TEVHİDE VE NÜBÜVVETE İMANIN İMKÂNI OLARAK FITRAT VE EZELÎ MİSAK
Salih Aydın

  • Sabah Ülkesi - Cover
  • Bir Hanefi-Kerrâmî Analiz

    İslam’daki, özellikle de sufi gelenekteki din bilinci tarih-üstü bir olguya odaklanmıştır. Bu olguya en büyük vurgu ilk ve en önemli sufi, kelami ve fıkhi mezhep olan Kerrâmîye ve İmâmu’z-Zâhidîn olarak anılan Muhammed b. Kerrâm tarafından yapılmıştır. Onların iman ve tevhit yorumu, kendisinden sonra gelen Cüneydi Bağdâdî ve İbn Arabî’nin de yaptığı gibi, ruhlar âleminde verilen ikrarla alakalı olup, onların bu düşüncelerinin yakın beşerî kaynağında Ebû Hanîfe’nin Fıkh-ı Ekber’inin olduğu çok açıktır. Fıkh-ı Ekber’deki ifade aynen şöyledir: “Allah Âdem’in neslini, zerreler suretinde çıkarmış, onları akıllılar (ukelâ) kılmış, onları muhatap almış, imanı emretmiş ve küfrü nehyetmiştir. Onlar da hemen O’nun rubûbiyyetini ikrar etmişlerdir. İşte bu onların imanı olmuştur ve onlar bu fıtrat üzerine doğmaktadırlar. İşte kim bundan sonra küfrederse (o asli fıtratını) tebdil ve tağyir etmiş olur, kim de iman eder, tasdik ederse onun üzerine sabit kalmış ve devam etmiş olur.”

    Buradaki “akıllılar kılınmak” ve “fıtrat üzere doğmak” sözlerine dikkat etmek gerekir. Akıllılık insanoğlunun fıtratı kılınmış ve o bu sayede muhatap alınıp kendisiyle konuşulmuştur. Huzura kabul edilip muhatap alınması ise âdemoğlunun tekrîm olunması demek olup, sufilerin huzur emaneti dediği şey budur. Huzurunu emanet etmesi, öncelikle o varlığa değer vermesi ve şereflendirmesi demektir. Fıkhu’l-Ekber şerhinde Mağnisâvî diyor ki, “Hitap olgunluğu, liyakatı (rüşt) ve aklı gerektirmektedir. Fıtratı akıl kılınmasaydı huzur emanet edilmez, hitap olgunluğuna ve liyakatine de mazhar olunmazdı.”

    Misak ayeti aklın yapısını ve insanın fıtratını anlatan bir âyet-i kerîmedir. Bu yapı bilfiil iman ya da küfür demek değildir, fakat bu yapı olmasa idi asla iman ve iman elçiliği demek olan nübüvvet söz konusu olamayacaktır. Aklı olmayana binlerce peygamber gönderilse de bir anlam ifade etmez. Bu demektir ki, fıtrat imanın ve nübüvvetin imkânı ve temelidir. Zira Ebû Hanîfe hemen bu konunun peşine imanın ve küfrün –dolayısıyla elçiliğin–zorlama bir iş olmadığını ifade etmiştir. Allah kulun kalbinde taat ve masiyeti cebir yoluyla değil, kendi ihtiyar ve isteğine makrûn ve bitişik olarak yaratır; kâfir küfründe mazur, mümin de iman etmekte mecbur değildir. Bir diğer ifade ile mümin imanında mecbur olsa idi, kâfirin de küfründe mazur olması gerekirdi. Zira bu yapı kâfirin aleyhine olmadığı gibi, mümin için de hazır iman demek değildir. Allah insanları ne zorla müminler olarak ne de zorla kâfirler olarak yaratmamıştır. Onları, asıl fıtratları olan iman üzere kalmaya veya bu fıtratın üzerini örtüp, küfretmeye kabiliyetli şahıslar olarak yaratmıştır. “O hâlde gerçek Müslüman olarak kendini dine doğrult; Allah’ın fıtratına ki, insanları onun üzerinde halk etti.” Fıtrat yaratmaya (halk) şekil veren ön ilâhî belirlemedir ve buradaki ikincil yaratış (halk), o asli fıtrata göre vuku bulmuştur. “Her doğan, İslam fıtratı üzerinde doğar. Daha sonra anası babası onu Yahudileştirir veya Hristiyanlaştırır veyahut da Mecusileştirirler. Nihayet bunu dili ile açıklar, ikrar eder. Ya şükredenlerden yahut küfredenlerden olur.” Hz. Peygamber misak ayetiyle alakalı olarak, “Şayet bu olay olmasa idi (veya da bu yapı bahşedilmese idi) hiçbir kimse Rabbi’ni bilemeyecekti.” buyurmuşlardır. Dolayısıyla bu fıtrat olmasa idi, elçilerin gönderilmesinin bir anlamı ve nübüvvetin imkânı olmayacaktı. İnsanın fıtrat üzere doğması, Yüce Allah’ın yaratıcısı olduğu alt-bilinciyle doğacağı anlamındadır. Bu fıtrat imanın, tevhidin ve nübüvvetin zeminidir. Bu zeminde kalmak veya bu zemini terk etmek, ikisi de imkân dâhilindedir ve insanın iradesine bırakılmıştır. Cebriye’nin aksine, Ehl-i Sünnet vel-Cemaat âlimleri, “Şayet halis bir zorlama olacak olsaydı İblis’ten daha önce taat, Hz. Ömer’den de masiyet çıkmaması gerekirdi.” demişlerdir. Bu nedenle Cebriye’nin, “Kâfirler küfür ve mâsıyyet üzerinde, müminler de iman ve taat üzerinde bulunmaya mecburdurlar.” sözleri batıl olmuştur.

    Kerrâmîye, oluşta ilke olarak, Allah’ın ezelî “kün kavl-i ilâhîsi”ni temel aldıkları gibi, imanda ilke olarak da insana kendi rububiyyetini tasdik ettirme ve dolayısıyla onun öz yapısını kurma sadedindeki “belâ kavl-i beşerîsi”ni esas almışlardır. Dolayısıyla onlar iman ve tevhidi izah ederken insanın fıtratını ve ruhlar âlemindeki sözü ve tarih-üstü ezelî misakı esas almışlardır. Oluşun ilkesi olan kün emir kelimesi zaman ve mekân üstü olduğu gibi, “Belâ-elbette Sen bizim Rabbimizsin.” sözü ve ikrarı da ezelî ervahta söylenmiş, zaman ve mekânı olmayan ve insanı insan yapan, onun fıtratını kuran bir sözdür. İnsanla Allah arasındaki bu ezelî misak, özellikle de Müslüman sufilerin din bilincini çok derinden etkilemiştir. Tasavvufi hayat, fıtratında sabit-kadem olma, “olmadan önceki oluşuna ulaşma”, rûz-i elestin yaşantısına dönme çabasından ibaret olmuştur. İşte bu ezelî misak durumudur. Bu durumda Allah kendi başınadır ve yaratıklar, zaman, mekân ve tarih henüz yoktur. İnsanın kendine ait hiçbir varlığı söz konusu değildir. İnsan ancak bu durumda tevhide imana erişebilir; Allah’ın ezelden ebede tek olduğuna ancak o zaman tanıklık edebilir. Belâ ikrarı, insanın “zât-ı âlî”sini kuran ve Beni Âdem’e insanlık şerefini sağlayan yüce bir sözdür, zira bu anlayışa göre insanı insan yapan, insanı güvene alan, dolayısıyla mümin yapan bu ilk(e)sel ikrardır. “Zât-ı âlî” sözü insanı, ruhlar âleminde kendisi henüz bir hiçken, Allah’ın rubûbiyyetini ikrar edip belâ dediği öz kıvamıdır. Bu nedenle insanın zati, özsel makamı hep yücedir ve ona hakaret etmemek edeptendir. İman etmek ve kendini ezelî ve ebedî olarak güvene almak, Allah’ı Rab ve Halik olarak kabul etmektir. İlâhî kün emri insana “varlığını”, beşerî belâ cevabı ise varlığına “şerefini” bahşetmektedir. Beni Âdem’in zât-ı âlisi “belâ” demekle bu özsel kıvamla şeref/yâb olmuş, bu ezelî risalete açık hâle gelmiştir. Şayet bu ezelî risalet imkânı olmasaydı, binlerce mürsel bir görev yapamayacaktı. Bu akıllılık fıtratı tevhide imanı kabule imkân sağladığı gibi, ezelî risaletin imkânına da kapı aralamıştır. Daha açık bir ifadeyle insan akıllı kılınmasaydı, risalet ve nübüvvet asla mümkün olmazdı. İnsanın bu ezelî fıtratı, ezelî risaletin de imkânıdır. Allah dilediğine bu ezelî risalet görevini yükler ve o belirli şahısları belirli zamanlarda ve belirli mekânlarda irsal buyurup görevlendirir. Bu nedenle Kerrâmîler, risaletin ezelî ve ebedî potansiyel imkânı ile belirli zaman ve mekândaki görevlendirilme (irsâl) durumunu farklı görmüş, bu nedenle resul/risalet ve mürsel/irsal arasını ayırmışlardır. Peygamberin risaleti irsalinden önce de, sonra da bakidir, fakat peygamber ezelde mürsel olmadığı gibi kabrinde de mürsel değildir. Risaletin hakikati ezelidir, fakat bu hakikatle görevlendirilen peygamber fanidir. Bu Kerrâmî düşünceyi Hz. Muhammed üzerinden ifadelendirecek olursak, Hakîkat-i Muhammed ezelîdir, fakat Abdullah’ın oğlu Muhammed gelip geçmiştir. Akıl bu risalet imkânını vermeseydi ve bu hakikat ezelde tevsik (misak) edilmeseydi, irsalin imkânı ve faidesi olmayacağı gibi varlık zemini dahi söz konusu olmayacaktı.

    Kerrâmîlere göre iman, ezeldeki insanın özsel zerrelerinin belâ sözüdür; mürtetler (yani muptilûn) hariç herkeste kalıcıdır ve şehadetin iki cümlesini söylemek ancak riddetten sonra imandır. Bu da insanın zât-ı âlîsinin fıtraten imana ve o imanı tebliğ edecek risalete müsait olduğu anlamına gelir. Riddet ve iptal söz konusu ise -ki o ayette bahsedilen muptillerden demektir, yani fıtrattan uzaklaşma ve ahdi (mîsak) bozma söz konusudur- o takdirde Kerrâmîler’e göre yeniden ikrar etmesi ancak iman olacaktır. Dolayısıyla şehadet kelimelerini tekraren ikrar etmek imana girmek olmadığı gibi, ikrar etmemek de küfür değildir. İmanı tebliğ edecek mürselle karşılaşmamak küfür gerekçesi olmayacağı gibi, mürsel ile birliktelik de imanı iptale engel değildir. Ancak bu ikrarı iptal demek olan küfür insanı imandan uzaklaştırır. Bu anlayışa göre riddetle izale edilmediği sürece, mürselin irsali ile desteklensin veya desteklenmesin, belâ ikrarı ebedî olarak bakidir. Dolayısıyla insanın kendisi inkâr etmedikçe kâfir olmaz. Bir kuraldır ve bu kuralı ümmete öğreten Ebû Hanîfe olmuştur. Kur’ân-ı Kerîm’deki “ed-dînü’l-kayyim” (süreklilik özelliği taşıyan, insanın özünde olan dosdoğru din) tabiriyle anılan hak dinin, Allah tarafından insan fıtratına tevdi edildiği ve onun bu temel özelliğinin kendi değiştirmediği (iptal/ridde) sürece değişmeyeceği ifade edilmiştir. Peygamberler tarihinde tevhit inancının büyük savunucusu Hz. İbrâhim başta olmak üzere, diğer peygamberler de tebliğ hayatlarında, risaleti mümkün kılan ve dîn-i kayyim denilen bu ilâhî-fıtri yapıyı bir irşat aracı olarak kullanmışlardır. Enfüsi ve afaki deliller ortaya koyup kendilerinde istidat yaratmak suretiyle Allah’ın insanlara rubûbiyyetini bilme imkânı vermesi de onları şahit tutmak demektir ki, Gazalî ve Descartes gibi çok sayıda büyük düşünür, imanın fıtri olduğunu, bozulmamış insan tabiatının inanmaya doğuştan yatkın olduğunu açıkça söylemişlerdir. Allah’ın varlığına iman çok kere taklit derecesinde bir başlangıç göstermesine rağmen, şeri olarak kabul görmüş olması insanların ilkesel ikrarını iman yerine almak gerektiğini gösterebilir. Bu anlayışta misak herkes için imani temeldir ve bu nedenle kâfirlerin çocukları küçüklüklerinde Müslüman’dır.

    Bu iman anlayışını ortaya koyan Kerrâmîler ve Zâbiraşâîler, “Birtakım yüzlerin ağaracağı ve birtakım yüzlerin kararacağı günde büyük azap onlaradır. Yüzleri kararanlara; ‘İnandıktan sonra inkâr mı edersiniz? İnkâr etmenizden dolayı tadın azabı!’ denecektir.” ayetini de delil getirmişlerdir. Kâfirlerde bu ilk imandan başka iman bulunmamaktadır. Bu nedenle “İmandan sonra küfre mi giriyorsunuz?” denmiştir. Zira bu ilk iman herkes tarafından yapılan ve herkes için sağlanan ilkesel imandır. Pezdevî’nin verdiği bilgiye göre kâfirler, dünyadaki varlıksal durumlarında değil, ruhlar âlemindeki özsel durumlarında sahip oldukları imandan yüz çevirmişlerdir. Bu da zerr-i evveldeki ikrarın geçerli olduğuna delil olarak alınmıştır.

    Kendisi bir Kerrâmî/Hanefî olan Ebû Mutîʽ, Harûriyye fırkasının, “Biz çocukların imanına da kaderine de şahitlik etmeyiz. Bu ancak onların idraki (çocukluktan çıkmaları) esnasında mümkündür.” görüşlerine karşı olarak, el-Cemâat’in, “Biz çocukların imanına şahitlik ederiz.” dediklerini aktarır. Zira onların hepsi misak gününde ikrar etmişlerdir. Bu onlardan bir imandır ve Hz. Peygamber’in kavline göre onlar bu fıtratla doğmuşlardır.” demektedir.  Kısaca bu anlayışa göre, “Zürr-ü evveldeki belâ kavli nedeniyle bütün çocuklar mümindirler, kim ki buluğa ermeden ölürse sabık imanı vasıtasıyla cennete girer.”

    Cüneyd-i Bağdâdî imanı «ezelî ikrar» ile açıklayan ve buna eserlerinde yer veren, bu arada Hanefî/Kerrâmî gelenekten etkilendiğini düşündüğümüz önemli sufilerden birisidir. Cüneyd’e göre tevhit, fenâ hâlinin, yani Allah’ın emirlerine tam bir teslimiyetle olumlu cevap verildiği ezelî misak hâlinin devam ettirilmesidir. O hâl insanın kendisinde hiçbir varlık emaresi görmediği bir hâldir. Kendisine hakkıyla bağlananlar, fikir sebebini meydana getiren ve vesveseyi davet eden şeylerden tamamen soyutlandıkları için tevhidin hakikatlerine aittirler. Ne varlıklarının zevkini tadarlar ne de onlar için nimet ve azap fark eder. “İşte” diyor Cüneyd-i Bağdâdî, “böyle bir durum ortaya çıktığında durum aynen ‘başlangıç anı’nda ki gibi oluverir.” Fenâ hâlimizde bizleri apaçık inşa ettiği gibi inşası ile da bizleri fâni kılar.

    “Bu sözün anlamını kavramak için” diyor Cüneyd-i Bağdâdî, “misak ayeti üzerinde düşünmek gerekir.” Zira Allah Teâlâ âdemoğluna, onlara ait kendi varlığından başka henüz vücutları söz konusu değilken onlara hitap ettiğini haber veriyor. Demek ki orada hakikaten sadece Hak mevcuttu ve Hak, Hak’la mevcuttur. Allah mahlukatı var kılıyor, fakat bu onların kendilerine ait varlıkları olduğu anlamında olmadığı gibi, ne kendisinden başkası biliyor ne de O’ndan başkası vardır. İşte Cüneyd-i Bağdadî’ye göre o “ilk fenâ hâli”ne dönebilmek, kendinde hiçbir varlık emaresi görmemek tevhidin hakikatine ve imanın esenliğine ermektir.

    Büyük sufi Muhyiddîn İbnü’l-Arabî de misakla insan fıtratı arasında sıkı bir ilişkinin bulunduğuna dikkat çekmiş ve imanı ezeldeki belâ ikrarıyla açıklamıştır. O da Cüneyd gibi, “Benim yokluğum vücudumda, varlığım da yokluğumdadır.” der ve “Eğer ahz-ı mîsâka muttali olursan vücudu hakikiye de vakıf olursun.” diyerek aynı ayete atıfta bulunmuştur.

    İbnü’l-Arabî Fütühâtu’l-Mekkiyye adlı eserinde, insanlar, ruhlar âleminde diğer hayvanat ve mahlukat gibi tamamıyla Allah’ın kahr ve celali altında olduklarını müşahede etmişlerdi. Bu nedenle de hepsi O’nun rubûbiyyetini ikrar ettiler, eğer bu gün de perçemlerinin kabza-ı rabbanîde olduğuna müşahede edebilseler ki, ahz-ı nâsıye tabiri Arap lisanında küçüklüğünü, hakirliğini ve hiçliğini gösterme (izlâl) anlamındadır, yine aynı teslimiyeti göstereceklerdir. Allah âdemoğluna, kendisinin kabzasında ve kahrı altında olduğunu göstermiş, onlar da keşfen hem kendi perçemlerinin hem de bütün canlıların perçemlerinin O’nun elinde olduğuna şahit olmuşlardır. Hiçbir dâbbe yoktur ki O onların nâsıyelerinden tutmamış olsun. Allah âdemoğluna dünyaya çıkışlarında kendilerini meşgul ederek, celalini, kibriyâsını ve azametini, imtihan espirisiyle perdelemiş, izhar etmemiştir. Oysa onlar, zürr-ü evvelde onlara, “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” dendiğinde, hiçbiri hayır dememiş, tam tersine hepsi “Belâ!” demek suretiyle Allah’ın rubûbiyyetini ikrar etmişlerdir. Çünkü onlar o durumda kabza-ı ahzda mahsur idiler. Eğer ahz şahadetinde olduğu gibi, göz müşahedesiyle de nâsiyelerinin O’nun elinde olduğuna şahit olsalar veya gözle müşahede eder gibi bir imana (sahip olsalar), göz açıp kapayıncaya kadar bile olsa Allah’a isyan etmez, diğer yaratıklar gibi, gündüz ve gece hiç aralıksız tespih ederlerdi. Şayet zürrü evvelde özsel fıtrat kurulmadan bu dünyadaki halk söz konusu olsaydı burada belâ demenin imkânı olmazdı. Bu dünyanın bir imtihan yeri olması hasebiyle Allah dünyaya çıkışlarında onlara, kendilerini meşgul edecek, celalini, kibriyâsını ve azametini izhar etmemiştir. Bu yüzden onlar o ezelî ikrarı ve ilkesel imanı iptale yönelebilmişlerdir.

    Kendine özgü bir İbnü’l-Arabî takipçisi olan Abdülkerim Cîlî, elest bezmi ile alakalı olarak, insanın fıtratıyla ve kabiliyetleriyle alakalı yorum getirmiştir. O, Cenâb-ı Hakk’ın ervahı, “Âdemin zahrında zerreler olarak ihraç ettim.” demesi, “Malamatın âlem-i ilmîde taayyününden ibarettir.” der. Ervahın zerrelere teşbihi gayet latif ve görünmez oldukları içindir. Cenâb-ı Hakk’ın onlara “elestü bi Rabbikum” buyurması onlarda “istidâdı ilâhî hasıl etmesinden” ibarettir. Ervahın da belâ cevabını vermesi mazâhir-i ilâhiyye olmayı kabullerine sebep olan kabiliyet ve istidatlarına işarettir.

    Gerçek tevhit, kulun son hâlinin de ilk hâli gibi olduğunu ikrar etmesidir. İlk anında ben diyemediği ve kendine ait hiçbir şekilde varlığının olmadığı gibi, aslında mevcut son hâlinde de durum farklı değildir. Nasıl ki “ilk fıtrat hâlinde” Allah’ta fani bir vaziyette, O’nun emir ve iradesine tam bir teslimiyetle O’nu ikrar etmiş belâ demişti ise “ikinci halk hâlinde” de tamamıyla O’na boyun eğerek bütün varlığın, iradenin ve hükümranlığın Allah’ın elinde olduğunu ikrar etmesi ve aslında soruyu soranın da, cevabı verenin de Allah olduğunun şuuruna ermesidir. Bu vaziyette kulun dünyadaki son hâli, ilk hâline yani elest bezmindeki hâline dönmüş olur. Böylece olmadan evvel olduğu gibi arı ve duru olur. İkrar, ezelî risalete olumlu cevap vermek suretiyle, bidayette özünde olanı ikrar etmek ve fıtratında karar kılmaktır. Bu ikrar olduğu sürece iman vardır ve ehl-i kıblenin tamamı bu hâl diliyle olan ikrarda eşittir. Kerrâmîye insana insan olma şerefini vermek ve isterse İslam devletinin bir üyesi olmak için, “Muhammedî ümmetten” ve “İbrâhimî milletten” olmaktan da öte “Âdemî zürriyetten” olmanın yeteceğini düşünmektedir, yeter ki bu fıtratı, dini ve şeriatı iptal söz konusu olmasın. Onlara göre Âdem’in zürriyetini kuran “fıtrat” ile İbrâhimî milliyeti kuran “din” nasıl aynı şeylerse Muhammedî ümmeti kuran “şeriat”ın ilan ettiği de özünde aynı şeydir. Fıtrat olmadan din, din olmadan şeriat olmayacağı gibi, Âdemî zürriyet olmadan İbrâhimî milliyet, İbrâhimî milliyet olmadan da Muhammedî ümmet olamaz. İbrâhimî milliyet ve Âdemî zürriyet hiç edilerek Muhammedî ümmet var kılınamaz. Kâlû belâdan beri Müslüman olmak demek, Âdemî zürriyetten, İbrâhimî milliyetten ve Muhammedî şeriattan olmak demektir.