BİRLİĞE GÖMÜLMEK
Steven Hirtenstein*

  • Sabah Ülkesi - Cover
  • Bu dizeler, İslam mistisizminin belki de en önemli siması, tüm gelenekler içinde en sıra dışı, manevi yazarlardan biri; Muhyiddin İbnü’l-Arabî’nin ya da kısaca, meşhur lakabıyla “Şeyh-i Ekber’in” ünlü şiirden alıntıdır. İbnü’l-Arabî bu yıl, vefatının 800. yılında anıldı. Bugün güneybatı İspanya’da bulunan Murcia’da doğan İbnü’l-Arabî bu dünyadaki geçici ikametini 22 Rebîülahir 638’de, Şam’da noktaladı; ardında binlerce kilometrelik yolculuklar, 300’ün üzerinde eser ve doğrudan yetiştirdiği çok sayıda talebe bırakarak. Bugün nitelikli olarak basımı devam eden onlarca eserin yazarı olan İbnü’l-Arabî muazzam bir şair ve nesir ustasıydı. Onun İslam mistisizminde yaptığı etkinin bugün hâlâ eşi benzeri yoktur ve o, Mevlana ve Yunus Emre ile birlikte Osmanlı mistik düşüncesinin üç zirvesinden biri sayılır. İbnü’l-Arabî’nin takipçilerinin, yani hakikatin tam da onun açıkladığı gibi olduğunu kabul edenlerin adlarını saymak, mistisizmin gerçekten kalburüstü simalarının listesini okumak gibidir; Sadreddin Konevî, Abdürrezzâk Kâşânî, Dâvûd-i Kayserî, Molla Fenarî, Muhyiddin Üftâde, Aziz Mahmud Hüdâyî, Abdullah Bosnevî, İsmail Hakkı Bursevî, Abdülganî Nablusî, Abdülkadir Cezayirî ve daha niceleri. Bu 800 yıllık sürede nice mühim düşünürleri ve hocaları İbnü’l-Arabî’ye çeken neydi? Neden Osmanlı şehzadelerinin lalalarını İbnü’l-Arabî düşüncesine dalmış vaziyette buluyoruz? Onun düşüncesinin hangi noktaları günümüz insanına kaynak olabilir?

    Tarihte, İslam düşüncesinin, sanatının ve genel olarak İslam kültürünün altın çağlarının, İbnü’l-Arabî’nin öğretilerini benimseyen ve nitelikli kuşakların yetiştirilmesinde bu öğretileri esas alan topluluklarda ortaya çıktığına bazıları değinmiştir. Bunun tersi de; tarihte, İbnü’l-Arabî’nin öğretilerini tehlikeli, hatta sapkınlık olarak gören, içine kapalı, dogmatik tutumun benimsenmesiyle İslam kültürel hâkimiyetinin çöküşe geçtiği de gözlemlenebilir. Ancak elbette işin başında, açık bir toplumun kendiliğinden onun fikirlerinden ilham alıp almadığını veya onun fikirlerinin bir toplumu açık toplum yapmaya etki edip etmediğini söyleyemeyiz. Böyle bir bağlantının keşfedilmesi yararlı olacaktır; yalnızca geçmişi kavramanın bir aracı olarak değil, çok daha önemlisi her alanda, yaşam yolunda bugünün insanına inşirahı ve istikrarı sağlayacak kaynakları bulmak için.
    İbnü’l-Arabî’nin eseri uyum ve dayanışma, barış ve uzlaşı, hakikat ve güzellikten oluşan bir dünya inşa etmek isteyenlere mimari bir taslak sunabilir. Onun yazdıkları, hiç abartısız, insandaki cevher ve kavrayışların olabilecek en yoğun, ahenkli ve olumlu sunumlarından biridir. Eserlerinde bulunan eksiksiz evrensellik ve kapsayıcılık hiç bitmeyecek, bereketli bir çalışma alanıdır. Bu yalnızca akademisyenler veya uzman araştırmacılar için geçerli değildir, eserindeki genişlik dünyanın her yerindeki bireyler ve toplumlar için de aynı şekilde zengin kültürel ve uygarlıkla ilgili bir ödül vadeder. Söyledikleri yalnızca bir kişinin özel mirası olarak değil, insan varlığının tüm anlamı olarak da derinden takdire şayandır. Bırakın geniş kapsamlı Batılı İbrâhimî geleneği, İbnü’l-Arabî’nin doğrudan hitap etmeyeceği hiçbir kültür, hiçbir inanç şekli yoktur. Zira şu dört temel ilkeyi ortaya atan o değil midir? İlk ilke, tüm yaşamın yaşayan her şeyle (ki ona göre her şey canlıdır) birliğini; ikinci ilke, insanın gerçek mertebesinin kişilerin cinsiyetleri, toplumsal sınıfları veya ulusları ile ilgisiz olduğunu; üçüncü ilke, ilâhî rahmet ve merhametin her düzeyde önceliğini ve nihai üstünlüğünü; dördüncü ilke, sınırsız sayıda farklı bakış açısının her birinde doğruluk bulunabileceği ve bunların Tanrı katında bir yeri olduğunu ifade eder.

    Çağlar içinde İbnü’l-Arabî, hiç değilse popüler zihniyette, en çok da vahdet-i vücut öğretisiyle bilinir olmuştur. Aslında bu ifade, sonraki yüzyıllarda onun ayrıntılı öğretisini tanımlamak ve sık sık da eleştirmek için kullanılan bir tabir olsa da kısaltma olarak iş görür niteliktedir. Ancak varlığın bu özsel birliğini ya da birleşmişliğini basitçe, Batılı tektanrıcı din geleneğinde ortaya atılan tek Tanrı inancıyla özdeşleştiremeyiz. Çünkü böyle yaptığımızda, dünya görüşlerini farklı kavramlarla dile getiren birçok başka kültürü, mesela tektanrıcı bir inanca sahip olmayan Budizm’i, çoktanrılı bir inanca sahip Hinduizm’i ve Amerikan yerlilerinde, Orta Asya’da görülen Şamanizm’i dışarıda bırakmış oluruz. Bu da inançlarını birlik ile ilişkili olarak açıklayan ve böyle yapmayan kişiler arasında hemen bir kutuplaşma meydana getirir ki, varlığın birliği (vahdet-i vücut) böyle bir kutuplaşmanın ötesindedir. Zira bu kavram, ilkece her şeyi içine alır. Vahdet-i vücut, tüm sınır ve karşıtlıkların ötesine uzanan, başka hiçbir şeyle mukayyet olmayan, tersine mutlak olan, her şeyi kapsayan hakikate işaret eder. O, bir varlık veya var olan değildir, başka hiçbir sıfata gerek yoktur; o bizatihi Varlık’tır. Bu bağlamda o, düşünülemez düşüncedir, çünkü zihinlerimizde neyi canlandırırsak canlandıralım bu hakikati kavramada yetersiz kalacaktır. Yine de bu söylenen, O’nu düşünmenin hiçbir anlamı olmadığı şeklinde alınmamalıdır. Tam tersine insanda düşünen zihnin ötesinde başka yetenekler de vardır; şeyleri oldukları gibi kabul etme yeteneği, yani öz-aşkınlık.

    O hâlde bu çıkış noktası yalnızca felsefi bir kavram olarak değil, algılama ve varoluş tarzı olarak da geliştirilebilir. Zira Arapça “vücut” kavramı harfi harfine “bulmak” ya da “bulunan şeyin doğrudan farkına varılması” anlamına gelir. Genellikle gördüğümüz şeylerin gerçek olduğunu düşünür ve en yüksek gerçekliğin, bizim uzağımızda, görülebilir dünyanın dışında, zihinlerde tasavvur edilen bir şey olduğuna inanırız. İbnü’l-Arabî’nin resmettiği, sezgi ve hayretle dolup taşan dünyaya girebilmek için, İbnü’l-Arabî tarafından öne sürülen kavrayış tarzının, şeylerin gerçekte oldukları durumun tersine çevrilmesi olduğunu göz önünde bulundurmak temel önemdedir.

    Hem imanın güvenilir dairesine girmiş kişilere (mümin) göre ve hem de manevi tecrübeler yaşamış, ruhani keşiflere mazhar olmuş kişilere göre, yaratılmış şeyler (halk2) akılla idrak edilir; Hak ise his ve keşif ile algılanır. Ama bu iki sınıfa da dâhil olmayan bazı kişilere göre ise Hak idrak edilebilir ve yaratılmış şeyler de görülebilir. Yaratılmış şeyler tuzlu su gibi, Hak ise içmesi keyifli tatlı su gibidir.

    Birliğin bakış açısıyla bakıldığında her bir şey birer tezahür, yansıma ve açığa vurmadır, üstelik bundan başka herhangi bir özsel varlık yoktur. Hak doğrudan algılandığında, insan da adım adım onunla doğrudan bağlantı ve ilişki kurar. Böylece çokluk, yalnızca görünüşlerin çokluğu hâline gelir. Bu söyleneni, aşk hâli tecrübesiyle karşılaştırabiliriz; birisi bir başkasına böylesine bağlanıp, onunla o kadar doludur ki, yürürken, konuşurken, uyanıkken ve dahi uyurken onu kafasından çıkartamaz. Bu söylenenlerin yalnızca hayal ürünleri olduğunu ve yaşam tarzına doğrudan etkileri olamayacağını düşünenler için İbnü’l-Arabî iki farklı tat ve su örneğini verir; insan olmanın en derininkindeki tada yalnızca şeyler tek gerçeklik açısından görüldüğünde ulaşılır.

    İbnü’l-Arabî’ye göre birlik özünde manevi bir kavrayış, tehayyür ve farkındalık meselesidir ya da daha iyi bir ifadeyle, temel hakikat insan varlığında ve insan varlığı aracılığıyla tanınmayı, bilinmeyi ister. İbnü’l-Arabî bu konuyla ilgili sık sık meşhur bir kutsi hadisi alıntılar, onun alıntıladığı şekliyle bu kutsi hadis şöyledir; “Gizli bir hazineydim, bilinmeyi sevdim de bilineyim diye mahlukatı yarattım.” Bu ifade çağdaş bir yazarca şöyle açıklanır; “Masumane bir yanlış anlamadan dolayı sen, şu mukayyet dünyada birliği temaşa etmeyi arayan bir insan teki olduğunu düşünürsün, oysa gerçekte sen, varlığı insan teki olarak temaşa etmekle kendi kedini temaşa eden Bir’sin.”

    Bu “masumane yanlış anlayış” gerçek kavrama ortaya çıktığında, dünyaya, yaşama bambaşka açıdan bakmaya izin veren yeni bakış açısıyla görünmez olur. Yaşamları boyunca kendi kendilerini denetleyip yönlendirmiş, ihtiyaç ve arzularınca kısıtlanmış kişilerin tersine böyle bir gerçek kavrayışa ulaşmış kişi, yaşamdaki çeşitliliği, değişkenliği tanrısal olanla ilişkinin ifadesi olarak görüp kucaklamaya açıktır. Bu, İbnü’l-Arabî’nin “[…] Benim arzım geniştir, o hâlde [yalnız] bana kulluk edin.”3 ayetinden çıkardığı birçok anlamdan biridir. Tanrı’nın arzının genişliği hakkında İbnü’l-Arabî şöyle der: Bilen birisi, bir arif Hakk’ın her bir kişide, her bir şeyde, her bir nesnede, evrende vs. nasıl tezahür ettiğini görebilmek için yaratıcı bir muhayyile geliştirmelidir. Çokluğun, tam da birliğin bünyesinde nasıl sarmalanmış olduğunu anlamak demek, her bir görünümün farklılığını hakkıyla değerlendirmek ve bu farklı görünümlerin aslında neyi temsil ettiğini fark etmektir. Şeyleri görmek için tek bir doğru yol yoktur. Herkes zorunluluktan [doğaları gereği] şeyleri farklı farklı görür, çünkü bunlar aslında Hakk’ın her bir örnekte tezahür eden farklı vahyiyle karşılaşmışlardır. Bu noktada İbnü’l-Arabî eski bir şiirden alıntı yapmaktan hoşlanır; “Her şeyde onun bir işareti var; birliğine delalet eden.”

    Ancak bu meseleyi bırakın doğrudan temaşayı anlamak bile o kadar kolay değildir; diğer mallar gibi pazarda satılmıyor ki gidip alalım. Ama modern dünyada çoğulculuğun ve ötekinin varlığını kabul etmenin sık sık birbiriyle aynıymış gibi tasavvur edildiğini görüyoruz. Bu, tüm manevi üstatların, ruhu arındırma gerekliliğinden kaçılamayacağını neden ısrarla vurguladıklarını gösteriyor. Benliğimizin sıradan ahvalinde o denli “yoldan çıkmışızdır” ki düşlerden başka, gerçek olduğuna inandığımızdan farklı bir gerçekliği algılamayız. İnsanın “doğal durumu” aslında tam bir kavrayış, huzur ve teslimiyetle doluyken, insanların çoğu hayali bir benlik takıntısıyla, gündelik iç ve dış mücadelelerde bu doğallığı yitirmiştir.

    Yaşamı boyunca İbnü’l-Arabî, haklarında yazılar yazdığı ve aktarılabilecek her şeyi aktardığı birçok keşfi temaşa etmiştir. Bunlar içinde en meşhurlarından, insanlık tarihi için en önemlilerinden biri (hicri) 589 / (miladi) 1190’da Kordoba’da yaşadığı muazzam, evrensel mükaşefedir. Bu keşifte İbnü’l-Arabî, ta Âdem peygamberden son peygamber Hz. Muhammed’e, her biri kendi ruhani varlığıyla tüm resul ve nebilerin katıldığı bir topluluğu görmüştür. İbnü’l-Arabî bu deneyiminin anlamını, her bir peygamberi adlarını anarak değil, bilinen sıfatları üzerinden tanımlayarak ve onları insanın tekil ruhunun, insanlık ruhunun -ki buna Muhammedî ruh der- örnekleri olarak göstererek kapalı biçimde tarif etmiştir. Kendinde, geçici dünyadaki tüm tezahürlerini barındıran ve kendisini şevkle arzulayana her daim kendisini açan bu birleştirici ruh, bilinmek ve tanınmak için, farklı suretlerde biteviye tezahür eden şu tek olan Hakk’ın bir suretidir. Böylece insanın özü, ilâhî olanın hem bir hem çok, hem tekil hem çoğul suretidir.

    1 İbnü’l-Arabî’nin Tercümânü’l-Eşvâk’ında “Elâ yâ hamâmâti’l-erâketi…” diye başlayan 11. şiirin 15. dizesi (ç. n.)
    2 Bilindiği gibi “halk” aslında yaratma eyleminin adıdır, “yaratılmış şeyler” bu kökten türeten “mahluk; çoğulu mahlukat” demektir. Ancak bazen Arapçada mastarlar ism-i fail veya meful anlamında kullanılabilir, yani halk, mahluk anlamında (masdar bi ma’nâ meful) kullanılabilir ki az aşağıda gelecek Kutsi Hadis’te de “halk” mahluk” anlamında kullanılmıştır. (ç.n.)
    3 Ankebût suresi, 29:56 (ç.n.)
    * Journal of the Muhyiddin Ibn ’Arabi Society isminde çıkan akademik derginin kuruluşundan beri editörü olan yazar, İbnü’l-Arabî üzerine birçok eser vermiş ve dünya genelinde konuşmalar yapmıştır. Kısa bir zaman önce Türkçeye Hayatı ve Fikriyatıyla Muhyiddin İbn Arabi – Bir Merhamet Abidesi adlı eseri tercüme edilmiştir.