MEZHEP OLGUSU BAĞLAMINDA KESRETTE VAHDET: GAZZÂLÎ ÖRNEĞİ
Hatice K. Arpaguş*

  • Sabah Ülkesi - Cover
  • Emaneti yüklenme teklifine varlıklar içinden insandan başkasının talip olmaması, insanın yaratılmasına meleklerin “kan dökecek bir varlık” şeklindeki tespiti, bize insanın varlığıyla birlikte birbirine zıt şeylerin tecelli edeceğinin işaretini vermektedir. Nitekim insanlık tarihine baktığımızda bunu doğrulayacak birçok manzarayla karşılaşmak mümkündür. Dolayısıyla insanla birlikte birbirinden zıt görünümler de varlık sahnesine çıkmaya başlamıştır. Bu zıtlık veya karmaşıklık görünümündeki tezahürlerden birisi de mezhep olgusudur ve bugün tekrar üzerinde durulması gereken önemli hususlardan birini oluşturmaktadır. Bu olgu, bugün ardındaki devasa tarihiyle beraber tekrar önem ve fonksiyonunu gözler önüne sermektedir. Bu sebeple öncelikle onun tanımlanmasından hareket etmek uygun bir yaklaşım olacaktır.

    Mezhep; kelime anlamı itibariyle Arapça gitmek anlamına gelen “z-h-b” fiilinden türemiştir, gidilen yolu, hayata intibak ettirilen fikriyatı ve hatta dinî yaşantının temellerini göstermektedir. Bu çaba mezheplerin inananların hayatlarını kolaylaştırdığını açıkça ortaya koymaktadır. Bir anlamda mezhepleri sistemleştirenler dinin gereklerini yerine getirmek için çırpınan ve kendine tevessül edecek dindarlara dini anlama ve yaşamada rehberlik edip onları belli bir çizgide toplamaya çalışanlardır. Bu çabalar ve inşa edilen yollar sayesinde inananların dini farklı farklı algılayarak değişik yönlere savrulmasının önüne geçilmiş, din hakkında derli toplu düşünme, uygulama imkânı tesis edilmiş ve her şeyden önemlisi dinin kaynaklarına gidilmesi ve irtibatın sağlanması temin edilmiştir. Dolayısıyla mezhepler ilk bakışta ayrıştırmayı çağrıştırıyor gibi görünse de aslında ayrışmayı değil, dinin ana kaynaklarına ulaşmayı, farklılıkların belli bir temelde toplanarak değişik bakış açılarının gündeme gelmesini ve bütün bu gayretler sayesinde farklılıklarda bütünleşmeyi, yani kesrette vahdeti sağlamaktadır. Nitekim Allah Teâlâ da “kullarının birbiriyle tanışması ve hayırda yarışması için kavimlere ve kabilelere ayırdığından” (Hucurât suresi, 49:13; Mâide suresi, 5:48) bahsetmektedir. Bu âyet-i kerîmeler bir manada varlığın en üst düzeyinde yer alan insanın tek tip olarak yaratılmadığını, mensubu bulunduğu dini aynı şekilde anlamayıp farklılaşabileceklerine işarette bulunmaktadır. Söz konusu farklılaşmalar Müslümanların birbirlerini dışlamasına ve ötekileştirmesine değil, dinî nasları anlama ve yorumlamada farklı bakış açılarıyla derinleşerek bir zenginlik oluşması ve sağlayacağı kolaylıklar neticesinde barış ortamının kurulması açısından önemli fırsatlar sunmaktadır.

    Kur’ân-ı Kerîm’deki birçok ayet insanı aklını kullanmaya davet eder. Hatta inanmanın akılla mümkün olduğundan, inançsızlığın da aklı kullanmamaktan kaynaklandığı ifade eder. Bir manada düşünce özgürlüğünün temellerini de ortaya koyduğundan teakkul, tefekkür, tezekkür, tedebbür ve tefakkuh gibi kavramlar akletmenin değişik boyutları olduğuna işaret etmektedir. Dolayısıyla bu kavramların hayata uygulanması neticesinde farklı seviyede düşünceler ve hakikate giden birden fazla yollar meydana gelecektir. İnsanın akleden ve irade sahibi bir varlık olması ihtilaf ve tefrikanın da ilâhî imtihanın bir parçası ve neticesi olduğunu ortaya koymaktadır. Bütün bunlar da ihtilaf ve farklılaşmanın dünyanın kanunu ve sünnetullahın bir parçası olduğuna işaret etmektedir.1 Aslında Allah, Kur’ân-ı Kerîm’de “Şüphesiz Allah dileseydi elbette hepinizi, yani tüm insanları doğru yola iletirdi.” (En’âm suresi, 6:149; Nahl suresi, 16:9) ve “O, dileseydi tüm insanlığı tek ümmet kılacağını” da bildirdiği hâlde ancak bunu insanları denemek için yapmadığını ifade etmektedir. (Mâide suresi, 5:48) İmtihan dünyasında ittifakın gerçekleşmesi için önce ihtilafın olması gerekmektedir. “Hepiniz Allah’ın ipine sımsıkı sarılıp ayrılığa düşmeyin.” (Âl-i İmrân suresi, 3:103) anlamındaki ilâhî hitabı gerçekleştirenler de imtihanlarını başarıyla tamamlayanlardır.

    Toplumların barış içinde yaşaması için din özgürlüğü kadar ve din içi farklı düşünce ve bakış açılarının da olması önemlidir. Şüphesiz bunun sağlanabilmesi için yukarıda işaret edilen mezhep denilen olgunun hayata yansıması ve işlevsel zeminde mevcudiyetini sürdürmesi gerekmektedir. Ancak mezhebî yaklaşımlar normalde bütünde farklılaşma ve parçalanma amaçlamadıkları hâlde zaman zaman bu tür durumlarla da karşılaşılmaktadır. Buna sebebiyet veren birçok faktör bulunmakla birlikte bunlar içinde en önemlisi, yerli yersiz “tekfir” kuramının kullanılmasıdır. Nitekim düşünce tarihimize baktığımızda bu konuda birbirinden değişik örneklerle karşılaşmaktayız. İslam âlimleri de bu meselenin önüne geçme amaçlı çözüm önerilerine müracaat etmiştir ki, bu isimlerin başında Gazzâlî gelmektedir. O başta el-Munkizü mine’d-dalâl isimli otobiyografisi olmak üzere diğer eserlerinde de mezhebe ayrılmanın ve bir mezhebe uymanın doğuracağı en büyük sıkıntının taklit ve taassup olduğuna işaret etmekte ve bundan kurtulmanın gerekliliğinden ve yollarından bahsetmektedir. Mezheplerin dinî anlayış ve yaşantıda kolaylığı amaçlayan, aynı çatı altında birbirinden farklı yollar olduğunun, teoride söylendiği gibi pratikte de ortaya konması gerekmektedir. Nitekim kişilerin mensubu bulundukları mezhepler ya da cemaatler İslami yaşantının bir parçasını oluşturdukları hâlde biricik ve tek veçhesini meydana getirmezler. Bir mezhep veya cemaat içindeyken kendi uygulaması kadar diğer uygulamaları da aynı İslami yaşantının temsil ettiği bilincine ulaşmak, farklılıklarda aynı hakikati paylaşabilme idrakine varabilmek demektir.

    Tek hakikate farklı yollardan gitmek, yolların hemen her birinin diğerini de en az kendisi kadar gerçeği paylaştığını idrak etmeyi gerektirmektedir. Bakışların normalleşebilmesi ve tekfir etme müptelasına yakalanmamak için tekfir kuramının iyi ve yerinde kullanılması gerekmektedir. Bu amaçla konuya dair kaleme alınmış klasik metinlerimiz incelendiğinde iki tür tekfire rastlamak mümkündür. Bunlardan biri mezhep taassubundan hareketle yapılan tekfir, diğeri de inkâra gideni (ya da tekzip edeni) tekfir etmek şeklindedir. Mesela hakikatin müntesibi bulunduğu mezhepte olduğunu kabul ederek Eş’arî, Hanbelî ya da Mutezile’ye muhalefeti tekfir sebebi görmek, bahsi geçen taassubun göstergelerinden birisidir. Bu bakış açısını gündeme getiren Gazzâlî Faysalu’t-tefrika beyne’l-İslâm ve’z-zendeka isimli eserinde bu kimseleri ahmaklıkla nitelendirip taklidin kendilerini kör ettiğinden bahsetmektedir. Nitekim taassup bir mezhep mensubunu kendi dışındaki mezhebe karşı kör ederek dışlamaya gitmesine sebebiyet verdiği gibi aynı mezhep içine de yönelebilmektedir. Mesela yine Gazzâlî’nin açıklamalarından hareket edersek bu konuya örnek olabilecek isim ve yaklaşım, Eş’arîlik içinde Bakıllanî’nin konumudur. O, müntesibi bulunduğu mezhebin imamı Ebu’l-Hasen el-Eş’arî’den farklı olarak beka sıfatını zat üzerine zait değil de zat ile özdeş bir mana olduğunu söylediğinden ötürü tekfir edilmiştir. Bununla birlikte Bakıllanî’nin bu yorumu bekanın nasıl bir sıfat olmasıyla ilgili olarak meseleye zenginlik katarak kendisinden sonrasına da etki etmiş, Cüveynî, Gazzâlî ve Fahreddin er-Razî tarafından benimsenmiştir. Dolayısıyla onun, hocasından farklı tercihinden ötürü tekfir edilmesi büyük bir hatayı, mezhep taassubu ve taklidini gözler önüne sermektedir. Daha da önemlisi dinin korunması amacıyla da olsa farklı görüşleri tekfir etmek, düşüncenin donuklaşmasına, gelişip derinleşmesine engel olmaktadır. Nitekim bu bakış açısı da hakikatin tek bir kişide olduğu ya da önce gelenin hakikati temsil etme hususunda ruchaniyetinin bulunduğunu ima etmekte olup, oldukça yanlış bir yönelimi göstermektedir. Eğer bu bakış açısı doğruysa hakikatin Ebu’l-Hasen el-Eş’arî’de durmayıp daha da öncesine doğru gitmesi ve böylece Mutezile’ye ve Eş’arî’nin hocası Ali el-Cübbaî’ye doğru yönelmesi gerekirdi.2 Böyle bir çıkarımdan hareket etmek, nasıl yanlışsa mezhep içindeki ulemanın birbirini taklit etmeyip hem mezhebin gelişmesini sağlayacak hem de konuların derinleşmesine zemin hazırlayacak bakış açıları ortaya koymalarını tekfire sebebiyet verecek bir davranış olarak tanımlamak da bir o kadar yanlıştır.

    Dolayısıyla bundan sonra bir konuda birden farklı görüş ortaya çıktığında “kendi mezhep ve görüşünde kalarak diğer bakış açıları nasıl değerlendirilebilir” sorusunun cevabına yönelmek uygun olacaktır. Öncelikle yapılan yorum veya hükmün hangi alana tekabül ettiğine ve mahiyetinin neden ibaret olduğuna bakmak gerekmektedir. Ayrıca imanın “iman edilecek şeylerin tasdik edilmesi”, küfrün de “aynı konulardan birinin tekzip edilmesi” şeklinde tarif edildiği akılda tutulmalıdır. Söz konusu ilkeden hareket edildiğinde yapılan izah ve yorumlar da tekzibin bulunup bulunmadığının iyi bir analizinin yapılması, sonucun sağlıklı olup olmamasını temin edecektir. Mesela konu usûliddîne ait meseleler arasında yer alıyorsa onlardan birinin inkâr edilmesi ya da yalanlanması dinin temelini ortadan kaldırmaya tekabül edeceğinden ameliye dinden çıkmayla neticelenecektir. Furû-ı fıkha ait konularda da söz konusu hüküm -sübût-ı kat’î bir delille sabitse- onu yok saymak ya da tekzip etmek de yine aynı şekilde küfre sebebiyet vermektedir. Yani Kur’ân-ı Kerîm’de yer alan bir hükmü yok sayacak bir yoruma gitmek ya da yalanlamak dinden çıkmayla sonuçlanacak bir süreci başlatmaktadır. Ancak inkâr söz konusu olmaksızın farklı yorumlara giden kimsenin yaptıkları ise “hata”, “bidat” veya “dalalet” kavramlarıyla ifade edilebilecek bir alana denk gelmektedir ki bu durumda yapılacak şeyler de şöyledir:

    Hata eden kelimenin sözlük anlamından da anlaşılacağı üzere hataya düşmüştür, yaptığının karşılığında eğer varsa cezası meselenin Allah’a havale edilerek çözüme kavuşturulması gerekmektedir. Dalalette olduğu söylendiğinde söz konusu yorum veya hüküm sahibinin, bu kavramı kullanan kimsenin yer aldığı düşüncede olmayıp farklı bir yolda bulunduğunu ortaya koymaktadır. Bidatte olduğu ifade edildiğinde selef-i salihin dönemlerinde beyan edilmeyen bir şeyi söylemiş ya da gündeme getirmiş olduğundan mübtedi olduğu anlaşılmaktadır. İşte bu tabirlerin her biri mezhep gerçeğini devre dışı bırakmaksızın ve mezhebin kendi görüşünde haklı ve isabetli olduğunu ifade ederek farklı görüş ve yorumları değerlendirme kriterini gündeme getirmektedir. Bu tabirler kullanıldığında yapılan yoruma katılmama durumu ifade edilmekle birlikte, söz konusu kimsenin yorumunda tekzip bulunmadığı sürece tekfir oluşmamaktadır. Yani bu kavramların kullanılmasıyla kendi mezhebinin fikrini hakikatin tek ve yegâne yorumu olduğunu söylemeksizin farklı bakış açılarının varlığı tekfire gidilmeksizin kabul edilmiş olmaktadır. Dolayısıyla inkâr ve tekzip otomatik olarak tekfiri gerektirdiği hâlde hata, dalalet ve bidat hem hakikate gidilen yollardaki farklılıkları, hem de gitmeye çalışırken bazı hüküm ve yorumların isabet edemediğine işaret etmektedir. Söz konusu isabetsizliklerin bir kısmı hakikate ulaşabilmiş olmayı, bazısı da ulaşabilme kapasitesinin bulunmadığını gündeme getirmektedir, Böylece hata edenlerin durumu da Allah’a havale edilecek meseleler arasında yer almaktadır.3 Dolayısıyla bu kimse hata ettiğinde ahirette cezalandırılma ihtimali bulunduğundan mesele ahirete irca edilerek dünyada bireylerin bu tür hususlardan hareketle kendilerini din hamisi sıfatıyla ceza kesmesi doğru ve yerinde bir davranış değildir.

    Tekfir konusunda karşılaşılan diğer önemli bir problem de “tekfir edilme durumunda” tekfir eden kimseye karşı ne yapılacağıyla ilgilidir. Şüphesiz bu gibi durumlarda otomatik bir refleks olarak harekete geçip tekfirde bulunmak, ilk bakışta haklı bir politika, hatta doğru ve yerinde bir davranış gibi gözükse de mesele ayrıntılar dikkate alınıp incelendiğinde yapılanın yanlışlığı çok açık olarak görülecektir. Yani tekzip eden kimse yaptığı tekzipten ötürü küfre düştüğü hâlde, hata eden tekzip etmediğinden tekfir edilmez. Mesela Şia imamet konusunda Hz. Ali’nin imametini benimseyip bu hususta Hz. Ebû Bekir’in onun hakkını gasp ettiğini söyleyerek tekfir ettiğinde yaptığı hatalı olmakla birlikte onun tekfirine karşı aynı şekilde tekfirle karşılık vermek doğru bir davranış değildir. Çünkü böyle bir tavrı benimseyen bu yorumunda hata etmekle birlikte herhangi bir nassı inkâr etmediği müddetçe tekfir edilmesi söz konusu olmaz. Yine haberî sıfatların tevil edilmesi noktasında ashabü’l-hadis ile rey ehli arasında yöntem farkı vardır ve bu yaklaşımın uzantısında Allah’ın semada olup olmaması hususunda iki farklı bakış açısı ortaya çıkmıştır. Hanbelîler Allah’ın semada olduğunu, Hanefî ve Matüridîler başta olmak üzere tevil ehli ise Allah’a mekân nispet edilmeyeceği görüşünü ileri sürmektedirler. Bu durumda Hanbelîlerin kendi görüşünü paylaşmadığından ötürü tevil ehlini tekzipçi olarak değerlendirip tekfire gitmeleri, tevilcilerin de onları tekfir etmeleri doğru değildir.4 Hz. Ali’nin imametini önceleyen ile Allah’ın semada olduğunu söyleyen her iki düşünce de Hanefî-Matüridî çizgiden bakıldığında farklı ve hatalı görüşler arasında yer alabilir. Ancak bu görüş sahipleri subut-i katî bir nassı tekzip etmediklerinden dolayı tekfir edilmezler, hatta Gazzâlî’nin söyleminden hareket etmeye devam edersek, onlar bizi bu meselelerden dolayı tekfir ettiklerinde de tekfir edilmezler. Her ne kadar onlar bu tür davranışlarından ötürü hataya düşmüşlerse de Allah nezdinde yaptıklarının karşılığı cezasız kalmayacaktır. Dolayısıyla onların tekfir edilerek İslam dairesi dışına çıkarılmaları “din savaşları” adı verilecek içteki parçalanmaya sebebiyet verecek süreci başlattığından tehlikelidir. Nitekim geçmişte Osmanlı toplumunun yaşadığı acı tecrübeden bizar olan Mehmet Akif de şikâyetlerini şu şekilde dile getirmiştir:

    Şark’ın ki mefâhir dolu, mâzî-i kemâli,
    Yâ Rab, ne onulmaz yaradır şimdiki hâli!
    Şîrâzesi kopmuş gibi, manzûme-i îman,
    Yaprakları yırtık, sürünür yerde, perîşan.
    “Vahdet” mi şiârıydı? Görün şimdi gelin de:
    Her parçası bir mel’abe eyyâmın elinde!5

    Bütün bu zikrettiklerimizden çıkan sonucu tekrar vurgulamak gerekirse, mezhep şeklindeki oluşumlar inananların dini yaşamlarını kolaylaştıran ve hakikate ulaştıran yollardır. Şüphesiz bu yollar insanların farklılıkları gibi birden fazladır. Durumun bu şekilde olması, onların birbirine karşı tavır ve tutumlarının iyi bir şekilde belirlenmesini kaçınılmaz kılmaktadır. İhtilaf ve yorumlar İslam kardeşliğini tehdit etmediği ve dine zarar vermediği sürece kendi hâline bırakılmalıdır. Dinî meselelerle ilgili alanlarda içtihadın ve tevilin bulunması otomatik olarak farklılıkları gündeme getirmektedir. Aksi takdirde Kur’ân-ı Kerîm insanı akletmeye ve düşünmeye sevketmesinin espirisi ortadan kalkmış olur. Söz konusu grup ve yaklaşımların hataları doğrudan tekzip dairesine girmediği müddetçe cezalarının ahirete veya Allah’a havale edilmesi İslam ümmetini diri tutacaktır. Dolayısıyla biz bu tür yorumları kabul etmesek de onları dışlayarak dinden ihraç etmek gibi bir tutumu benimsemek isabetli bir yaklaşım değildir ve İslam toplumuna zarardan başka bir dönüşümü olamaz. Ancak “o da doğrudur” ya da “bu da doğrudur” gibi postmodern bir tutumu benimseyerek herhangi bir sabitenin olmadığı görüntüsü vermek de başka bir problemi gündeme taşımaktadır. Dolayısıyla tekzip ve inkâr bulunmadığı sürece cezanın dünyaya tekabül etmeyeceği prensibinden hareket etmek, kesretteki vahdet ve vahdetteki kesreti ortaya koyacak önemli bir bakış açısıdır. Çünkü tevhit ve ittihat yaşatıp yüceltirken tefrika ve tekfir yakıp yok etmekte ve öldürmektedir.

    * Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Kelâm Anabilim Dalı Başkanı
    1 Bekir Topaloğlu, Kelâm İlmine Giriş, İstanbul 1998, s. 160
    2 Gazzâlî, Faysalü’t-tefrika beyne’l-İslâm ve’z-zendeka, Dımeşk, Dârü’l-Beyrûtî 2009, s. 23-24
    3 Faysalü’t-tefrika, s. 46, 49
    4 Faysalu’t-tefrika, s. 81
    5 Mehmet Akif, Safahat, “Vahdet”, s. 465