BİR VASITA OLARAK ÇEVİRMEN
Charlotte Mandell*

  • Sabah Ülkesi - Cover
  • FitzGerald’ın yaşamı boyunca bitirip basılmasına uğraştığı yegâne iş, aradaki sekiz asrı aşıp merakla, ciddi bir yakınlık kurduğu İranlı şair Ömer Hayyam’ın Rubailer’inin muazzam tercümesidir. FitzGerald çevrilmesine yıllarca uğraştığı bu 240 dizeyi, ölü bir adamla sohbet edip ondan duyduğu havadisi bize aktarma girişimi olarak tanımlar. Bu amaçla yarattığı, tamamen saf ve zerre yapmacıksız bir güzellik yayan İngilizce dizeler, yaratıcısının en küçük bir otorite gösterisine bile tenezzül etmeyen görünmezliğiyle bizi harfi harfine, solmakta olan Batı’yla ortaçağ Doğu’sunun kesiştiği noktaya çeker. Tarihin belalarla dolu gerçek akışında böyle bir şey asla mümkün olmazdı. “Tepemizde dönüp duran çarkında feleğin, şaşırıp kalmışız / Bir fanus gibi hayali, sıkışıp kalmışız / Güneş kandili onun âlem de fanus / İçinde dönüp duran suretleriz öylece kalmışız.”2 Rubailer 1859 yalında basıldı, aynı yıl FitzGerald’ın belki de yeryüzünde diğer herkesten daha çok önemsediği William Browne bir av sırasında aldığı yaralar yüzünden, acılar içinde öldü. (W.G. Sebald’ın Rings of Saturn kitabından; ss. 200-201)

    Merriam-Webster sözlüğünde “medium” kelimesi için yapılan tanımlardan biri şöyledir; “ruhlar âlemiyle yeryüzü arasında iletişim aracı olduğuna inanılan kişi”. Bence bu, edebî çeviriler için de gayet iyi bir tanımdır. Bir çevirmen olarak ben, metnin özünü İngilizcedeki makul, güvenilir yeni bedenine aktarabilmek için kendimi tamamen kendimden boşaltmalıyım, tıpkı çevirmen ve roman yazarı Haruki Murakami’nin de dediği gibi, “Kendi egomu öldürmeliyim.”3 Bir Budist olarak bunu oldukça özgürleştirici bir deneyim sayıyorum; ne zaman bir metni çevirmeye girişsem “kendimden” azade oluyor ve kendimi metnin içine tamamıyla batırıyorum; böylece anlatanın sesini kendi dilime aktarmak için ben de bir anlatıcı oluyorum. Çeviri yoğun bir dinleme olduğu kadar derin bir okumadır; bir metni çevirmeden, yani metin içime işleyip onu bir başka biçime dönüştürmeden, onu hakkıyla “okumuş” görmüyorum kendimi.

    Bu bağlamda çeviri şiire çok benzer; nasıl ki iyi şiir bir şeyi bir başka şeye (ya da bir şeyi kendisinden daha hakiki bir şeye, yani onun kendi özüne, “hakiki” mahiyetine) dönüştürerek bir tür simya ediyorsa, çeviri de metni bir dilden diğerine aktararak ama bu aktarımda metnin özünü, yani “hakiki” mahiyetini saklayarak dönüştürür.

    Kocam, şair Robert Kelly bütün dilin bir çeviri olduğunu söyler. Konuştuğumuzda veya yazdığımızda içimizdeki duyguları, izlenimleri bir sayfa üzerinde ya da ağzımızdaki seslerde bir dile, kelimelere çevirmiş oluyoruz. Bunun oldukça radikal bir edim olması gibi, çeviri de çok radikal bir edimdir; ne zaman bir kitabı çevirmeye başlasam bu görevin altından kalkamayacağıma dair bir umutsuzluk peyda olur içimde; kendi dilinde kulağa mükemmel gelen kelimelerin benim kendi dilime, kendi kelimelerime çevrilmelerinin imkânsızlığından doğan umutsuzluk. Çeviriyi hem cüret isteyen hem de çok zevkli bir iş yapan tam da bu imkânsızlıktır. Çevirmen metni bir başka şeye ama hâlâ o şey olarak dönüştürürken ümitsiz umutsuzluk ve iyimser çalışma azmi arasında içsel bir çatışmaya girer.

    Maurice Blanchot Le livre à venir kitabında “Sıfır Noktasını Arama” bölümünde şöyle yazar;

    Edebiyat yazmakla başlar. Yazmak bir törenler bütünüdür, bir kişinin neyi açıklayacağı ve bunu hangi yolla açıklayacağından bağımsız olarak aşikâr veya zor çözülen ayinlerin hadiseyle ilan edilmesidir; yazılanın edebiyata ait olduğu, onu okuyanın edebiyat okumuş olduğu böylece bildirilmiş olur. Ama bu retorik değildir ya da daha doğrusu özel bir tür retoriktir; bu kapalı, müstakil ve kutsal mekâna, yani edebî mekâna girdiğimizi anlamamızı sağlayan türdendir.4

    Blanchot yazarın “sıfır noktası arayışını” tanımlamaya devam eder;

    “Yazmaksızın” yazmak edebiyatın artık görünmez olduğu, kaybolma noktasına çekmektir. Burada artık onun uydurma sırlarından ürkmeyiz; burada her yazarın bilerek ya da hiç farkında olmadan aradığı bu törpülenmede, kimi yazarları sessizliğe gömen bu “yazmanın sıfır noktasında…”5

    Çeviri de aynı şekilde bu sıfır noktasını aramaktır; çevirmen görünmez olmak ve kelimeleri kendi adlarına konuşturmak için, tıpkı kâhinin [medium, vasıta] bizzat haberini getirdiği ruha dönüşmesi gibi metnin içinde kaybolmak ister, bizzat metin olmak ister. Bu, yazmanın kutsal mekânıdır ve büyüden hiç de aşağı kalır yanı yoktur; değil mi ki hem çevirmen ve hem metinde bir dönüşüm yaşanmıştır, ortaya çıkan iki şey artık aynı değildir.

    Bu yüzden bir kitabı eline alıp okumaya başlayan okur bir büyü töreni yerine getirmiş olur. Aslında bu dinî bir tören olarak da tanımlanabilir ama ben “büyü” kelimesini tercih ediyorum. Okumak bir tür ibadet, metnin içine kendini unutasıya ve kitabın dünyasına göçecek denli çekilme ve tam bir bağlanmadır. Aynı şey çeviri için de geçerlidir; çeviriyi kutsal bir fiil olarak görürüm, kendisinden veya egosundan vazgeçip bütünüyle metne teslim olmayana metin açılmayacaktır. Edebiyatın bu kutsal alanına girmek için kişinin önce kendinde bir dönüşümden geçmesi gerekmektedir. Kâğıtta yazan kelimelere ve bu kelimelerin çevirmenin zihninde bir manzara uyandırabileceğine, bir dünya yaratabileceğine güvenmesi gerekir. Böylece çevirmen kelimeleri, onların kendisinde bulduğu karşılığın aynısının okuyanda da yankılanması umuduyla (duasıyla), “asli” dillerindeki biçimleriyle özümseyen ve onları kendi “asli” diline dönüştüren bir simyacı hâline gelir.

    Murakami kendi roman yazma ve çeviri etkinliği üzerine düşünürken şöyle der; “Bu iki karşıt çalışma arasında geçiş yapmak, ruhsal enerjinin akışında neyin dikkate alınacağını geliştirmeye yardım eder.”6 Egodan sıyrılmayı gerektirdiğine göre çevirinin, romancı için bir hafifleme, bir tür arınma ayini olabileceğini zannediyorum. Zira çeviri, roman yazarına bir süreliğine kendini unutturup “onun” olmayan bir metne baştan ayağa gömülmesine neden olur; yani onun [yalnızca] bir vasıta olmasına. Hani aynı zamanda şu şekilde de tanımlanan “vasıta”: “tuval veya resim yapılacak başka bir yer, heykel yapmak için taş, edebî veya müziksel bir biçim gibi, sanatsal ifadenin ortaya çıkacağı maddi veya teknik araçlar” ya da “bir şeyin işlevini yerine getirdiği veya geliştiği çevre ya da koşullar [toplamı]”.

    Çevirdiğim metni önceden okumamak gibi bir tutum geliştirdiğimden kendimi ruhlarla uğraşan bir medyum gibi hissediyorum, zira ben yazarken metin benle “konuşur”, neredeyse metin bana en kısa yoldan ve soluk soluğa dokunmuş gibi olur. Vaktinden evvel okumadığım zaman metin bana daha canlı gelir; kâğıttaki cansız kelimeler gibi değil de, canlı bir varlık gibi.

    Geçenlerde yazar ve çevirmeni, besteci ve icracısıyla karşılaştıran bir makale okudum. Ama bunun çeviri eylemi için doğru bir benzetme olduğunu düşünmüyorum. Çünkü mesela bir icracı olarak ben bir müzik eserini diğer icracılardan farklı olarak yorumlayabilirim; ama eser bu durumda hâlâ aynı eserdir; çeviride olduğu gibi, başka bir şeye dönüştürüldüğü hâlde hâlâ aynı olan bir şey olmayacaktır. Eserin hâlâ, anında Mozart’ın veya Beethoven’in eseri olduğu anlaşılabilecektir. Ama mesela üç farklı çevirmen aynı metni çevirdiğinde okur bu üç metnin her birinden tamamen farklı bir izlenim edinecektir; asıl anlatıcının kişiliği bu üç çevirmenin kişiliği tarafından değiştirilecektir. Çünkü her çevirmenin dünyaya bakışı ve bunu ifade ediş tarzı farklıdır. Aynı manzarayı gören üç farklı insan bunu, kendi kişisel ölçütlerine, anılarına, art alanlarına göre farklı yollarla betimleyecektir; mesela Van Gogh ve Picasso aynı manzarayı kökten farklı –belki de aynı manzara olduğu anlaşılmayacak denli farklı– yollarla resmederlerdi. Bence ressam-manzara benzetmesi çeviriye daha uygun duruyor; yazarın manzaraya, çevirmenin de gördüğünü, hissettiğini kayda geçiren bir ressama benzetildiği bir benzetme. Bu açıdan bakıldığında tıpkı doğru veya yanlış bir resmetme söz konusu olamayacağı gibi, “doğru” veya “yanlış” bir çeviri de yoktur, her bir çeviri çevirmenin gördüğü şeyin yorumudur. “İyi” bir çeviri, çevirmenin “yazının sıfır noktasına”, yazmanın ve benliğinin kaybolduğu bu kutsal mekâna varabildiği çeviridir.

    Bu yazının başındaki alıntıda Sebald, Edward FitzGerald’ı “aradaki sekiz asrı aşıp” Ömer Hayyam’la “meraklı ciddi bir yakınlık” kurmuş biri olarak tanımlıyor ve şöyle devam ediyordu; “FitzGerald, çevrilmesine yıllarca uğraştığı bu 240 dizeyi, ölü bir adamla sohbet edip ondan duyduğu havadisi bize aktarma girişimi olarak tanımlar.” Bir metni çeviren her çevirmen her zaman metinle bir tür iletişim kurar; bunun sonunda metin ister ölü ister diri olsun, yazarıyla yapılan sohbete dönüşür. Her çeviri, okura metnin “aslından” havadisler sunma çabasıdır; bu çabaya çevirinin kendisinin kaybolması ve metnin “aslı” kadar asli hâle gelmesi ümidi eşlik eder. Bu açıdan çeviri ötelerle, çevrilemez olanla söyleşme; soyut ve kavranmaz olanı somut ve okunabilir yapma girişimidir. İşte bu çevirmenin kutsal komünyonudur7 ve umulur ki okuyucu için de öyle olsun.

    * Fransızcadan İngilizceye onlarca kitap, makale ve şiirin çevirmeni olan yazar, felsefe ve edebiyat alanında tercümeler yapmaktadır. Dünya çapında çeviri ödülleri almış ve Blanchot, Jean-Luc Nancy, Abdelwahab Meddeb, Ranciere, Flaubert, Mathias Enard gibi önemli yazarların eserlerini İngilizceye çevirmiştir.
    1 Yazarın da aşağıda değineceği üzeri “medium” kelimesi buradaki bağlamda hem “vasıta” hem de “ortam” anlamına gelir. Arapçadaki “ve-se-ta” kökünden gelen, araç anlamına gelen “vâsıta” ve aynı kökten, orta anlamına gelen “vesat” kelimeleri gibi. Ortada olmakla, iletmenin bu bağlantısını Türkçede daha çok “ara”dan gelen “aracı/araç” ve “orta”dan gelen “ortam” kelimeleriyle karşılıyoruz. Dolayısıyla her iki anlama gelen kelimelerin de türediği ortak köke işaret ettiği için kelimeyi “vasıta” şeklinde çevirmeyi tercih ettim. (çev.n.)
    2 Hayyam’ın “În çerh-ı felek ki mâ der ô hayrânîm” ile başlayan rubaisi. Tabiatıyla İngilizce çeviri biraz farklı. (çev.n.)
    3 Haruki Murakami, Asahi Shimbun’daki makalede:  http://www.asahi.com/ajw/articles/AJ201704280045.html
    4 Maurice Blanchot, The Book to Come içinde “The Search for Point Zero”, (çev.) Charlotte Mandell, Stanford University Press, 2002, ss. 205-206
    5 A.g.e., s. 207.
    6 The Asahi Shimbun internet sitesinden alındı, linki; http://www.asahi.com/ajw/articles/AJ201704280045.html
    7 Yazar burada “communion” kelimesinin çok anlamlılığı üzerinden bir kelime oyunu yapıyor; yani anılan durum çevirmenin kutsal ayini ama aynı zamanda onun başkalarıyla gerçekleştirdiği iletişim ve başkalarıyla oluşturduğu duygudaşlıktır. (çev.n.)