Bir Ahlak ve Marifet Yöntemi Olarak Tasavvuf: Tevhit İlkesi ve Sufiler
Ekrem Demirli

  • Sabah Ülkesi - Cover
  • Sür çıkar ağyarı dilden ta tecelli ede Hak
    Padişah konmaz saraya hane mamur olmadan!

    Bir şeyin ne olduğunu anlayabilmek, onun için bize söylenen üzerinde düşünmekle tamamlanacak bir süreç değildir; söylenenin kime karşı söylendiğini dikkate alarak “muhalif” üzerinde düşünmek, bir şeyi anlayabilmenin olmazsa olmazıdır. Karşıtlar birbirlerinin tariflerini tamamlamadaki katkılarıyla birbirlerine hizmet ederler. İslam düşünce-bilim geleneğinde karşıtlık meselesi “muhalif” kavramıyla anlatılır. Bir cümlenin/kavramın muhalifini bulmak, düşünme sürecinin takip etmesi gereken zorunlu bir istikamet sayılır. Bunu tarifi tanımında söylenen “efradı cami ve ağyarı mani” niteliğinde “efradın ağyara ihtiyacı” şeklinde formüle etsek, çağdaş yöntemlerde izlerini bulabileceğimiz bir yönteme ulaşırız. Hayat canlı bir organizmadır ve varlıklar arasında bir irtibat olduğu gibi düşünceler, kelimeler ve kavramlar arasında da irtibat vardır: daha doğrusu kelimeler, varlıklar arasındaki irtibatı söz dünyasına taşıyarak bize gösterirler. Bir meseleyi ele alırken onun kime karşı ve hangi süreçte şekillendiğini dikkate almadığımızda ya o konuyu anlamıyor ya da yüzeysel bir idrakle yetinmek zorunda kalıyoruz. Düşünceyi “karşılaştırma yöntemine” dayandırmak, aynı anda iki konuyu anlamayı sağlamaz; bir şeyi anlayabilmek için ötekine muhtaç olmamızdan kaynaklanır karşılaştırma!

    Biruni ünlü eseri Tahkik Ma-li’l-Hind’de Yahudilik, Hristiyanlık ve İslam’ı karşılaştırmak üzere şöyle demiştir: “Hristiyanlıkta her şeyin temelinde teslis vardır. Yahudilikte sebt, İslam’da ise tevhit vardır.” Bu cümle her üç dini ana ilkeleri üzerinden ele alan son derece iyi tahlile işaret eden bir cümledir. Vakıa her üç din için bir tarif yapmak gerekse varabileceğimiz tarif bunlardır: Hristiyanlık ana meselesi teslis olan bir din iken Yahudilik’te bu sabat veya seçilmişlik ilkesidir. Buna mukabil İslam’da ise tevhittir. Her birindeki bahisler doğrudan veya dolaylı olmak üzere üç konuyla irtibatlıdır. Mesela İslam’daki bütün bilimlerin doğrudan veya dolaylı maksadı tevhit ilkesi olduğu kadar herhangi bir bilimi “İslamî” kılan şey de onun ana umdesini teşkil eden tevhittir. Bu ilkeyi unuttuğumuz ölçüde karşılaştırma başarısız neticeler verecek ve “ağyar” hakkındaki bilgimiz “efradı” anlamanın vasıtası olmak yerine onu da “ağyara” irca etmenin sebebi haline gelecektir. Bu durum çağımızda en çok tasavvufta ortaya çıkan sorunlarda görülür. Tasavvufu yeryüzündeki mistik geleneklerle –dinî veya felsefi- benzer kılan şey, genellikle kullandıkları araç ve yöntemlerdir. Bütün mistik gelenekler az yemek, az uyumak, az konuşmak gibi insanın hayat içindeki etkinliğini azaltan fiilleri bir araç olarak kullanmış, buradan hareketle gelişen başka düşüncelerle nefsi arındırmak istemişlerdir: düşünmek, zikir vs. Bu itibarla “az yemek” veya “dünyayı değersiz görmek” gibi zahidane pratikleri/temayülleri mistiklerin ortak ilkesi kabul edebiliriz. Başka bir anlatımla belirttiğimiz anlamıyla zahitlik mistiklerin üst ilkesidir. Üstelik –mesela- zahitlik sadece dini geleneklerdeki mistiklerin başvurdukları bir ilke de değildir; akılcı mistiklerin de temel yöntemlerinden birisi zahitlik ve onun türlü halleridir. Bu yönüyle mistisizmi bir yöntem, bir dünya görüşü ve bu dünya görüşünün kendisinden ortaya çıktığı ve ona meşruiyet kazandıran bir maksat olarak kabul edersek, pek çok hususta mistikler arasında benzerliklerden söz edebiliriz. Mesela ruh ile beden arasında kurulan karşıtlık ilişkisinde mistikler birbirine benzer. Bedeni ruha üstün tutan bir veya denk sayan bir mistik ekol yoktur. Yeryüzündeki bütün mistikleri insan ruhunun “başka bir yerden” bedene konuk geldiğini ve sonra başka bir yere varacağını düşünmede hemfikirdir. Gelinen yer, gidilecek yer ve oradaki durum hakkında görüş birliğinin olup olmaması bu durumu değiştirmez: herkes için insan “yeryüzüne yabancıdır ve yeryüzünde misafirdir.” Mistikler ıstıraptan konuşurken, özlemekten, gitmekten, terk etmekten vs. söz ederken de birbirine benzer. Bunlar araç ve yöntemlerdeki benzerliklerdir. Öte yandan maksadı anlatmak için kullanılan kavramlara da benzerlikler ortaya çıkar. Pek çok mistik riyazet sonucunda varılan yeri fena veya o anlamda nirvana, ebedi saadet, kemal, mutlak dinginlik, sükut gibi birbirine yakın anlamdaki kavramlarla anlatmıştır. Öte yandan maksadı anlatmada başarısızlıktan ve “dilin” yetersizliğinden de sıkça söz edilmiştir. “Ben maksadı tam olarak ifade edebildim.” diyen mistik pek duyulmamıştır. Herkes mevcut dilin ve insanlık durumunun maksadı buradan anlamaya elverişli olmadığını söylemiştir; bu nedenle bütün mistiklerde kullanılan dilin yetersizliğini anlatmak üzere benzetmelerle örülmüş şiirsel ve sembolik bir dil gözlemlenir. Binaenaleyh mistikler üst başlığı altında toplayacağımız farklı zaman ve mekanlarda yaşamış insanlar yöntemde, yöntemi meşru kılan dünya görüşünde ve onun dayandığı nihai maksatta hemfikir olabilir ve birbirine benzeyen kavramlarla bu maksadı anlatılabilirler. Soru şudur: Böyle bir durumda mistik gelenekler birbirine irca edilebilir mi ve bir mistik gelenekten söz edilebilir mi? Her şeyden önce şunu belirtmek gerekir ki bilhassa felsefenin katı ve sistematik yapısı ile dinin “şeriatı” arasında daralan insanlar mistisizmi “özgür” ve “sahipsiz” bir alan olarak kabul ederek özgür alandaki birlikten söz etmekten haz alırlar. İnsanları ayrıştıran şey katı yapılardır ve bu yapının dinde veya felsefi düşüncelerde olması birdir: Her halükarda katı yapılar içlerinde bir kibir ve baskıcılık taşıyarak insanı insan olmaktan uzaklaştırırlar; insan ancak “kendisi olduğu” zaman veya kendi kalbini dinlediğinde insan olabilecektir. Mistisizm böyle insanlar için “beşeri atmosferden çıkıp ilahi strosferde buluşma” imkanı sağlayan bir yeri aramaktır. Çağımızda mistisizme yönelik ilginin en önemli amillerinden birisi bu “arayıştır”. Bütünü hakkında konuşmamıza gerek yoktur: Tasavvuf söz konusu olduğunda ve bir insan tasavvufu da bu “özgür alana” dahil etmek istediğinde söylenmesi gereken şudur: Bir insan hakikati göz ardı etmeden tasavvufu böyle bir özgür alana katamaz. Çünkü tasavvuf bütün bu şekilsel benzerliklere rağmen kendi tarifine sahip bir hareketin adıdır. Başka bir anlatımla onun “efradını cami ve ağyarını mani” bir tarifi vardır. Üstelik bu tarif bütün bu benzerliklere -ki benzerlikler akla gelemeyecek kadar fazla olabilir- tasavvufu ayrıştıracak ve onu “İslam tasavvufu” kılabilecek kadar açık ve müdelleldir. O zaman sorumuzu tekrar şöyle inşa etmek gerekir: Acaba yapısal olarak yeryüzündeki herhangi bir mistik gelenekle bir ve benzer sayabileceğimiz tasavvufu ayrıştıran ana unsur nedir? Bunu bütün bir sistem için sorabileceğimiz gibi en basit unsuru, içinde kullandığı bir yöntemi –hatta zikir için kullandığı tespihe varana kadar- için de sorabiliriz. Mesela şu soru çok anlamlıdır ve cevabı mümkün bir sorudur: Nirvana ile fena yapısal benzerliklerine rağmen nasıl ayrışır? Maksatla ilgili terimlerde tasavvufu ötekinden ayrıştıran nedir? Hiç kuşkusuz bunun tek ve doğru cevabı vardır: tevhit ilkesi! Tasavvufu tasavvuf kılan şey, kullandığı araç ve gereçler, maksadını anlatmak üzere seçtiği terimler vs. değildir: onu “tasavvuf” ve bu nedenle “İslamî” kılan yegane şey, maksadının ve varlık sebebinin tevhit olmasıdır. Tevhit diye bir mesele olmasaydı tasavvuf olmazdı. Ancak en az bunun kadar önemli bir husus da şudur: Tevhit dille söylenmiş olmakla –Allah birdir- tamamlansaydı, tasavvuf diye bir şey de olmazdı. Müslümanların bir kısmının tasavvufu gereksiz saymasının sebebi böyle bir tevhit algısıdır. Binaenaleyh ana mesele tevhittir. Bu nedenle sufiler kendilerini “ehl-i tevhit” olarak kabul ederler: tasavvuf baştan sona kadar bir tevhit arayışıdır ve bütün sufilerin çabası gerçek anlamda tevhit ehli olmaktan başka bir şey değildir.

    Öyle görünüyor ki, müslümanların genelince tevhit, bir soruna veya tartışmaya yol açmayacak kadar basit ve anlaşılır bir kavram kabul edilmiştir. Vakıa tevhit sayısal bir kavram ise Allah’ın “bir” olduğunu söylemek son derece basit bir şeydir; her insan güçlük çekmeden bunu söyleyebilir-anlayabilir! Ancak meselenin özüne doğru girildikçe bu basit işin ne derece çetin bir iş olduğunu ve neredeyse “imkansız” bir işle karşı karşıya olduğumuzu fark ederiz. Sufiler tevhidi idrakin basit bir mesele olmadığını ilk hatırlay(t)an kimseler olmakla Müslümanlara önemli bir ufuk getirdiler. Bu yönüyle sufilerin ilk fark ettikleri şey, ahlaki bir hayat ile tevhidi idrakin vazgeçilmez irtibatıdır. Mesele sadece bilgiyle ilgili değildi, insanın insan olmasıyla tevhidi idrak etmesi birbirine bağlı iki süreç idi. Sufiler ahlak ile tevhidi anlamak arasındaki irtibatı kurarak tevhit meselesini hallolmuş bir mesele olmaktan çıkardılar; daha doğrusu tevhidin hallolmuş bir mesele olarak zikredilmediğini gösterdiler. Halbuki müslümanların önemli bir kısmı için insan iman eder, tevhidi kabul eder, sonra da ona göre amel eder, ahlaklanır; artık buradaki mesele imana göre yaşayıp yaşamamak meselesi olmaktan öteye geçmez. Sufiler ise böyle düşünmediler: Onlar için insan önce kabul eder, sonra ona göre yaşar ve ahlaklanır, sonra onu yeniden kabul eder. Tevhidin birinci kabulü amel ve ahlaktan sonra ortaya çıkan ikinci kabul arasında hayat ile ölüm arasındaki gibi bir fark görmüşlerdir: birincisi çölde serap görmek iken ikincisi suya kavuşmak ve kanmaktır. Tevhidi idrak sürecini zevk, şirb (içmek), yemek, itminan gibi yemek-içmekle ilgili kavramlarla anlatmalarının sebebi budur.

    Dedik ki, sufiler dikkatlerini tevhit ile ahlak arasındaki irtibata çekerek müslümanlara tevhidin mahiyetini yeniden hatırlattılar. Sufilerin ahlak anlayışı da tevhidi anlama sürecinde nefsin terbiyesinden ibarettir. Bu nedenle sufilerin ele aldıkları hemen her bahis, doğrudan tevhit ile alakalı olduğu kadar tevhide götüren bir mesele olarak ele alınmıştır. Aslında Müslümanlar arasında ortaya çıkan tartışmalar da tevhit ve onunla ilgili meselelerdi. Müminin kim olduğu, iman ve amel arasındaki irtibat gibi sorunlar tevhitle ilgili meselelerdi. Hariciler Allah’tan başka birinin hüküm vermesini tevhide aykırı sayarak ilk tartışmaları başlatmışlardı. Mutezile ise kendisine zaten ehl-i tevhit adını vermiş, bütün düşüncelerini tevhit ilkesine dayandırmak istemişti. Onlar da Hariciler gibi iman-amel meselesini ele almış, daha sonra ilahî sıfatlar bahsini temel bir tevhit sorunu olarak görmüş, taaddüt-i kudema (kadimlerin çokluğu) fikrini reddetmek üzere ilahî sıfatları reddetmiş, dini düşünceyi tevhit ilkesi üzerine kurmuştu. Ehl-i sünnet ile Mutezile arasında veya öteki mezhepler arasında çıkar tartışmaların büyük kısmı doğrudan tevhit ilkesiyle ilgiliydi. Demek ki, tevhit ilkesi kolay anlaşılabilir gözükse bile fiilen öyle değildi: bütün kelam tartışmalarının kökeninde bu sorun vardır. İslam’da tevhit mücadelesinin önce müşriklere karşı verildiğini hatırlarsak, tevhit öncelikle politeizmin reddedilmesi olarak düşünülür. İslam’ın yeryüzüne yayılma sürecinde, tevhidin muhatapları daha doğrusu “muhalifleri” sürekli değişti. Tevhit ilkesi İran’da düalist varlık anlayışına karşı “hayrın ve şerrin kaynağı birdir” ilkesini savunmak haline geldi; felsefe ile karşılaştığında ve deistler söz konusu olunca “tikelleri bilen ve âlemle doğrudan irtibatı olan Allah ahlayışını savunmak” tevhit mücadelesinin ana umdesi haline geldi. Hristiyanların teslisine karşı başka bir anlam kazanan tevhit Yahudilerin seçilmişlik anlayışına dayalı kibirli din anlayışlarına karşı insan acizliğini –topraktan yaratılmışlıkta eşitlik ilkesi- esas alan bir yorumla ortaya çıktı. Her halükarda tevhit ilkesi özünde bir olmakla tezahürleri itibarıyla sürekli farklılık arz eden ve yeni boyutlar ve görünümler kazanan bir süreçte Müslüman hayatın taşıyıcı kavramı olmasını sürdürdü.

    Nazari düşüncenin gelişimiyle birlikte Müslümanlar zamanla şunu öğrendiler: Allah’a “bir” derken dile getirdiğimiz tevhit, sayısal bir mesele değildir ve temel sorunu politeist inançlara karşı Tanrı’nın bir (sayısal) olduğunu savunmak olamaz. Tevhit bir kemal ve yeterlilik meselesidir: zaten insanların farklı inançlara yönelmelerinin sebebi de bazen irtibat kurmadaki yetersizlik veya bizzat kendisindeki yetersizlikle ilgili vehimlerdir. Tevhit -bir olan değil- yeterli ve tam olan bir Allah’a iman etmek demektir. “Allah birdir” demek uluhiyetin sahip olması gereken niteliklerde tam ve yeterli olması demektir. Bu durumda mesele uluhiyetin içeriğini anlamada ortaya çıkar. Uluhiyet ilahî isimler ve niteliklerle anlatılan Tanrı’nın alemle irtibatıdır. Bu irtibat çok yönlü bir irtibattır ve “tamlığı” esas alan tevhit yorumunda âlemdeki her bir fiil Tanrı’ya dayandırılır. Âlemde Allah’a ait olmayan bir fiil veya varlık ortaya çıkamaz: genel düstur budur! Allah yaratandır, varlık verendir, rahmetin ve bilginin kaynağıdır, rızık verendir, öldürendir, hayat verendir. Bütün bunları tevhit ilkesi içinde nasıl değerlendireceğiz? Burada iki temel mesele ortaya çıkar: Birincisi âlemde nedensellik vardır ve biz fiilleri nedenlerden ortaya çıkmışken görürüz. Acaba fiili nedene mi bağlayacağız, yoksa Tanrı’ya mı? Bu durumda tevhidi idrak meselelerinden birisi nedensellik ile tevhidin irtibatının kurulmasıdır. Sufilerin tevekkül başta olmak üzere pek çok husustaki görüşleri ve buna ulaşmada kullandıkları riyazet ve mücahede yöntemleri nedenselliği bir engel haline getirmeden tevhidi idrak maksadı taşır. Başka bir ifadeyle tevekkül, nedensellik ile Tanrı’nın fail olması bahsi arasındaki irtibatta, nedenselliği reddeden bir tevhit anlayışının istilzam ettiği bir ahlak ilkesidir; öteki bütün ahlak umdelerini de böyle değerlendirebiliriz. İkincisi ise insanın bir özne olarak varlığıyla Tanrı’nın fiilinin varlığı arasındaki çelişkidir. Sufiler Tanrı’nın fiilinin tam ve yeterli olarak zuhur etmesinin-idrak önündeki “perde” âlemdeki nedensellik ve insanın özne sayıldığı dünyadır. Sufiler ancak ahlaki bir yetkinleşmeyle bu perdenin aşılabileceğini ve “eşyanın olduğu hal üzere” görülebileceğini savunmuşlardır. Bunun için kullandıkları araç ve gereçler tek bir maksada ulaştıracaktır: Varlığında, niteliklerinde ve âlemde ortaya çıkan bütün fiillerinde Allah’ın tam ve yeterli olduğunu idrak edebilmek! Tevhidi kabul etmek bunu anlamak demektir.

    O halde tasavvufu tasavvuf kılan şey, bu ilkeye bağlılığıdır. Bu ilkeye bağlılık tasavvufu aynı zamanda öteki din bilimlerine de bağlar. Çünkü hepsinin gayesi ortaktır ve bu gaye tevhitten ibarettir. Tasavvuf ve mistik gelenekler üzerinde konuşurken gözden kaçırılan en büyük mesele budur.