Kadîm Medeniyetimizin Sesi; Ârif Bir Mûsıkîşinâs: BEKİR SIDKÎ SEZGİN
Neyzen Mustafa Hakan Alvan

  • Sabah Ülkesi - Cover
  • Sevgili dostlar! Dergimizin bir önceki sayısında, sizlerle müziğimizin genel konuları hakkında biraz sohbet etmiştik. Bu sayımızda, vefatının 20. senesini idrak ettiğimiz sevgili ve rahmetli hocam Bekir Sıdkî Sezgin’i sizlere tanıtmak istiyorum.

    Bekir Sıdkî Sezgin, 1936’da İstanbul’da doğdu. Çok iyi bir mûsıkîşinâs olan babası, Hâfız Hüseyin Efendi, İstanbul Cerrahpaşa‘daki bir camide müezzinlik görevi yapan bir zattı. Annesi Feride Hanım ise, Osmanlı‘nın son döneminde açılan kız mekteplerinde mûsıkî muallimliği yapan Ulviye Hanım’ın kızıdır. Bekir Sıdkî Sezgin annesi tarafından gelen beşerî mûsıkî kültürü ile babası tarafından gelen dinî mûsıkî kültürü içinde seçkin bir ortamda yetişmiştir. Bekir Hoca, babası tarafından zamanın en iyi dinî mûsıkî hocalarına gönderildi. Fatih Camii İmamı Ahmed Râsim Efendi, Nuruosmaniye Camii İmamı Hasan Akkuş, Mecid Sesigür, Saadeddin Kaynak bunlardan bazılarıdır. 5 yaşında Kur’ân-ı Kerîm’i hatmettiğinde hatim duasını; ismini aldığı, babasının mürşidi Şeyh Bekir Sıdkî Ateş Efendi yapmıştır. 10 yaşına geldiğinde, Hâfız Mecid Sesigür’den meşk ettiği Mevlid-i Şerîf’i cami kürsüsünden okuduğu günlerde herkesin takdîrini kazanmıştır. Bekir Hoca, lise eğitimi sırasında İstanbul Belediye Konservatuarı’nı da tamamladı. 1956’da TRT İzmir Radyosu’nda ses sanatçısı olarak göreve başladı. 1976’dan itibaren de TRT İstanbul Radyosu’nda görevine devam etti. Aynı yıl açılan İstanbul Teknik Üniversitesi Devlet Konservatuarı’nda hocalığa başladı ve 10 Eylül 1996’daki vefatına kadarki süreçte bu görevini sürdürdü.

    Şimdi gelelim efendim, bendenizin bildiği Bekir Hoca’ya: Yıl 1985… Sakarya‘da açılan Türk Mûsıkîsi Konservatuarı’nın Repertuvar dersinin ilkindeyiz. Bendeniz 15 yaşında bir delikanlıyım. Sınıfa masmavi gözlü, açık tenli, güleç çehreli; fakat birazda celâlli bir zat olan Bekir Sıdkî Sezgin girdi. Tahtaya kendi bestelediği Çargah makamında, sözleri Yunus Emre‘ye ait bir ilahinin notasını yazdı, bu eseri bize satır satır büyük bir sabırla ta‘lîm etti. Bu meşk sırasında eseri ilk önce o okuyor, arkasında biz tekrar ediyorduk. Dersin sonunda, „Çocuklar biliyor musunuz; İstanbul Teknik Üniversitesi’nde dinî mûsıkî meşki yapmak hâlâ yasak, o yüzden burada size ilahi meşk ettirmek, benim için büyük bir mutluluk oldu.“ demişti. Bendeniz, o gün ilk defa devletin bu kültür üstündeki baskısının birebir farkına varmıştım.

    Ders esnasında onun muhteşem sesinin te’sîriyle bende hâlâ ta‘rîf edemediğim bir hâl zuhûr etti. Bundan sonra sanki, Bekir Hoca’dan uzak kalırsam her şeyim eksik ve yanlış olacakmış duygusuna kapıldım. Bu tarihten itibaren 7 yıl bu duygu benden hiç uzaklaşmadı. O yıllarım onun ses kayıtlarını dinlemek, olabildiğince onun yakınında olmak ve hep ondan bahsetmekle geçti. Yani, kısacası, bendeniz, Bekir Hoca’ya, dolayısıyla klasik Türk mûsıkîsine âşık olmuştum. Her şeyim Hoca ve mûsıkî idi artık. “Aşk olunca meşk olur.” sözünü hakke’l yakîn anlamış gibiydim. Bu sevda sayesinde, daha önceki eğitim hayatında pek başarılı olmayan bendeniz konservatuvar birincisi olarak mezun oldum. Bazı dostlarımız şimdi, Hakan Bey kendini övüyor, diye düşünebilirler. Maksadım katiyyen bu değildir. Bendeniz bir şeyi sevmenin hatta âşık olmanın insana neler kazandıracağını ifade etmek için bu konuyu sizlerle paylaştım.

    Bekir Hoca nasıl oluyor da mûsıkî konusunda insanlara böyle tesir edebiliyordu? Eğer insan bir konuyu sever ve tüm gayretini ona sarf ederse Cenab-ı Hak âdeti olduğu üzre, o mesele hakkında o kuluna „fetih“ nasîb eder. Bir kişi bir konuda „fetih“ sahibiyse, o konuya istidâdı ve ilgisi olanları da etkisi altına alır. Bekir Sıdkî Sezgin mûsıkî konusunda „fetih“ sahibi bir zattı; dolayısıyla insanları kendi yörüngesine çekiyordu.

    Kadîm medeniyetimizin temeli olan Müslüman Türk aile yapısı bir de tasavvuf terbiyesiyle daha da incelirse, Bekir Hoca’nın ailesi gibi bir aile zuhûr eder. Böyle bir ailede yetişen Bekir Bey ilk öğrenimi süresince babasından Kur’an tilâveti ve Kur’an ilimleri dersleriyle mevlid, ilâhi, durak, şugl, tevşîh, na‘t, kaside, ezan gibi dinî mûsiki form bilgilerini almıştır. Bu arada ûdî olan annesinden başladığı şarkı meşklerini ilk ve ortaokul yıllarında da sürdürmüştür. Kendisinin ifadesiyle, annesinden ilk meşk ettiği eser Şerif İçli’nin, “Derdimi ummâna döktüm âsumâna inledim.” mısraıyla başlayan hicaz şarkısıydı. İlmin yanında ilahî aşkın ve hoşgörünün ve nezaketin yaşandığı bir ortamda büyütülen Bekir Hoca, dindarlığın bağnazlık ve yobazlık olarak yaşanmadığı bir ortamda yetişti. Babası Hâfız Hüseyin Efendi, küçük Bekir’i o yılların konser salonu niteliğinde olan gazinolara götürür, meyve suyu içilen arka tarafa oturtup fasıl dinletirmiş.

    Aziz Mahmûd-ı Hüdâyî’nin bir nutk-ı şerîfinde “Kâmil olurmuş ehl-i Hakk, doğmazdan evvel ânesi (annesi).” buyurduğu gibi kâmil insanlar da doğuşundan itibaren bu özellikleri fark edilir ve insan-ı kâmiller Allah’ın nazlı kullarındandır. İşte, Bekir Hoca’nın hayatında bu hususta birçok kişinin şahit olduğu örnekler vardır. Mesela, Bekir Hoca’ya ilkokul yıllarında oturdukları mahallede bir çocuk devamlı fizikî saldırıda bulunurmuş. Bekir Hoca’nın ailesi aksi çocuğun ailesini birkaç kez ikaz etmiş, fakat bir işe yaramamış. Bekir Hoca’nın babası konuyu mürşidine arz edince, Efendi hazretleri “Küçük Bekir, Allah‘ın nazlısıdır, onu üzenin sonu iyi olmaz.“ buyurmuşlar. Fakat mahalledeki aksi çocuk bir türlü ıslah olmamış ve maalesef feci bir kazada vefat etmiş. Bekir Hoca Allah dostlarının daima himmet fânûsu altında olmuştur. Bu konuda Bekir Hoca’nın şu hâtırası da enterasandır: İzmir Radyosu’nda çalıştığı yıllarda hocamızın Bağdat‘a bir seyahati olmuş. Bekir Hoca kalacakları otele yerleşir yerleşmez; yolunun mensubu olduğu Kâdiriyye’nin Pîri Abdülkadir Geylanî hazretlerini ziyaret etmek istemiş, fakat şehrin güvenlik meseleleri yüzünden otelden ayrılmalarına müsaade edilmemiş. Buna çok üzülen Bekir Hoca, o gece Hazreti Geylanî’yi rüyasında görmüş. Hazreti Pîr, kendisine „Evladım, üzülme yarın seni yanıma aldıracağım.“ buyurmuş. Sabah olduğunda Bekir Hoca’nın da aralarında olduğu TRT ekibinin bir kısmının başka bir otele nakledileceği kendilerine duyurulmuş. Bekir Hoca yeni otele gittiğinde bir bakmış ki otel Hazreti Geylanî’nin türbesine çok yakın, dışarı çıkma yasağı da yok. Hemen türbeyi ziyarete gitmiş ve bendesi olduğu Hazreti Geylanî’nin huzurunda gözyaşları içinde Kur’ân-ı Kerîm okumuş.

    Bekir Sıdkî Sezgin TRT sanatçılığı ve hocalığı yıllarında, aldığı manevî terbiyeden taviz vermeden yaşadı. Ancak bu hayat tarzı, o yılların Türkiye‘sinde pek hoş karşılanmazdı. Bu yüzden Bekir Hoca, çalıştığı kurumlarda bu özelliğini hep üstü kapalı tutmakla uğraştı. Mesela, İstanbul Teknik Üniversitesi Konservatuvarı’ndaki odasının kapısını kilitleyip namazını o şekilde kılardı.

    Bekir Sıdkî Sezgin, İzmir’den, İstanbul Radyosu’na geldikten sonra sanatındaki üstün seviyesinden dolayı mûsıkî camiasında kısa sürede efsane bir isim oldu. O yılların gazinocular kralı Fahrettin Aslan kendisini büyük paralar karşılığında gazinolarında sahneye çıkarmak istedi. Bekir Hoca, yetişme tarzı ve mûsıkîye yüklediği ulvî ma‘nânın icabı bu teklifi kabul etmedi Aslında o günlerde, memur maaşının el verdiği şartlarda taksitle bir ev satın almıştı. Yani paraya çok ihtiyacı olduğu hâlde ilkeli bir duruş sergilemişti. Bekir Hoca, bize derslerinde mûsıkînin Allah‘ın bir nimeti olduğunu, onu olmadık yerlerde ziyân etmenin, bu nimete nankörlük olacağını sık sık hatırlatırdı. Meşk derslerinde eser ta’lîm ederken sık sık duygulanır, ağlardı. O mûsıkîyi ibadet şuuruyla icra ederdi. Bir gece Bekir Hoca’nın evinde oturuyorduk; gitti, odasından bir nota dosyası getirdi. Selahaddin Pınar‘ın Hicazkar Şarkısı’nın notasını çıkardı ve okumaya başladı:

    Gönül derdi çekenleri
    Gizlice yaş dökenleri
    Bağrındaki dikenleri
    Gidin sorun gecelerden

    Bekir Hoca, bu eserin „Geceler hülya demidir / Âşıkların mahremidir.» bölümüne gelince ağlamaya başladı. Sonra bendenize dönüp „Bak azizim, gece yarısı sevgili için gözyaşı dökmeyenler, bu şarkıdan bir şey anlamaz.“ dedi. O günü hiç unutmadım. Bekir Hoca hep bu aşkla yaşayan biriydi. Bir sohbetinde „Bakın çocuklar ben bir mûsıkî eseri okurken tüm kainatın bir orkestra gibi bana eşlik ettiğini hissediyorum.“ demişti. Bekir Hoca aslında bize hep mûsıkî üzerinden kainatın nasıl bir bütün olduğunu, varlık âleminin farklılıklardan oluşan görüntüsünün, yani kesretin; Cenâb-ı Hakk’ın zâtı ile ilişkisini yani vahdeti anlattı. Mûsıkî kesret ve vahdet ilişkisini ayan beyan gösteren en güzel araçtır. Bugün kuantum fizikçilerinin bahsettiği Kelebek etkisi de bunu bilimsel olarak anlatmıyor mu zaten? Amazon Ormanları‘nda bir kelebeğin kanat çırpması, ABD‘de fırtına kopmasına neden olabilir, diyorlar. Bu etki sadece fizik değil; kimya, psikoloji, sosyoloji gibi bütün alanlar için söz konusudur. Dünyanın bir ucunda yapılan zulüm; bir şekilde başka bir yerde tepki doğurur. Allah’ın muhteşem bir mûsıkî âhengiyle yarattığı kâinâtta güzel ses, güzel duygu, güzel eylemler de başka başka güzelliklere sebebiyet verir. Hatta melekût âlemiyle irtibatımızı sağlayan unsurlardan biri de mûsıkîdir.

    Bendeniz Bekir Hoca’da hep kadîm medeniyetimizin üzerinde inşa olduğu, doğru bir İslam yaşayışını müşahede ettim. Zarîf, âbîd, ârif ve âşık… Bize derslerinde anlattığı her meseleyi; iyi bir hâfız olduğundan, âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîflerle delillendirirdi. Bu arada iyi bir sigara tiryakisi olduğunu da sizinle paylaşmalıyım. Sigarasını eleştirenlere de “Azizim, sigara hakkında âyet yok; hadîs yok! Ben bunu içerim, kardeşim.” derdi. Neyse biz yine sanat konularına dönelim.

    Malumunuz, kadîm müziğimizin sözel yapısı divan şiirimizden oluşur. Bekir Hoca aruz vezninde şiir yazacak kadar konuya hâkim birisiydi. Bize sık sık, güzel Kur’ân-ı Kerîm okumamız gerektiğini, çünki Türk mûsıkîsinin nesilden nesile hep hâfızlar tarafından aktarıldığını; bu yüzden konu hakkında çalışmamızın şart olduğunu söylerdi. Osmanlı Türkçesini orijinal yazısından okuyamayan birinin Türk mûsıkîsi eğitiminin eksik olduğunu sık sık dile getirirdi. Bekir Hoca, ömrü boyunca TRT radyolarında yaptığı yüzlerce programda, mûsıkîmizin en üst kalitedeki eserlerini seslendirmiştir. Vefatından 20 yıl sonra bile zevkle dinlenen ses kayıtları konuyla ilgili kişiler için hâlâ bir ders niteliğindedir. Bekir Sıdkî Sezgin çok iyi bir icracı olması yanında bendenize göre yaşadığı dönemin en iyi Türk mûsıkîsi hocasıydı. Müziği icrası sırasında yaptığı olağan üstü yorumları, mûsıkî ilminin elverdiği kadarıyla fevkâlâde güzel izah ederdi. Mûsıkî ilminin elverdiği kadarıyla dedim, bu konuya dikkatinizi çekmek isterim. Mûsıkîde öyle şeyler vardır ki lisana gelen hiçbir şeyle izah edilemez. İşte, yukarıda arz ettiğim özelliklerinden dolayı Bekir Sıdkî Sezgin “hocaların hocası” olarak anılmayı hak etmiş birisiydi ve öyle de anılırdı. Bekir Hoca, sanatındaki kalite ve vakarlı duruşuyla bazı müzik çevreleri için o kadar erişilmezdi ki tam bir efsaneydi. Bunu şu hadiseyle örneklendireyim: İsmini vermek istemediğim, ama tüm toplumca çok iyi tanınan popüler Türk sanat müziği sanatçısı bir zat, gazino kulisinde vokalistleriyle sohbet ederken “Sizin konservatuvarda repertuvar hocanız kim?” sorusuna muhataplarının verdiği “Bekir Sıdkî Sezgin” cevabını duyunca oturduğu yerden ayağa kalkıp “Aman ya Rabbi, siz o zâtın talebesi misiniz, bu ne büyük bir şans!” demiş. Bu olayı, bizzat o sohbette bununmuş arkadaşlarımdan işitmiştim.

    Bekir Bey Türk mûsıkîsinin geleneğinden gelmiş birisi olmasına rağmen, geçmişi aynen taklit eden birisi değildi. Geleneğin vakarını ve ruhunu koruyarak meseleyi güncelleyebilmiş, kadîm mûsıkî mirasımızı bir sonraki nesle aktarabilmişti. Sohbetimizin birçok yerinde de arzettiğim gibi, Bekir Hoca ömrü boyunca yaptığı her şeyi aldığı terbiye gereği bir ibadet anlayışıyla yapmıştır. Vefatından 2 ay önce gördüğü bir rüya; onun bu dünyada vazifesini hakkıyla yaptığının bir müjdesi gibidir. Oğlu, sevgili arkadaşım Neyzen Kutsi Sezgin’e anlattığı rüya şöyledir: Bekir Hoca asr-ı saâdette Medine-i Münevvere’de imiş. Fahr-i Kâinât Efendimiz’in (s.a.v.) hâne-i saâdetine girmiş. Efendimiz (s.a.v.); Bekir Hoca’ya hitaben “Evladım Sıdkî, gel yanıma otur ve bize Kur‘an oku!” buyurmuşlar. Bekir Hoca ağlayarak bir aşr-ı şerîf okumuş ve daha sonra Peygamber Efendimiz (s.a.v.) Bekir Hoca’nın elinden tutarak Medine-i Münevvere’nin sokaklarında Hoca’yı gezdirerek herkese tanıtmış. Bekir Hoca bu hadiseden iki ay sonra âni bir kalp krizi geçirerek aramızdan ayrıldı. Bendenize o günün gecesinde evine getirilen naaşının başında sabaha kadar bulunmak nasib oldu, hocamın başından hiç ayrılmadım. Sabahı beklediğimiz o gece, koltuk üstünde biraz uyuyan Bekir Hoca’nın çok yakını bir zat yanıma geldi, bir rüya gördüğünü, rüyasında Abdülkadir Geylanî hazretlerinin bir şahin kuşu (Bâzü’l-eşheb) şeklinde gelip camdan girdiğini Bekir Hoca’nın naaşını pençeleriyle kavrayıp alıp götürdüğünü söyledi. Ertesi gün gasil işlemleri için Bekir Hoca’nın naaşı Karacaahmet gasilhanesine götürüldü. Bendeniz ve Neyzen abim sevgili Osman Erkahveci gasil işlemleri sırasında başında bulunduk, su döktük o sırada kendisini son kez öptüm. O haldeyken de çok güzeldi; vakarından hiçbir şey kaybetmemişti.

    Yakınları Bekir Hoca’yı ailenin manevî büyüğü Osman Şems Efendi’nin Karacaahmet Mezarlığı’ndaki kabrinin yanına gömülmesini arzu ettiler. Bu istekleri zamanın belediye başkanı, şu andaki cumhurbaşkanımız sayın Recep Tayyip Erdoğan‘a iletildi, kendisi gerekli talimatları vermesine rağmen uygun bir yer bulunamadı. Bunun üzerine cenazenin Kadıköy‘deki Sahrayıcedid Mezarlığı’na defnedilmesi kararlaştırıldı. Naaşı evden çıkartılırken tabutunun başına şeyh efendilere mahsus, Kâdirî-Enverî tâc-ı şerîfi kondu. Hocamızın Bostancı’daki evlerinin yakınındaki büyük camide öğlen namazına müteakiben cenaze namazı kılındı. Öğlen ezanından önce salâyı Hâfız Sami Savni Özer, Dilkeşhâverân makamında hazîn bir eda ile okudu. Cenaze namazından sonra Ömer Tuğrul İnançer Bey Efendi Bekir Hoca hakkında bir konuşma yaptı. Daha sonra büyük bir cemaatle cenaze Sahrayıcedid Mezarlığı’na defnedildi.

    O günden bu güne 20 yıl geçmesine rağmen, sadece bendenizin değil; tüm sevenlerinin hafızasında ve kalbinde Bekir Hoca’nın hatırası taptaze durmaktadır. Bekir Hoca ber-hayat iken “Evladım, âşığın sesi âlem-i ervâhtan haber verir.” derdi. Bekir Hoca’yı sevenler onu sık sık rüyalarında görüp âlem-i ervâhtan (ruhlar âlemi) sesini işittiklerini bize anlatıyorlar. Belki yeridir veya değildir ama; sizinle onu gördüğüm en son rüyamı paylaşayım. Bekir Hoca cennetteymiş, cennet ehli sıraya girmiş Bekir Hoca’yı tebrik ediyorlar. “Bu insanlar niye Bekir Hoca’yı tebrik ediyorlar.” diye soruyorum “Peygamber Efendimiz Bekir Bey’e taç giydirdi, o yüzden tebrik ediliyor.“ diyorlar, bunun üzerine bendeniz Bekir Hoca’nın yanına gidip onu doyasıya öpüyorum ve o mutlulukla uyandığımı hatırlıyorum. Allah Resulü buyurdular ki “Kişi sevdiği ile beraberdir.” İşte bu hakikat bizim için en büyük tesellidir. İnşaallah, Allah bizi bu dünyada Bekir Hoca’yla beraber eylediği gibi ebedî hayatta da beraber eyler!

    Bütün bunları anlattıktan sonra, Bekir Sıdkî Sezgin’in mutasavvıf kimliğine açıklık getirmek isterim. Osmanlı’nın son döneminin önemli mutasavvıflarından Osman Şems Efendi (1814-1893); Kadirîlik yolunun Enverî kolunun piridir. Encümen-i Şuara’da önemli bir kişi olan Osman Şems Efendi, yaşadığı dönemde „şairlerin şeyhi” olarak anılırdı. Ziya Paşa ve Namık Kemal gibi zatlar onun sohbet meclisinin önemli sîmalarındandır. Osman Şems Efendi Hakk’a yürüdükten sonra yerine Muhammed Bedreddin İzzi Efendi geçti. İzzî Efendi’nin de ahirete doğmasından (v.1919) sonra, dergahın dervişlerinin ısrarıyla, Osman Şems Efendinin en genç halifesi olan, Hâfız Bekir Sıdkî Ateş Efendi yaşadığı Isparta‘dan İstanbul‘a geldi. Eminönü‘ndeki Aydınoğlu dergahında irşad vazifesine başladı. 1925’te dergahların kapatılmasından sonra, Hâfız Bekir Sıdkî Ateş Efendi, İstanbul Cerrahpaşa semtinde bir caminin imamlığı görevini yürüttü.

    İşte bu yıllarda, Bekir Sıdkî Sezgin‘in babası Hâfız Hüseyin Efendi, Cerrahpaşa‘daki bu camide müezzinlik vazifesine başladı. Bekir Hoca’nın babası Hâfız Hüseyin Efendi, burada Şeyh Bekir Sıdkî Ateş Efendiye biat ederek Kadirîlik yolunun Enveriye kolunda seyr-i sulûka başladı ve kısa bir sürede şeyhinden hilafet aldı. Aynı yıllarda ülkemizin yetiştirdiği en büyük hukukçulardan olan Ord. Prof. Dr. Ali Fuat Başgil de Cerrahpaşa’daki camide, aynı şeyh efendiye biat etti, o da kısa sürede, Şeyh Bekir Sıdkî Ateş Efendi’den hilafet aldı. 1940’lı yıllarda Bekir Sıdkî Ateş Efendi’nin göçmesinden sonra irşad vazifesini deruhte etmesi için yerine, Bekir Sıdkî Sezgin’in babası Hâfız Hüseyin Sezgin Efendi geçti. Bekir Sıdkî Sezgin Hoca’mız, genç yaşta, babası Hâfız Hüseyin Efendi’ye biat ederek dervişi oldu. Kadirî-Enverî yolunda babasının irşadıyla manevî terbiyesini tamamlayan Bekir Sıdkî Sezgin, babası Hâfız Hüseyin Efendi’den -başkalarını da bu yolda irşâd edebileceğine dair yetki- icâzet aldı. Fakat Türkiye’de tasavvuf faaliyetlerinin yasal olarak mümkün olmamasından veya dervişliğe uygun bir talibin bulunamamasından dolayı Bekir Sıdkî Sezgin kendisindeki manevî emaneti başkalarına aktarma imkânı bulamamıştır ve maalesef benim şuana kadar bilebildiğim kadarıyla Bekir Sıdkî Sezgin’le beraber Kadirîliğin Enverî kolu son bulmuştur. Gönül isterdi ki Bekir Hoca mûsıkîmizde yaptığı kadîm mûsıkî geleneğimizi yeni nesillere aktarma vazifesini, tasavvuf sahasında da yapabilmiş olsaydı. Tabii ki bizim inanış biçimimizde “Her olan şeyde bir hayır vardır.” düsturu her zaman geçerlidir. Sizlere anlayabildiğim kadarıyla, bendenizin dünyasındaki Bekir Sıdkî Sezgin‘i anlatmaya çalıştım. Hayatımızdan bir mümine yakışan irfan, estetik, zerafet, vakar hiç eksik olmasın.

    Ez can ü dilden mühabbetle…