SANATSAL MUHAYYİLENİN ARABULUCULUĞUNDA AKLİ VE DUYUSAL GERÇEKLİĞİN DÖNÜŞÜMÜ
Hülya Altunya*

  • Sabah Ülkesi - Cover
  • Hakikate ulaşmayı amaçlayan insan mantıksal akıl ile duyusal ve duygusal boyutta form kazanan muhayyile aracılığıyla düşünür ve eyler. Bu süreçte mantıksal akıl bilimsel olandan, yani olgusal olandan metafizik olana veya dinî olandan dinî olmayana kadar pek çok meselede söz sahibi olmak ister yahut nesnellik iddiasında olduğu için meşru tek otorite gibi varlığından söz ettirir. Ancak bunun karşısında muhayyile çoğunlukla tinsel veya sanatsal alanda varlık gösterir gibi durur. Muhayyile Aristoteles (384-322)’ten bu yana, mantıksal aklın varlığının tersine olarak duyusal ve duygusal olanın var edildiği ve öznelliğin kendini görünür kıldığı bir yeti veya etkinlik olarak algılanır. Oysa hakikat arayışında ne akıl tek başına teorik ve pratik olanın nesnel otoritesidir ne de muhayyile sadece duygusalın ifade edildiği, sınırları belli olmayan, öznel bir dile getiriştir. İnsan hem akıl hem de duygu zemininde hakikate yönelmişken, bunların her ikisinin sınırlarının tam anlamıyla belirlenmeye çalışılması, sadece su üzerine yapılan resmin suda varlığını devam ettirebileceğine inanmak gibi olur. Buna göre, hakikat karşısında, mantıksal akıl ile muhayyile zemininde insanın varlığının nasıl anlaşılması gerektiği ve sanatın bu iki güç arasında aracı bir rol üstlenip üstlenemeyeceğini sorabiliriz.

    Mantıksal akıl zaman ve mekânda gerçekleşen olaylar ve olgular arasında bağlantılar kurar. Ayrıca mantıksal akıl kurguladığı yasalar ile olaylar arasında özdeşlikler inşa ederek bilimsel faaliyetlerde bulunur. Burada mantıksal akılla ilk olarak kastımız Aristoteles’in mantıksal aklıdır, yani zamanın şimdi ve mekânın burada olduğu bir eşzamanlılık üzerinden kurgulanan kıyas sistemidir ki bu da fizik dünyadan yapılan tümelleştirmelerin akli mukayeselerle tartılmasından ibarettir. Ontolojik yapıdaki bu mantıksal akıl varlığı katı bir maddeci yaklaşımla kavrama çabasındadır. Daha sonra Descartes (1596-1650) ve Kant (1724-1804) ile birlikte zaman, mekân ve varlık anlayışı, yanı sıra mantıksal akıl tanımı değişime uğrasa da yerine ikame edilen mantıksal akıl, maddeci bakış açısıyla ortaya koyduğu bilimsel düşünme biçimi, modern dönemin başlangıcında, ilkinden daha fazla belirlenebilir bir varlık anlayışına yöneldi. Hatta daha katı mantıksal düşünme biçimi ve bununla meydana getirilen bilimsel faaliyetler, hakikatin öznel kavranılış biçimlerini tahrip edici nitelikteydi. Zira bilimsel denilen her türlü etkinlik nesnellik iddiasıyla duyusal ve duygusal olan ve öznel yapıdaki sanatsal alanın üzerinde belirleyici olarak konumlanmaktaydı.

    Burada mantıksal akla karşılık muhayyileyi; Aristoteles ve İslam düşünürlerinde olduğu gibi, bir ruh hâli, duygu durumu anlamının yanı sıra sanatsal akıl, Kant’ın estetik yargısında olduğu gibi estetik ya da sanatsal olanın ne olduğuna ve nasıl olması gerektiğine karar veren akıl anlamında kullanıyoruz. Buna göre Aristoteles’te muhayyile tabiatta mükemmelleşmeden kalanı tamamlamaya çalışarak sanatsal faaliyetlerde bulunur. Söz gelimi tragedyada yaşanan catharsis (arınma), mükemmelleşme amacına en fazla yaklaşılan andır. Ona göre sanat etkinliklerde güzel olan nesnel ölçütler içerisinde düzene, orana ve sınırlılıklara uygun olandır, yani matematiksel bir güzelliktir. Varlığı parça/bütün anlayışı içinde algılayan bu yaklaşımda, uyum; bütünün kendini oluşturan parçalarıyla ahengi, düzen; parçaların kendi aralarındaki doğru ve uygun orantıda olması, oran ise bütünün ölçülerindeki sınırlılıktır. Şu hâlde Aristoteles’e göre muhayyile vasıtasıyla ortaya konulan sanat, matematiksel bir güzelliği dile getiren ve tabiatta eksik kalanı tamamlayandır.

    Öte yandan İslam düşünürlerinde muhayyile, insanın imgeler eşliğinde gerçekliği ya da gerçek olmayan şeyleri algılama/kurgulama yetisidir. Mantıksal düşünme, imgelerin örtüsünü sıyıran veya onun üzerine refleksiyon yaparak imgelerin anlamını derleyip toparlayan bir üst güç gibidir veya adına logos denilen bir tür rasyonel aynadır. Hemen her şeye dair bir imgenin bulunması bu imge ile özdeş olmayan anlamı göz ardı etmeyi gerektirmez. Bu noktada İslam filozofları imgenin anlam düzeyini ortaya çıkarmak için mantıksal, yani akli bir düzeye –dile ve kavrayışa– başvururlar. Buna karşılık mutasavvıflar insanın hakikat hakkında rasyonel kurgular yaparak onu tahrif etmesinden kaygı duyarlar. Hakikatin tahrif edilmemesi için mutasavvıfların gönül aynası dediği duygusal, sezgisel ve tecrübi boyutun olabildiğince açık hâle getirilmesi gerekir. Diğer bir ifadeyle mutasavvıflar, mantıksal düzeyi anlamın ortaya çıktığı yer olarak değil, hakikatin yansıdığı perdenin ortaya çıktığı yer olarak tespit ederler. Yani hakikatin yansıdığı yer gönül aynasıdır ki bu, perdenin kendisidir. Hakikatin kendisini açması için illüzyon oluşturma ihtimali bulunan mantıksal aklın paşifleştirilmesi ve muhayyilenin yardımıyla gönül aynasının cilalanmasına gerek duyulur. Soyutlamalarla ve tümelleştirmelerle çalışan mantıksal akıl bir tür filtre görevi üstlenerek hakikatin duygusal, varoluşsal ve estetik boyutlarının kırılarak kaybedilmesine neden olabilir. Bu durumda anlamı apaçık belirlenemeyen imgeler, mantıksal akıl vasıtasıyla hakikati kendinde bir araya getiren şeylere dönüşür. Buna karşılık mutasavvıflarda ve sanatçılarda, imgeler, estetik, tecrübi, ruhani olmak üzere tüm boyutlarıyla muhayyile vasıtasıyla gönül aynasında ortaya çıkarlar.

    Gönül aynasına yansıyan varlığı anlama ve anlatma çabasında olan mutasavvıflar ve sanatçılar, varlığı parçalayarak anlamaya çalışan mantıksal aklın yerine muhayyileyi koyarlar. Burada sanatçı, ruhundan veya gönül aynasından gelen enerjiyle ve bütüncül bir yaklaşımla kurguladığı ve şekil verdiği sanat eserini oluşturur. Muhayyilede biçimlenip olgunlaşarak dışa yansıyan sanat eseri ister bilinçli ister bilinçsiz olsun, varlığın en otantik hâliyle kendini açmasına imkân verir. Başka bir ifadeyle mantıksal akıl ve bilim yoluyla varlığın paramparça edilişine ne muhayyile ve ne de onun ürünü olan sanat eserleri izin verir. Bunun en güzel örneğini Platon (427-347) ve Aristoteles’te görürüz. Aslında Platon yalancılıkla suçlayarak şairleri devletinden sürgün etse de eserlerinde şiirsel söyleyiş biçimini terk edememiştir. Zira sanat eseri olarak şiirsel söyleyiş biçimi, soyutlamalarla katılaştırılan düşünme biçimimize estetik ve derinlikli bir anlam kazandırır. Diğer taraftan Aristoteles de kıyasla katılaştırdığı mantıksal düşünme biçimine poetikasıyla yeniden estetik bir boyut katmaktadır.

    Metafiziksel düşünme biçiminin ağır eleştirilere uğradığı Descartes ve Kant sonrası modern döneme gelindiğinde ise varlığı anlamada ve hakikatin dile getirilmesinde insanın tarihselliği yeni bir zemin oldu. İslam dünyasının da bu yeni anlama biçiminden nasibini aldığı ve yaşanan her şeyi insanın kendi tarihi içerisinde anlamlı bulduğu söylenebilir. İnsan zihninin bir kurgusu kabul edilen metafizik de onun tarihsel sürecinin bir parçası olarak anlaşıldı. Dolayısıyla bu yeni dönemde bütüncül bir hakikat tasarımı imkânsızlaştı. Karşımızda duran hakikat akışkan, yön değiştiren, farklı zamanlarda farklı boyutlar kazanan, bir tür esnek yapıya sahip bir tasarımdı. Blok, sabit, değişmez bir anlayıştan ziyade geleceği şimdiden kestirilemeyen bir hakikat anlayışı sanatın anlamını da değiştirmeye başladı. Sanata bakış değişince, sanat eseri de hakikatin hem kendini açığa çıkarttığı hem de bütünüyle açığa çıkartmadığı bir ürüne dönüştü. Çünkü sanat eseri zaman içinde var edildiğinden hep zamansal olarak kalacaktı. Daha açık bir ifadeyle, sanat eseri başı sonu tasarlanabilir, apaçık öngörülebilir bir eser olmaktan çıktı.

    Sözgelimi edebiyatta şiir hakikatin en iyi ifade edildiği, en üst dil hâline geldi. Düşünce tarihinde metafiziğe atfedilen önem yerini şiire bıraktı. Çünkü geçmişte şiir, anlamı orada duran ve mantıksal düzeyde tespit edilebilir bir söyleyiş biçimidir. Yunus Emre (1238-1320)’nin veya Karacaoğlan (XVII. yüzyıl)’ın şiirleri, anlamı orada duran, bizi bekleyen, yani tespit edilebilir birer sanat eseridirler. Öte yandan tarihsel anlama biçiminde hakikat ne kadar tezahür ederse etsin, farklı tarzlarda ve farklı boyutlarda anlamın açığa çıkması beklenendir. Yani şiir, hakikatin sanatsal imgelerle veya tahayyüllerle kendini serimlediği bir ürün olarak, okurun anlama ufkuyla birlikte metnin, dilin, kültür unsurlarının dikkate alınmasıyla farklı boyutlarda anlamını açığa çıkartır. Böylece sanat eseri hakikatin özdeş ve tek boyutta dile geldiği bir yapı olmaktan uzaklaşır ve tam da kendisinden beklenen öznelliği ima ederek var olan bir ürüne dönüşür.

    Bu bağlamda modern dönemde resim sanatının da hakikatin kendini serimlemesinde nasıl bir yol takip ettiğini görmek açısından dikkate değer olduğu kanaatindeyiz. Zira Antik Yunan’dan ve Roma’dan devam edegelen bir anlayışla sanatçılar insanları veya nesneleri çok suni ortamlara sabitleyerek resmediyorlardı. Yani ressamlar ışığın pencerelerinden süzüldüğü atölyelerinde, ışık-gölge arasında yumuşak geçişlerle oluşturulan hacimlerden faydalanarak sabitlenmiş, belirlenmiş, anlamı dondurulmuş resimler yapıyorlardı. Çünkü anlam akıl ve muhayyilenin kontrolünde, şimdi ve burada tespit edilebilir bir yapıdaydı. Oysa ki hakikatin farklı boyutlarının tecellisine izin verildiğinde veya hakikatin akışkanlığı anlaşıldığında ressamlar atölyelerinden açık havaya çıkarak, güneş ışığının çok sert kontrastlarında nesneyi resmetmeye başladılar. Artık ne ışık ne de gölge tek düzedir. Açıkçası geçmişte ressamlar, kendilerine öğretilen kurallar çerçevesinde bildiklerini resmederken yeni dönemde gördüklerini resmeder oldular. Örneğin Fransız ressam Edouard Manet (1832-1883) ve izleyicileri tabiatta her nesnenin kendine özgü tek bir rengi olduğunu değil, gözle izlenerek ve akılda bir araya getirilerek birçok renk tonunda nesnelerin resmedilebileceğinin örneklerini verdiler. Tabiatta gözlemlenen süreklilik ve değişim, resimlere bitmemişlik veya tamamlanmamışlık olarak yansıdı. Aristoteles’te sanat mükemmelleşememiş olanın tamamlandığı etkinlik iken şimdi sanat bizzat tamamlanmamışlık üzerine kurgulanmaktaydı. Claude Monet (1840-1926) ile devam eden bu anlayıştaki ressamlara, sağlam bir bilgiye dayanmadıkları ve geçici bir anı izlemekten öteye geçemedikleri için ince bir alayla Empresyonistler, yani İzlenimciler adını verdiler. Şu hâlde hakikatin akışkanlığı, sabitlenemezliği felsefede söz konusu edilmeye başlandığında resim sanatı, tümüyle kendini akışkan ve özgür bir yapıda gösterir oldu.

    İşte hakikat arayışında kendine yol bulmaya çalışan insan, akıl ve muhayyilenin kimi zaman çatışması, kimi zaman da buluşması arasında bilimsel ve sanatsal etkinliklerini ortaya koymaktadır. İçinde yaşadığımız yüzyıl için sanatın, bilimin sarsılmaz göstermeye çalıştığı konumunu yerinden ettiğini veya en iyi ihtimalle onu sarstığını söyleyebiliriz. Çünkü bilimin mantıksal düşünmesinde ve dile getirmesinde bir indirgemenin mevcut olduğu açıktır. Varlık tek veya birkaç boyutuyla metodik olarak ancak mantık –ki hangi mantıksal düşünme biçimi olursa olsun- süzgecinden geçirilerek anlaşıldığı için pek çok boyutu anlaşılamamış olarak kalmaktadır. Bu indirgemeci yaklaşım, insanın hakikat karşısında bütüne değil, parçaya odaklanmasına neden olmaktadır. Bilimlerin her biri varlığın belli bir parçasını kendisine konu edinir. Yani insan muhayyileyi arka plana iterek, mantıksal aklın esiri olarak hakikate bir cephesiyle yaklaşmaya çalışmaktadır.

    Oysa sanat eserinde hakikat kendini genişleyen bir düşünme ve dile getirmeyle serimler. Üstelik sanat eserinin en fazla matematiksel olarak anlaşıldığı Aristoteles’te bile sanat, akla muhalefet eden muhayyilenin öznel bir etkinliği olarak anlaşılmıştır. Modern dönemde her ne kadar başlangıçta akılcı bir yaklaşımla -Descartes’da olduğu gibi- insan, otomatlar olan hayvanlardan farklı olarak öz bilince ve özgürlüğe sahip varlıklar olarak eylemde bulunan varlık şeklinde anlaşılsa bile, yine de bir neden-sonuç ilişkisi içinde hareket eden, belli oranda özgürlüğe sahip belirlenimli bir varlıktır. Ne var ki son yüzyılda insan özgürlüğü tekrar sorgulanmaya başladığında, insan bilincinin, zorlayıcı dürtüler, bilinçdışı faktörler ve görüşlerle belirlendiği fark edildi. Bu durumda insanın, zannedildiği gibi davranışlarını özgürce seçen varlık olmadığı anlaşıldı. Akıl ve muhayyile dışında insan bilincini etkisi altına alan zamansal diğer faktörler hakikat yolundaki insan eylemlerinin belirleyicisiydi. Esasında insan bu iki yetinin bütünüyle kendinde varlık olmadığını, özgürce her türlü etkinliğini gerçekleştirmediğini ve zamansal olarak var olduğunu fark ettiğinde sanat eserlerine bu zamansallığını yansıttı. Buna göre sanat sadece akıl ve muhayyile değil, tüm etkileyiciler arasında bir varlık olarak insanın, yine de hakikati en otantik hâliyle sergilediği alan olmaya devam etmektedir.

    Bu konuda İslam düşünürlerinin ve sanatçılarının aklı aşıp gönlü kendine kılavuz seçerek ortaya koyduğu sanat eserleri üzerine dikkatlerimizi yöneltebiliriz. Son dönem şairlerimizden Necip Fazıl (1904-1983); Çile isimli şiir kitabında yer verdiği Anlamak başlıklı şiirinde şöyle diyordu: “Anlamak yok çocuğum, anlar gibi olmak var;/Akıl için son tavır, saçlarını yolmak var…” Gönül aynasına tecelli etmesi beklenen hakikati akılla kavramaya çalışmak veya onu anlamayı umut etmek boşa giden bir çabadır ya da kavrayamayışın getirdiği bir deliliktir. Yine her türlü mantıksal belirlenimi reddeden Mevlana (1207-1273) Mesnevi’de yer alan aşağıdaki şiirinde kavramlar, harfler, sözcükler ve dil olmadan hakikatin gönül aynasında dile gelişini ne güzel anlatmaktadır:

    “Ben kafiye düşünüyorum oysa sevgilim bana
    ‘Vechimden başka bir şey düşünme’ diyor
    diyor ki ‘Ey benim kafiye düşünenim rahat ol
    Benim yanımda en güzel kafiye sensin
    Harf ne oluyor ki sen onu düşünesin
    Nedir ki harf? Üzüm bağının çitten duvarı
    Harfi, sesi, sözü artık birbirine vurup parçalayayım da
    Seninle bu üçü olmaksızın konuşayım, ah!”

    Sözün özü hakikat, muhayyile ve mantıksal aklın işbirliği sayesinde varolanın doğruluk, iyilik ve güzellik boyutlarının birlikte keşfedildiği veya açığa çıkarıldığı çeşitli eserlerde kendini ifşa eder. Burada sanat eseri, insanın varlığı anlamasında ve anladığını dile getirmesinde başvurabileceği otantik bir yol olarak görünmektedir. Belki de çoğu zaman insanın karşı karşıya kaldığı ve akıl ile muhayyile arasında var olduğu düşünülen gerilimi aşmanın çaresi sanatın bitimsiz ve doyumsuz evreninde var olmaya çalışmaktır.
    * Süleyman Demirel Üniversitesi, İlahiyat Fakültesi