ŞİDDET VE AHLAK
John Hare*

  • Sabah Ülkesi - Cover
  • Bu kısa makalenin en temel düşüncesi dinin, en azından İbrahimî dinler denen Yahudilik, Hristiyanlık ve İslam’ın, bizi iki farklı biçimde sorumlu kılmasıdır: Kendi cemiyetimiz içindekilere karşı sorumluluklarımız ve kendi cemiyetimiz dışındakilere karşı sorumluluklarımız. “Sorumluluk” derken kastettiğim şey ahlaki sorumluluktur. Nasıl bir özgürlüğe sahip olduğumuz sorusundan ya da iradi eylemlerimizin Tanrı’nın iradesiyle uyumlu olup olmadığından bahsetmiyorum. Bu sorun kendi başına yeterince ilginç ve İbrâhimî dinlerin her biri ona dair olan iç anlaşmazlıkların zengin bir tarihine sahip. Lakin benim bu makaledeki ana konum bu sorun değil. Tartışmak istediğim konu dindar insanlar olmamızdan kaynaklanan ahlaki sorumluluklarımız ve dinin direk olarak şiddete yol açtığı eleştirisi.

    Başka bir çalışmamda (Why Bother Being Good? [İyi Olmak Neden Zahmet Verir?]) iddia etmiş olduğum üzere, ahlak toplumsal pratiklerimizi düzenleyen, sahip olduğumuz değerlerimizi ifade eden ve destekleyen, aynı zamanda da merkezî bir talimat tarafından düzenlenmiş kaideler bütünüdür. Bu merkezî talimat bize üç şey söyler: Kendi şahsımızda toplumsal refahı en öncelikli amaç edinmek; insanları dünyadaki en değerli varlıklar olarak görmek ve onlara eşit değerde davranmak; ve ortaklığımıza olduğu kadar biricikliğimize de kıymet vermek. Ancak bu kaide ve talimatları içselleştirmeleri bakımından farklı insanlar, farklı yönlerde gelişebilir. Örneğin bir görüşe göre (Carol Gilligan’ın In A Different Voice’ta [Farklı bir Ses] belirttiği gibi) birey kendisine bir kimlik ve emniyet duygusu veren bir ilişkiler ağı içinde başlar yaşama ve ahlaki ödevi de bu ağdan ayrıştırılmış ancak kendine has olan bir benlik duygusu geliştirmektir. Başka bir görüşe göre ise kişi yaşama ayrıksı bir karakter ve bireysellik duygusu ile başlar ve ödevi kendi kimliğini bütünleştirebileceği bir cemiyet bularak tecrit ve bağımsızlıktan kurtulmaktır. İyi yaşam gayesine dair iki farklı idealin gerilimini barındırdıklarından dolayı insan gelişimine dair bu iki modele de ulaşılması güçtür.

    İyi yaşamın bir biçimi özerliktir. Buna göre mutlak bakımdan kıymetli olmayan hiçbir şeye mutlak olarak bağlanmamalıyız. Neye bağlanacağımıza ancak kendimiz karar verebiliriz. Bunu asalak bir insanla karşılaştıralım. Oscar Wilde’ın dediği gibi, “Pek çok insan aslında kendisi değildir. Düşünceleri başkalarının düşünceleridir, yaşamları taklittir, tutkuları alıntıdır.” Kendimize yalın bir gözle bakarsak, düşüncelerimiz ve duygularımızın pek çoğunun aslında ikinci el olduklarını fark ederiz. Kendimizin sandığımız ifadeler aslında kalıp ifadelerdir, kendimizi televizyondan ya da filmlerden replikler tekrarlarken buluruz, düşüncelerimiz de öğretilmiş düşüncelerden ibarettir. Başkalarından duyduklarını sorgulayarak benimseyen insanda yüce, hatta soylu bir şey vardır. Bu insan önce kendi bağlılıklarını sorgulamada ısrarcıdır, sadece bu sorgulamadan geçenleri kendine mal eder ve birinci ele dönüştürür. Teolojik bakımdan söylemek gerekirse, özerk insan için en önemli olan Tanrı ile olan ilişkisidir, geriye kalan her şey, cemiyetine olan bağlılığı da dâhil olmak üzere buna tabidir.

    Bu özerklik fikri çok çekici olmakla birlikte rahatsız edici bir yöne de sahiptir. Bağlı olduğumuz cemiyete geçici olarak değil, daimi olarak sadık olan insanlarla birlikte olmayı isteriz. Bir cemiyet ancak üyeleri onda köklü bir bağlılığa sahipse gelişebilir, zira gelişim fedakârlık ister ve fedakârlık da uzun zamanlı bağlılık gerektirir. Bunun tam aksine, sorgulanmış hayat ideali ise kopma ve ayrışmayı gerektirir. Düşünce ve inançlarımızın kökenlerini sorgulamanın tek yolu onları ameliyat masasına yatırmaktır, ancak bu onlara ciddi şekilde zarar vermeden de gerçekleştirilemez. Eğer bu kökler bizi tutacaksa, bu kadar sorgulamaya dayanamayabilirler.

    İyi yaşamın başka bir biçimi ahlaki uzmanlaşma bakımından açıklanabilir. Yukarıdaki biçimin -özerk insan- tam zıttı olan bu insana ben “içkin insan” diyorum. Bu biçime göre, her birimiz için en iyi yaşamın öyle olmasının nedeni herkesin farklı yaşamlarının aslında birbirleri için en iyi olmasıdır. En iyi yaşamı ancak hep birlikte gerçekleştiririz. Cemiyeti bir beden olarak düşünürsek, hepimiz aynı bedenin farklı uzuvlarıyızdır ve bedenin sağlığı bu uzuvların uyumlu ve etkin çalışmasına dayanır. Ancak uzuvlar özerk davranırsa etkin olarak çalışamazlar. Eğer her birimizin neyde en iyi ve en güvenilir olduğunu bilirsek uzmanlaşma başarıya ulaşır. Güven ise tesisi çok uzun zaman alan bir süreçtir ve şahsi çıkarlarımızın tüm bedenin çıkarlarının önüne geçmemesini gerektirir.

    Böyle bir aidiyetin de çekici olmakla birlikte rahatsız edici yönleri vardır. Eğer aynı bedenin uzuvları olma organik metaforunu abartırsak, bu sefer de her uzvun hakkı olan özgürlüğü haksız biçimde kısıtlamakta beis görmeyiz. İnsanların cemiyetleriyle kurdukları aidiyetin derecesi bakımından kadim dünya ile günümüz dünyası birbirinden çok farklıdır. Sadece bir bedenin uzvu olarak değil, bizzat kendi kalbinde Tanrı’nın çağrısına cevap verme sorumluluğunda çok kıymetli bir şey vardır. Bu sadece Tanrı ile olan değil, birbirimizle olan ilişkilerimizde de geçerlidir. Kıymet duygumuz kendi cemiyetimizdeki statümüze bağlı olmamalıdır. Bir kozaya gömülü olmamalıyız.

    Bu iki farklı yaşam idealini bir arada tutmanın ve tek bir yaşamda birleştirmenin bir yolunu bulmalıyız. Bu birleştirmenin özgül yolu her insan için farklı olacaktır elbette. Fakat bu birleştirmeyi verimli bir şekilde gerçekleştirecek inanç, bağlı olduğumuz cemiyetin Tanrı’nın bir inayeti olduğuna olan inancımızdır. Buna inanmak risklidir, çünkü her zaman bulunduğumuz yere çok da uymayız ve yerimizi değiştirmenin daha doğru olduğunu düşünürüz. Örneğin ben bunları Birleşik Krallık’tan Amerika’ya göçmüş biri olarak yazıyorum. Eğer bizi bir cemiyete yönlendiren inayeti bir armağan olarak görürsek, yukarıdaki iki farklı idealdeki sorunları en azından teorik olarak aşmanın bir yolunu bulabiliriz. İlk idealdeki sorun özerk insanın fazla kopuk ve bağımsız olmasıdır. Eğer Tanrı’nın onu bir cemiyete koyduğuna inanıyorsa, iman ve ideali o cemiyete bağlılığını gerektirir. Eğer cemiyetine sadık kalmazsa onu özerkliğe çağıran Tanrısına da sadık kalmış olmaz. İkinci idealdeki sorun ise içkin insanın toplumsal rolüyle fazla özdeşleşmiş olmasıdır. Eğer Tanrı’yı özdeşleştiği cemiyetin içinde bulmak istiyorsa, cemiyetine olan sadakati onu cemiyetinin ötesine, onu oraya koymuş olan Tanrı’ya götürmelidir. Tanrının kendi cemiyetinin dışındakilere ihtimam göstermesi buyruğunu dikkate almazsa ona sadık kalamaz. İki durumda da kişiyi ahlaki olgunluğa ulaştıran şey cemiyetinin Tanrı’nın inayeti olduğuna dair olan inancıdır. Bu ahlaki olgunluk, cemiyete olan aidiyetiyle kendi öz-değerini, cemiyetinin ihtiyaçlarıyla dış dünyanın ihtiyaçlarını mezcetmesini sağlar. Kendimizi cemiyetin ötesinde bir şeye bağlayabilirsek ancak kendi cemiyetimize de doğru şekilde bağlanmış oluruz.

    Evrimsel psikoloji alanında ateistler tarafından dinin dışlayıcı olduğuna dair pek çok yeni çalışma yapıldı. Mesela Jonathan Haidt’in The Righteous Mind: Why Good People Are Divided by Politics and Religion (Adil Akıl: Neden İyi İnsanlar Siyaset ve Din Tarafından Bölünüyor) adlı eserinde dinin “ağ değiştirme” dediği şeyin bir örneği olduğunu söyler. Ağ değiştirme, bizi grup dışındakilerle rekabet etmeye, grup içindekilerle ise birleşme (kohezyon) ve işbirliğine iten bir grupsal adaptasyondur. Din, ona göre, yalnızca “ağ”ımızdakileri önemsememizi, ağımız dışındakilerle ise savaşmamızı söyler. Joshua Greene ise Moral Tribes (Ahlaki Kabileler) isimli eserinde dinlerin “ONLARIN değerleri ile BİZİM değerlerimiz arasındaki çatışmayı yumuşatmak yerine azdırdığını” söyler.

    Dinin sadece zamanımızda değil, kayıtlı tüm tarih boyunca ve dünyanın pek çok yerinde şiddetle bağdaştırıldığı bir gerçektir. Bunu görmezden gelemeyiz. Hristiyanlık dâhilinde Protestanlık ve Katoliklik arasındaki din savaşları yüzyıldan fazla sürmüş ve ancak Westphalia Antlaşması ile sonlandırılabilmiştir. Buna binaen pek çok anlayışlı kişi bir hoşgörü ruhu geliştirmenin zorunlu olduğuna kanaat getirmiştir. Tabii bu inancı bırakmak anlamına gelmiyor. Din ve şiddet arasındaki bağlantıyı düşünürken Latincedeki şu sözde fikir birliğine varılmıştır: “En iyilerin bozulması en kötüdür.” Din bir insandaki en iyiyi ortaya çıkarabilir, lakin dinin bozulması da en kötüyü ortaya çıkarabilir. Bozulmanın iki karakteristik örneği, bu makalenin başında bahsettiğim iki ideale göre ahlaki gelişimin başarılamamasından kaynaklanır. Gelişimin tıkanmasının nedeni bir cemiyete bağlanamama olabilir ya da cemiyetimizin dışındakilere karşı olan sorumluluklarımızı görememe. Şiddet bu başarısızlıklardan kaynaklanabilir, kaynaklanır da.

    Ateistlerin din eleştirisine bir cevap bu makalede iddia ettiğim görüşte yatıyor. İbrâhimî dinler sadece kendi dinî cemiyetimize bağlılığımızı ve cemiyetimizdekilere karşı olan sorumluluklarımızı değil, dışarıdakilere olan bağlılık ve sorumluluklarımıza da salık verir. Sizi bir cemiyete gönderen Tanrı’ya olan bağlılık sizi bu cemiyetin dışına gönderen Tanrı’ya da bağlılığı gerektirir. Bunun nasıl çalıştığına dair kendi hayatımdan bir örnek vereceğim. Üniversitede okurken oğlum, Zambia’nın kırsal bir kesiminde bulunan bir köye AIDS eğitimi vermek amacıyla gitmek istedi. Bu köy böylelikle benim de ilgi gösterdiğim ve maddi yardımda bulunduğum bir köy oldu. Benzer ihtiyaçları olan köyler her yerde var, ancak bu köy onun seçtiği köydü ve böylelikle benim de köyüm olmuş oldu. Bu benim “inayetsel yakınlık ilkesi” dediğim şey. Tanrı sizi onun yardım etmenizi istediği insanların yakınına koyar. “Yakınına” dediğim şey coğrafi bir yakınlık değil. Oğlum o köyle bağlantılı olduğu için ve ben oğlumla bağlantılı olduğum için, ben de o köyle bağlantılı olmuş oldum. Böylelikle Tanrı bizi yabancıların “yakınına” sevdiğimiz insanların tercihleriyle koyabilir.

    Bu yaklaşım bizi başka türlü katlanılamaz bir yükten kurtarabilir. Dünyada açlık sınırında olan milyonlarca insan var. Eğer kısıtlı imkânlarla da olsa rahatlık içindeysek, yardıma muhtaç insanlara kaşı Tanrı’nın bize vermiş olduğu sorumluluk karşısında umutsuzluğa düşebiliriz. Dünyanın ihtiyaçları karşısında kendi imkânlarımız gülünç derecede kısıtlı görünebilir. Ama bu umutsuzluğu yenmede iki şey çok mühimdir. İlki biraz önce bahsetmiş olduğum inayetsel yakınlık ilkesi. Tanrı’nın bizi kimin yakınına koyduğuna çok dikkat etmeliyiz. O bizi her bir ihtiyaç sahibinin yakınına koymadı. İkinci husus ise dünyadaki muhtaçlara yardım sorumluluğumuz sadece bizim omuzlarımızda olmaması. Bu ihtiyaçlara hep birlikte cevap verebiliriz. Bir araya geldiğimizde ve az miktarlarda da olsa yardım kuruluşlarına yaptığımız yardımlarla ortaya çıkan iyilik gerçekten dikkate değerdir. Dünyada cömertlikte en öne çıkanlar dinî inancı olanlardır. Bir ateiste en iyi verilecek cevap budur. En iyilerin bozulması en kötüdür belki, ancak din sadece dinî cemiyetlerin içindekilere değil, dünyanın geri kalanındaki muhtaçlara karşı olan muazzam cömertliğin de her daim kaynağı olmuştur.

    *Yale Üniversitesi İlahiyat Fakültesinde profesör olan yazar, dünyadaki saygın kuruluşlarda dersler vermiştir. Dinî etik üzerine öne çıkan kitapları ve çok sayıda makalesi vardır.