Hayal ve Hakikat Arasında: Rüyanın Tabirini Aramak “İnsanlar uykudadır, ölünce uyanırlar.” Hz. Peygamber
Ekrem Demirli

  • Sabah Ülkesi - Cover
  • Bir rüyadır yaşamak!” Duymayan kalmamıştır bu cümleyi; kimi doğru kimi yanlış anlayarak, kimi beğenerek kimi iç çekerek: ama herkes bir yerinden tutmuştur bu cümlenin. Bazen rüya istediğimiz bir şeydir: “rüya gibi yaşamak” arzudur bizim için. “Rüya gibi bir hayat” tabiri bütün engelleri aşarak arzularımızı gerçekleştirdiğimiz hayata ermek anlamına gelir. Hem kendi hayatımızın rüya gibi olmasını ister, hem hayatı rüya gibi olanlara gıpta ederiz; edebiyata ve masallara düşkünlüğümüzün sebebi budur çoğu zaman! Bazen hayatımızın geride kalan kısmını ve yaşadığımız güzellikleri anlatmak üzere “rüya gibi geçti” deriz. Bu kez rüya içinde yaşadığımız ana karşı sığındığımız ve iltica ettiğimiz bir nostalji haline gelir. Rüyanın türleri vardır ve yaşadığımız hayatın niteliğini onlarla anlatırız. Memnun olmadığımız bir hayat için veya kaçmak ve hemen bitmesini istediğimiz bir durum şey için “kabus” tabirini kullanırız. Kabus sıkıntılı rüya demektir ve rüya bu kez korkularımızın, sıkıntı ve üzüntülerimizin adı hâline gelmiştir.

    Rüyayı böyle cazip bir niteleme kılan şey nedir? Hiç kuşkusuz rüyayı cazip kılan, onun hayalle, hayalin ise tükenmeyen imkânlarla irtibatıdır. Biz “imkân” hâlini gerçekleşme (kesinleşme) haline yeğleriz ve sadece sevdiğimiz şeylerin gerçekleşmesini isteriz. Arzularımız gerçekleştiği ölçüde mutlu olur, gerçekleşmediğinde veya istediğimiz tarzda olmadığında üzülürüz. İnsanın arzularının tam ve tekmilli bir şekilde gerçekleştirebileceği yegane yer hayal dünyasıdır: “Hayalde her şey mümkündür ve hayal en geniş imkân dünyasıdır.” Bir gecede krallar köle olabilir, fakirler zengin, zenginler fakir, hastalar iyi, mamur beldeler tarumar olur! İnsan bütün bu değişimden kendi adına en iyi payın çıkmasını ister ve hep umut eder. Bu kez rüyayla ilgili başka cümleler hayatımıza yerleşir: insan umut ettikçe yaşar veya hayal ettikçe yaşar âlemde! Bunlar hep arzularımızın gerçekleşmesini hayal ve rüyayla irtibatlı sayan ifadelerdir. Bu nedenle hayalin bir parçası olan rüyayı seviyoruz ve hayattan sevdiğimiz kısmı “rüya” diye anlatıyoruz. Başarmak istediğimizde veya başarıya yakın olunca daha iyiye ulaşmak varmak için teşvik ediyor; başarısız kalınca bu kez tekrar hayale kaçıyor, dış dünyada yitirdiğimizi hayal âleminde telafi etmek için mücadele ediyoruz. Uyanıkken hayal kuruyor, hülyaya dalıyor, uyurken yine hayal kuruyoruz. Uyurken görülen hayalin adı rüyadır! Bizim kurduğumuz veya bize kurdurulan bir hayal!

    Hayal-rüya ile hayat arasındaki irtibat büyük düşünürlerde gördüğümüz kadim bir ilişkidir. Her filozof ve düşünür, hayatının bir döneminde şu soruyu sormuştur: “Acaba bir rüya görüyor olabilir miyiz?” Gerçeklik diye algıladığımız dünya bir yanılsama mıdır? Hepimiz rüya içinde miyiz? Hatta bu soruyu soranlar bu kez şöyle sormuştur: “Bütün bu olan biten bir rüya mıdır? Bu soruyu soran ben ise, rüya içinde uyandığı rüyasını gören –rüya içinde rüya- birisi miyim yoksa?” Vakıa eleştirel düşüncenin en iyi ifadelerinden birisi insanın kendine bu soruyu yöneltmesidir; üstelik bu bir varsayım değil, belki düşüncenin bu ilk merhalesinde gerçeğe en yakın durum bile olabilir. Hatta sorunun muhtemel cevaplarından birisi şu bile olabilir: “Bir rüya gördüğümüzden niçin kuşku duyalım ki?”

    “Bir rüyada olabilir miyiz?” ve “Düşünmek rüya içinde yeni bir rüya görmek midir?” Bu cümleleri farklı tarzlarında Doğu’da ve Batı’da büyük düşünürlerde görebiliriz. Metafizik düşüncenin başlamasını anlatan mağara-mağaradan çıkış bir uyanma hikâyesidir gerçekte! Daha sonra Müslüman düşünürlerde de bu rüyadan uyanmanın izleri görülür. Gazali’de aynı tarz benzetmeler geçer, İbnü’l-Arabi’de geçer. Sufilerin büyük kısmı rüyalardan uyanmaktan söz eder: hab-ı gaflet (gaflet uykusu) tabiri tasavvufun en yaygın eleştirel kavramlarından birisi olarak bu düşünceyi anlatır. Descartes’in felsefesinde rüyadan uyanmak tabiri önemli bir eleştirel zemin teşkil eder. Bununla birlikte rüya için kullanılabilecek kavramlar bazen değişir. Daha doğrusu uykuda ve uyanıkken gördüğümüz şeye verdiğimiz isimler değişir. Bazen gördüğümüzün bir serap –yanılsama- olup olmadığından emin olamayız ve her şey için “serap” tabirini kullanırız. Bu durumda serap uyanıkken fakat genellikle sıkıntı altında –imkanın ortadan kalkmasıyla gerçekliğin bizi daraltması- arzu ettiğimizi görmektir: çölde su! Çölde susamış insan suya doğru gider, sonra gördüğünün serap olduğunu anlayınca hüsrana uğrar bir hâlde kalakalır. Bu durumda serap bir yanılsama hâlidir. Hayal, “mış gibi” durumudur. Masallarda dile getirilen “bir varmış, bir yokmuş” üslubu rüyanın ve imkân âleminin –hayal- dilini anlatır. Rüyalar da tam öyledir: gerçekte yok fakat varmış gibi tesir ederler.

    Rüya insanın hakikat arayışında aşılması gereken bir merhaledir! Bir düşünür için “rüyadan uyanmak” düşünmeye başlamak demektir. Düşünmek eylemi rüyadan uyanmak ve hayalden kurtulmak demek olduğu kadar gerçeği olduğu hâl üzere idrak etmeye çalışmak da genellikle hayale karşı verilen bir mücadeleyle mümkündür. Meselenin güçlüğünü en iyi anlatan misallerden birisi ünlü Çinli düşünür Çuang-tzu’nun bir anlatımında geçer: “Bir zamanlar ben, Çuang Çou, düşümde bir kelebek, uçan bir kelebek olduğumu gördüm; mutluydum. Çou olduğumu bilmiyordum. Birden uyandım; kendimdim, gerçek Çou’ydum. Düşünde kelebek olduğunu gören Çou mu yoksa düşünde Çou olduğunu gören bir kelebek mi olduğumu anlayamadım.”

    Dedik ki, insanın rüyalarla ilişkisi inişli çıkış bir seyir takip eder; bazen rüyaya dalmak ve yaşanan hayattan uzaklaşmak, bazen kendimizi hayalin etkisinden kurtararak uyanmaya zorlarız. Ancak yine de rüyayla bağımız devam eder. Dinî düşünce bu noktada bize felsefeninkinden farklı fakat bazı unsurlarında ona benzeyen yeni bir bakış açısı getirir. Din dikkatimizi rüya görmeye değil, rüyanın anlamına ve tabirine yönlendirmekle bizi “yükümlü” tutar. İnsan rüya gören veya bundan haz alan bir varlık olarak yaşamamalıdır; gerçek insan rüyanın tabirinin peşinden giden ve bir tabir bulabilen kimsedir. Başka bir anlatımla dini düşüncede dikkate değer olan rüyanın kendisi veya hayatı bir rüya olarak görmek değil, rüyanın tabiridir. Tabiri olmayan rüya, okunmamış bir mektuptur! Bu durumda ister bir rüya görelim ister hayatı bir rüyaya çevirmek isteyelim, her hâlükarda bize düşen görev, rüyanın tabirini bulmaktır. Bu bakımdan dinî metinlerde iyi bir örnek rüya-hayat ve tabir irtibatını göstermek üzere zikredilir: Kur’ân-ı Kerîm’de bir peygamber olarak adı geçen Hz. Yusuf ve onun gördüğü rüya! Yusuf’un hikâyesi Kur’an’da “en güzel hikâye” olarak betimlenerek insanlığa anlatılır. “En güzel hikâye”ye yüzeysel bakan insan Yusuf’un maceralarla dolu hayatının okunmaya-anlatılmaya değer bir hayat olduğunu zanneder: içinde aile kavgalarının, düşüş ve çıkışların, ihanetlerin, en önemlisi güçlü ve cazip bir aşk hikâyesinin bulunduğu bir hayat niçin “en güzel” hikâye olmasın ki? Bu itibarla edebiyat tarihi böyle “güzel hikâyelerle” doludur zaten! Fakat dinî düşüncenin hakikat ve insan ilişkisi hakkındaki tahliline bakınca, Yusuf’un hikayesinin niçin “en güzel hikâye” olduğunun nedeni ortaya çıkar. Yusuf’un rüyası bir rüya olduğu için veya yaşadığı hayat “mücadelelerle” dolu bir hayat olduğu için dikkat çekici ve önemli değildir: Bir hikâye olması bakımından Yusuf’un hikâyesi herhangi bir insanın hikâyesinden veya rüyası başka birinin görebileceği rüyadan daha önemli veya daha güzel değildir. Herkes bir rüya görür, herkes bir hikâye yaşar. Bunların arasında derece farkı bulunsa bile hiçbir zaman bir mahiyet farkından söz edemeyiz. “Her gördüğünü Hızır bil!” denildiği gibi “Her insanın rüyası da bir Yusuf rüyasıdır.” demek de mümkün, dikkatini sadece Allah’a odaklamış Müslüman metafizikçilerin perspektifiyle! O zaman şu soruyu sormamız lazım: Yusuf’un yaşadığını “en iyi hikâye” hâline getiren nedir? Bir rüyanın merkezinde gelişen bir hayat niçin “en güzel” hikâye olsun? Niçin Yusuf’un hikâyesini anlatmaya değer buluyoruz da başka birinin hikâyesini o kadar değerli bulmuyoruz?

    Öyle görünüyor ki bu sorunun cevabı rüyanın kendisinde değil, tabirinde saklıdır. Hz. Yusuf herhangi bir insan gibi bir rüya gördü, sonra o rüyada sembollerde temessül eden unsurlarıyla bir hayat yaşadı. Bu itibarla hayat ile rüya arasında ayna-görüntü ilişkisi kurulabilir ki, Yusuf’un rüyasının önce hayatını anlatan bir ayna olduğunu düşünebiliriz. Yusuf kendi hayatını aynada-rüyada “kabaca” gördü; fark etti ki Allah onu bir maksat için hazırlamaktadır. Sonra yaşadığı hayat rüyanın aynası hâline gelerek rüyayı aynada tefsir edecekti: sufilerin zevk dedikleri şey! Yusuf’un gördüğü rüya on bir yıldız, güneş ve ayın kendisine “secde” etmesiydi. Burada secdenin zikredilmesinin dinî anlamıyla secde olmadığı aşikardır: çünkü din Allah’tan başkasına secde edilmesine müsaade etmez. Fakat bazen secde “amade kılınmak (teshir)” anlamında kullanılabilir ki kast edilen odur. Demek ki Yusuf’a varlık amade olacak, Yusuf Allah’a halife olacaktı. Babası rüyanın tabirini anlar ve oğluna rüyasını anlatmamasını söyler. Bunun sebebi kardeşlerinin kıskançlık duygusuyla ona zarar verebileceklerini düşünmesiydi. Ancak buradan “rüyayı anlatmamak” şeklinde bir ilke çıkartılabilir. Bu ilke özellikle rüyayla ilgili ortaya çıkan adap bahsinde zikredilir. Rüyada sembolle anlatılan maksat gerçekleşmeye başlar. Bunun için Yusuf hâlden hâle, tavırdan tavra geçer: önce kardeşlerinin ihanetine uğrar. Yüzeysel bakış kıskançlık sorunu olarak anlatır hikâyeyi bize! Ancak gerçekte hadise Yusuf’un bir maksat için “eğitiminin” parçasıydı. Kardeşlerinin ihanetini öğrenecek ki Allah’ın affedici olmasının nasıl bir şey olduğunu kendinden ortaya çıkan “affetme” ahlakıyla idrak edebilsin. Sonra kuyuya atılması gerekecekti. Kuyuya atılmak veya kuyuya düşmek, insanın kemale ulaşma çabasında sürekli geçeceği bir eşiktir. Kuyuya düşen insan orada umudunu yitirmemeyi öğrenecek, o umutla Allah tarafından kurtarılacaktır. Bu sayede sebeplerin bulunmadığı durumda bile Allah’ın fail olduğunu görerek anlayacak, Allah’a olan imanı perçinleşecekti. Sonra pazarlarda köle olarak satılacak, değersizleşecek, itibarını yitirecek ve “ucuza gidecek”, kadrü kıymeti bilinmeyecektir. Yusuf’un hikayesinde en dikkate değer cümlelerden birisi budur: Ucuza satıldı! Güzelliğiyle dillere destan olan Yusuf çok ucuza satıldı ve değeri hiç bilinmedi. Kuran-ı Kerim böyle diyor. Yeryüzünde her insan kadrinin ve kıymetinin bilinmediğini düşünürken Yusuf için söylenen bu cümleye ortak olur. Çünkü kadri ve kıymeti bilinmeyenlerin başında gelir Yusuf Peygamber! Demek ki her rüyanın tabirinde kadrinin bilinmemesi de olacaktır. Bunlar insanın gerçek bir insan olma sürecinde aşmak zorunda olduğu insanlık merhaleleredir. Daha sonra tekrar itibar kazanacak, aşk yaşayacak, iftiraya uğrayacak, hapse düşecek! Hapis Yusuf için bir medrese olacak ve orada beklemeyi, Allah’ı hatırlayarak sabretmeyi öğrenecektir. En nihayetinde uzun süreçlerin sonucunda Hz. Yusuf Allah tarafından insanlara hizmet eden bir mürebbi ve peygamber olarak gönderilecek, insanlara Allah’ın rahmetini -o rahmete ve himayeye şahitlik etmiş bir insan olarak- anlatacaktı. Kendisini kuyuya atan kardeşleri huzuruna geldiğinde onlara söylediği “Sizi azat ettim” sözü insan olmanın en önemli gereklerinden birisi olan affediciliği anlatır.

    Binaenaleyh Hz. Yusuf’un gördüğü rüya sıradan bir rüya idi: fakat bu tabir o rüyayı “hikayelerin en güzeli” haline getirecekti. Bu itibarla dini düşünce dikkatimizi rüyaya değil tabire çeker. Tabir insanın hayatın anlamını idrak etmesidir. Yusuf bunun bir örneğiydi ve gördüğü rüya ulaştığı kemalle tabir edilmiş oldu. Hz. Yusuf babasıyla karşılaşınca şöyle der: “İşte babacığım! Gördüğüm rüyanın hakikati buydu. Rabbim onu hak çıkardı.” Hz. Yusuf kendisi için bir rüya görmüş, kendi hayatıyla da rüyanın tabirini öğrenmişti (bireysel). Hz. Peygamber ise buradan evrensel ilke çıkartarak bütün insanlık için bir tespit ortaya koyar: “Bütün insanlar uykudadır/rüyadadır, öldüklerinde uyanırlar.” Ölüm rüyanın nihai ve kaçınılmaz tabiridir. Çünkü tabir, ubur etmek, yani bir yerden aşka bir yere geçmek demektir. Rüyanın tabiri onda bulunan “sembol”den sembolün temsil ettiği manaya geçmek demektir. Hayat bir rüya ise bunun da bir anlamı olacaktır ve bundan veya görünen anlamdan hakiki anlama geçmek ise hayatı tabir etmek ve anlamak demektir. Ölümle birlikte insan yeryüzündeki hayatının nihai bir hayat olmadığını buranın ancak bir köprü olduğunu idrak eder. Bu durumda tabir, insanın nihai gerçeklikle yüzleşmesidir. Dinin maksadı ise ölmeden önce tabiri bulmaktır. Bunun için Hz. Peygamber dinin hedefini “ölmeden önce ölmek” yani yaşarken hayatın maksadını idrak etmek olarak ifade etmiştir. Hz. Yusuf ölmeden önce hayatın anlamını, yani gördüğü rüyanın tabirini bilen kişiydi; bu nedenle hayatı en güzel hayat, hikâyesi en iyi hikâye oldu. İslam bir şeyin iyi ve güzel olmasını Allah ile irtibatlandırırarak ortaya koyar. Allah’a varmayan bir tabir gerçek tabir olamayacağı gibi O’na ulaşmayan her iş “ebter” yani neticesiz kalacaktır. Bu durumda ister rüya diyelim ister başka bir şey diyelim, hakikate ulaşmak, Allah’a varmakla ortaya çıkacaktır. Hayatın anlamı Allah’tır. Bu noktada din ile metafizik düşünce -araçları farklı olsa bile- aynı dili kullanır: Metafizik insanı mağaradan çıkartarak gerçekle yüzleştirmek isterken din insanın içindeki ve dışındaki sonsuz “mağara yaratma yeteneğini” keşf ederek onu her durumda hakikat ile yüzleşmeye sevk eder. Muhasebe-i nefs, yani insanın kendisini sürekli kritik etmesi bu demektir. Burada hayal ve rüya etkisinden kurtulmamız gereken şeyler hâline gelir. Başka bir anlatımla din, bu durumda, hayali hakikatin önündeki bir engel ve perde olarak kabul eder. Din bunun için gerekli araçlardan söz eder; fakat Allah’a ulaşmanın ve rüyanın tabirinin neticesi ise ahlaki bir hayattır. Çünkü ahlakın önündeki en büyük engel olan korkular ortadan kalkmış, insan ebedî bir hayatın sükuneti –iman- ve dinginliği –itminan- içinde rüyanın tabirini bulmuştur.