nitekim zahirde sufi olan kimseyi görünüşten gerçekliğe ve birlik mertebesine davet tarzındaki Hâfız-ı Şirâzî’nin şu beyti bir misaldir:
    Ey sufi, bir gül devşir! Yamalı hırkanı dikene atıver.
    Bu acı zühdü akar su gibi olan hazmı kolay şaraba bahşediver.

    Yukarıdaki beytin tasavvufi anlamı şöyledir: “Ey can dimağı, Rahman’ın kokusundan ve ruhani zevkten nasipsiz olan sufi gayret ve çabayla bir gül koparsın ve gerçek sevgili olan Hakk’a vâsıl olsun. Bu yamalı riya hırkasını nefsin gözyaşı gördüğü melamet ve harabatlık dikenine, bu nahoş acı kuru zühdü ilahi dergâhta makbul olan aşk şarabına ve sonsuz sevgiye tebdil eylesin.”

    Batında sufi olanlar için de şu beyit irat edilmiştir:

    O arşın tavusu arş tarafına gitti,
    Arşın kokusu fısıltılar hâlinde kendisine ulaşınca.

    Sufiler taifesinin meşrebince söylenmiş olan bu sözü ehlullahın yüce yolu üzere bulunan kudsî zevat ancak anlar. O kudsî zevat ki “Arştakilerle raks ederler.” Nitekim “Dervişlerin gecelediği her yer dervişlerin sarayıdır” sözü bu anlama işaret eder.
    Kendi varlığından geç, varlığını bir tarafa koy!
    Rabbimden gayrı her şeyin yokluk olduğunu anladım.

    Varlık âleminden merhale kat etmeksizin yokluk âleminde karar tutan Hakk’ın meydanındaki erlerdir ki, o erler zikrettiğimiz ikinci kısımdaki batın sufileridir. İşte dergimizin yolu ve mesleği bu ikinci kısım sufilere aittir.

    Tasavvuf Düşüncesi
    Felsefe Grekçe’de “hikmet sevgisi” demektir. Filozof ise “philo” ile “sophia” kelimelerinden oluşur. “Philo” seven, “sophia” hikmet anlamındadır ki, böylelikle filozof/feylesof “hikmeti seven” demektir. İleride söz konusu olacak Filozofların düşüncelerinin reddinden önce sufilerin görüşlerini inceleyelim ki zihinlerimiz mutasavvıfların temel inanç ve fikirlerini hazmetsin, kabule yatkın olsun, tetkik ve tahkike hazır hâle gelsin. Tasavvuf ehli, bazı mayasız ve özü bozuk kimselerin hissettiği gibi zan ve vehim kabilinden olan kıyasları, yersiz hayalleri katiyen hatırına bile getirmezler. Zira mutasavvıflar hakikatin zirvesinde mabutlarını hak ve hakikatle tanımış, Hakk’a hakkıyla kullukta bulunmuşlardır. Hak’tan başka hiçbir şey görmeyen, hiçbir şey bilmeyen, din ve mezhepte ancak Allah’ı tanıyan ciddi ve gerçek bir mutasavvıf, bir takım ehliyetsizlerin ileri sürdüğü gibi vücûdî (panteist), hulûlî (inkarnasyonist) ve ittihâdî (monist) adıyla sınırlandırılan mezheplere salik olamaz. Şimdi bu mezhepler hakkında biraz izahatta bulunalım.

    Vücûdiyye Mezhebi (Panteizm): Anladığım kadarıyla bu mezhebin görüşlerine sahip olanlar şöyle bir iddia ileri sürmüşlerdir: “Cenâb-ı Bârî’nin âlemde taayyün ve tahakkuku zatıyla değildir. Âlemdeki varlıklarda görülen ve gösterilen ise O’dur.” (Hâşâ!) Panteistlerin bu inancı açık bir küfür ve sapkınlıktır. Zira Hak Teâlâ zatıyla kaim, ezeli ve kadim varlıktır. Bu âlemdeki varlıkların cümlesi ise sonradan olma (hâdis) ve öncesiz (kadim) olan bir yaratıcıya muhtaçtır. Nitekim Şeyh-i Ekber Muhyiddin İbnü’l-Arabî hazretleri, Fütûhât-ı Mekkiyye’sinde şöyle buyurur: “Bilesin ki, Hak Teâlâ zatıyla mevcud, mutlak varlıktır. Varlığı başkasıyla sınırlanmaz. Bir şey sebebiyle nedenli (malul) olmadığı gibi, bir şeyin var olması için neden de (illet) değildir. O neden ve nedenlilerin yaratıcısıdır.”

    Bu mukaddime hakkıyla anlaşıldıktan sonra Mevlana Celâleddîn-i Rûmî’nin Mesnevi-i Şerîf’indeki şu beytine kulak verelim:

    Biz yoklarız. Bizim varlığımız nedir?
    Sen fâniyi gösteren mutlak varlıksın.

    Bu beyti etraflıca düşünmek gerekir: “Biz biz olduğumuz cihetten sırf yoklarız. Bizim varlığımız “Hakk’ın zatı müstesna her şey yok olucudur.” (Kasas, 88) âyet-i celilesinin işaret ettiği üzere yokluktur. Allah’ın mutlak zatı geçici varlığı zuhur ettiren, onu görünüme çıkarak mutlak varlıktır.” Hz. Mevlânâ bu beytiyle mücessime ve vücûdiyye mezhebinde olanların yukarıda değindiğimiz varlık hakkındaki sözlerini eleştirir, sufiyye taifesi ile panteistlerin görüşlerini paylaşanlar arasında büyük bir fark öngörür. Zira evliyaullahın büyüklerinin Hakk’a “mutlak varlık” diyerek meseleyi zihinlere yakınlaştırmaya çalışmaları, filozofların Hakk’ın varlığın nedeni (illet) olduğunu söylemesi, O’nu iradesiyle değil de zatı gereği her şeyi yapmaya mecbur varlık (mûcibun bi’z-zât) şeklinde nitelemesi anlamında değildir. Panteizmi savunanlara göre “mutlak varlık”, Hak “genel varlıktır (vücûd-ı âmm)” anlamındadır. Eğer “Şeyh-i Ekber İbnü’l-Arabî Fütûhât’ta “Şeyleri zâhir kılan Allah’ı tesbih ederim ki, O şeylerin aynıdır.” (Sübhâne men evcede’l-eşyâe fehüve aynuhâ) dedi. Bu söz panteizmi desteklemez mi?” şeklinde bir soru yöneltilirse, şöyle cevap verilir: “İbnü’l Arabî Fütûhât’ta geçen bu sözün birkaç satır aşağısında ise şöyle demiştir: “O zuhur açısından her şeyin varlığıdır (ayn). Ancak O şeylerin zatlarındaki varlık (ayn) değildir. Çünkü O O’dur, şeyler de şeylerdir.” Bu konuda söz çoksa da arife bir işaret kâfidir. İşte öne sürdüğümüz bu reddiyeler ile vücûdiyye mezhebi (panteizm) bertaraf edilmiştir.

    Hulûliyye Mezhebi (İnkarnasyon): Hulûliyye taraftarları Rab Teâlâ’nın bizim beden ve cesetlerimize hulul ettiğine inanırlar. “Tıpkı gül suyunun güle sirayet ettiği gibi” diyerek meseleyi tasvir edip yoruma giderler. Bu bir hezeyandır. Bu türden görüşler küfür ve sapkınlık içermektedir. Çünkü hulûlî fikirler varlıkta parçalanma, çoğalma ve ayrılığı gerektiren düşüncelerdir.

    Her iki âlemi bâki kılmanın pervanesi elimizdedir
    Biz bekâ Hızırıyız, fenâyı bilmeyiz.
    Silsilemizde ikilik tarikat küfrü sayılır.
    Biz bu havf u recâ keşmekeşi nedir bilmeyiz.

    İşte bu nidayı tekrar eden hakperestler, değil varlıkta taaddüdü, tefrika ve parçalanmayı hatta ikiliği bile bizatihi küfür addederler. Düşünelim düşünelim, biraz da bu ve bunun gibi hakikatlere zihnimizi sarf edelim.

    İttihâdiyye Mezhebi (Monizm): Bunlar da bizim Hak ile bir olduğumuzu ve Hakk’ın zatının bizim varlığımızdan ayrı bir varlığının olmadığını iddia ederler. Bu iddialarına “Her nereye yönelirseniz yönelin Allah’ın veçhi (zatı) oradadır.” (Bakara, 2/115) âyet-i kerimesini delil getirirler. Bunlara deriz ki; iki kimseden biri kendisinin Hakk’a yakın olduğu iddiasında bulunuyor; diğeri ise son derece tevazu, edep ve mahviyetle Hak’tan uzak olduğunu itiraf ediyor. Bunların yakınlık ve uzaklıkları hakkında verilecek cevap şundan ibarettir: “Hak Teâlâ sonsuz yücelikte ve her şeyden münezzeh, ben ise gayet aşağılardayım.” Böyle bir itirafta bulunan kişi acziyetini itiraf ederek Hakk’ın varlığında gizlendiğini söylemiştir. Aksine Hakk’a yakın olduğu iddiasında bulunan kişi ise isbât-ı vücûd ederek pek uzaklarda kaldığını itiraf etmiştir. Bunu Molla Abdurrahman-ı Câmî’nin şu kıtası pek güzel gösterir:

    Biri ben cihanın canına (Allah’a) yakınım derse,
    Bu yakınlık iddiası aslında onun uzaklığı olur.
    Biri de ben ondan uzağım derse,
    Onun uzaklık iddiası onun yakınlık perdesi ardında gizli olmasındandır.

    Hak’tan ayrı ve gayrı bir şey yoktur ki sonradan iki ayrı varlık birleşsin. Bir varlık diğerinden ayrılsa başka bir yere gitmesi gerekir. Bu da sufilerin ilahi hakikatlerine muvafık bir söz değildir. Hep bu ve benzeri batıl düşünceler öncesiz olmaklıkla (kıdem) ile sonradan olmaklık (hudûs) arasını tam bir şekilde tefrik edememekten neşet eder. Daima söyleyegeldiğimiz üzere hak mezhep ve fikir şöyledir: Kâinatın yaratıcısı olan Allah her türlü benzerlikten münezzehtir, zatında mevcut, zatıyla bilen, sıfatlarının gerektirdiği üzere mahlukatı bilendir. Nur olan varlığı gölge misali mevcudatı var kılmış, zuhur ettirmiştir. Hakk’ın ilminin varlıklardan asla ayrılmadığına, her daim onları bildiğine inananlar “Muhammedî Müslümanlar” namıyla seçkinleşirler, Hakk’ın türlü türlü inayetlerine nail olarak tüm milletlerden üstün konumda olurlar. “Muhakkak ki Allah ilim açısından her şeyi kuşatmıştır. Allah her şeyi kuşatıcıdır.”

    Her nebât yerden biter.
    “Allah birdir, onun şeriki yoktur” der.

    Filozofların Görüşlerine Reddiye
    Filozofların âlemin öncesizliği (kıdem-i âlem) hakkında geçersiz delilleri şöyledir:

    “Zorunlu varlık (vâcibu’l-vücûd), zatı gereği her şeyi yapmaya mecbur varlık (mûcibun bi’z-zât) olup, iradesiyle fiilleri tercih eden varlık (fâil-i muhtâr) değildir. Zorunlu varlığın zatı aklın varlığına tam neden (illet-i tâmme) değildir. Akıl feleği var eden zorunlu nedendir (illet) ve nedenli varlık (ma’lûl) tam nedeninden asla ayrılmaz. Dolayısıyla her şeyi yapmaya mecbur varlık kadim olup nedeni (illet) dahi kadimdir.”

    Bir önceki yazıda izah ettiğimiz üzere filozofların bu görüşü hep öncesiz olmaklık (kıdem) ile sonradan olmaklık (hudûs) meselesinin hakkıyla anlaşılamamasından kaynaklanır. Sonradan olmaklık meselesi neticede zorunlu varlığın irade ve tercihiyle fiilde bulunan varlık olup zatı gereği her şeyi yapmaya mecbur varlık olmadığını zaruretle gösterir. Oysa filozoflara göre zatı gereği her şeyi yapmaya mecbur varlık fikri âlemin kadimliğini teyit eder ki bu da âlemin sonradan var olmamasını zorunlu kılar. Filozoflar zorunlu varlığın zat ve sıfatlarında yetkin (kemâl) bulunduğunu, tüm yetkin sıfatlarla nitelenmiş olduğunu, zorunlu varlığın dışındaki her şeyin mümkin yani varlığı ve yokluğu eşit seviyede varlık olduğunu düşündüler. Âlemin kadimliğini savunan filozoflar kendi nefsleri eksik olduğu hâlde, yetkinliği yaratılışında eksik olan mümkin varlığa isnat ederken, aynı yetkinliği zorunlu varlık olan yetkin yaratıcıya da isnat ettiler.

    Bu suretle yaratılışında eksik olan mümkün varlığı, yaratıcılığında yetkin olan zorunlu varlıktan daha yetkin kıldılar. Oysa oldukça zayıf bir akla sahip olan kimse dahi “Zorunlu varlık fiilde bulunmaya kendisini zorunda kılmıştır. Tıpkı ateş yakıcılığında, bitkisel güçler faaliyetinde kendilerini zorunda kıldıkları gibi.” şeklinde ağzında söz dolaştırmaz. Filozoflar aklın feleğe zorunlu neden (illet-i mucibe) olduğunu iddia etmişlerdir. Oysa tam nedenin (illet-i tâmme) ne olduğunu bilen ve felsefe ilkelerine vâkıf olan bir kimse, zorunlu varlığın yahut maddeden soyutlanmış aklın zatının feleğin maddesine ve suretine zorunlu illet olduğunu düşünemez, Cenab-ı Hakk’ın iradesi ve tercihiyle fiilde bulunan varlık olduğundan başka bir görüşe sahip olamaz. Platon bazılarına göre âlemin kadimliğini bazılarına göre de sonradan var olduğunu ileri sürmüştür veya her iki görüşü de savunmuştur. Platon’un çağdaşı olan filozoflar ve takipçileri de bu minval üzere düşünmüşler ve söz sarf etmişlerdir. Hatta Galenos bile hem âlemin kadimliğini hem de sonradan var olduğunu aynı anda iddia etmiştir. Aristo üstadı olan Platon’dan yirmi sene felsefe eğitimi almış, çoğu meselede üstadına muhalefette bulunmuş, pek çok felsefe problemini ifsat etmiştir.

    Aristo’yu takip edenler de âlemin kadim olduğu fikrini tercih etmişlerdir. Mülhit filozoflardan bidat fikir ileri sürmekte Aristo’ya şerik olanların, zamanın kadimliği ile feleğin hareketinin kadimliğini istidlal etmeleri, zamanı feleğin hareketinin ölçüsü kılarak zamanın kadimliğiyle feleğin hareketinin kadimliğini istidlal etmeleri batıl ve geçersizdir. Zira zaman, feleğin hareketinin ölçüsü değildir. Nitekim bu düşünceye Grek filozoflarından hiç bir kimse sahip olmamıştır. Aksine zamanın dışta bir varlık durumu olmayıp, Tanrı’nın bilgisinde, akıl ve hâlde mevcut bulunduğunda ittifak etmişlerdir. Filozofların bu ve benzeri düşünceleri Kitap ve sünnete uygundur. Filozofların kadimlik ve sonradan olmaklık hakkında söylemiş oldukları sözler bütünüyle anlaşılır ise de Sa’dî’nin şu hikmetli beyitleri hatıra gelince susmak en mümkün yol oluyor:

    Âleme hâdis de! Asla felsefîyle etme bahs.
    Cümle mevcûd-ı hakâyıkda cemâl-i Hakk’ı gör.
    Münkir olma kavm-i sofistâî ile etme bahs
    Nûr-i şer’îyle kamu zerrâtta Hakk’ı ârif ol.
    Hâliku’l-küll zât-ı Hak’dır mu’tezille etme bahs.

    [Âlemin sonradan var olduğunu söyle. Asla filozofla meseleyi tartışma!

    Bütün varlık hakikatlerinde Hakk’ın cemalini müşahede et.

    İnkarcı olma, Sofistlerle cedele girme!
    Şeriatın nuruyla bütün zerrelerde Hakk’ı bil ve gör.
    Her şeyin yaratıcısı Hak’tır, itizal edenle konuşma!]
    Mesnevîhân Ali Fuâd

    * Doç. Dr., Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
    1 İkinci başyazarı Kâtip Mustafa Fevzi Efendi’dir ki, Sabah Ülkesi’nin 53. Sayısında onun tasavvufa dair iki yazısına yer vermiştik.
    2 Mesnevîhân Ali Fuâd Efendi’nin hayatı, eserleri, Cerîde-i Sûfiyye’de yazdığı “Vücûd” başlıklı makalelerinin neşri ve değerlendirmesi için bk. Abdurrahman Acer, Mesnevî-hân Ali Fuâd Efendi’nin Cerîde-i Sûfiyye’deki Makaleleri: İnceleme-Metin, basılmamış yüksek lisans tezi, MÜSBE, İstanbul 2011. Yazımızda günümüz Türkçe’sine aktardığımız iki makalesi bu tez çalışmasında neşredilmemiştir.
    3 Mesnevîhân Ali Fuâd, Ceride-i Sufiyye, sy.6/1, (13 Ramazan 1329), s. 2; Mesnevîhân Ali Fuad, Ceride-i Sufiyye, sy.6/5, (14 Zi’l-ka’de 1329), s. 1-2.
    4 Bk. İbnülemin Mahmud Kemal İnal, Son Asır Türk Şairleri, İstanbul: Dergâh Yayınları 1988, III, s. 1461-62. Kaynak bilgisini paylaşan değerli araştırmacı Fatih Tığlı’ya şükranlarımı arz ederim.



    1. 3
    2. 3
    3. 3
    4. 3
    5. 3
    6. 3
    7. 3