Protagoras haklı mıydı yahut fizik ve felsefedeki çağdaş gelişmeler itibariyle insan her şeyin ölçüsü mü?

Ahmet Ayhan Çitil

  • Sabah Ülkesi - Cover
  • Milattan önce yaklaşık 490 – 420 yılları arasında yaşadığı düşünülen Protagoras’tan geriye çok az söz ve alıntı kalmıştır. Yaşamı hakkında bilinenler de sınırlıdır. Elimizdeki verilerden hareketle kendisinin savunduğu bazı temel tezler bulunduğunu söyleyebiliyoruz. Protagoras’ın, verdiği derslerde, öncelikle sözcüklerin doğru kullanımını savunduğu ve bu konunun üzerinde hassasiyetle durduğu rivayet ediliyor. Bu itibarla kendisinin dilbilimin öncüleri arasında yer aldığı da düşünülüyor. Ama kendisini bugün anmamıza vesile olan bu görüşleri değil. Birbiriyle ilintili olarak öne sürdüğü ve aşağıdaki iki alıntıda öne çıkan iki farklı tez: görecelik (İng. relativism) ve bilinemezcilik (İng. agnosticism) tezleri.

    “İnsan her şeyin ölçüsüdür, var olanların varlıklarının ve var olmayanların yokluklarının.” (DK80b11)

    “Tanrılar hakkında bir tespitte bulunamam; ne varlıkları ne yoklukları ne de nasıl bir biçime sahip oldukları hakkında; zira bu konuda bilgiye ulaşmayı engelleyen şeyler var: sorunun müphemliği ve insan ömrünün kısalığı.”(DK80b4)

    Bu tezlerden ilki herhangi bir şeyin var olup olmamasının ya da belli bir yükleme sahip olup olmamasının insanlara bağlı olduğu, ikincisi ise insanların gerçeği / gerçekliği kesin olarak bilemeyecekleri ya da gerçekliğin tamamı hakkında evrensel veya zorunlu yargılar öne süremeyecekleri biçiminde yorumlanıyor. İlk tez itibariyle tüm yargılarımız öznel olmak ve öznel kalmak durumunda. Bir başka deyişle, nesnel yargılara veya yargılarımızı dayandıracağımız nesnel bir zemine sahip değiliz. İkinci tez itibariyle ise, bilgimizin mutlak ve nihai olması söz konusu değil.

    Protagoras’ın adını taşıyan diyaloğunda Platon ve Metafizik adlı eserinin dördüncü kitabında Aristoteles Protagoras’ın bu görüşlerini karşılarına alıp eleştiriyorlar. Protagoras’ın savunduğunun (savunduğunu düşündüklerinin) aksine nesnel anlamda yargıların mümkün olduğunu göstermeye çalışıyorlar. Bunu yaparken de Protagoras’ın söz konusu görecelik tezinin, bilginin esasen duyumlara dayandığı öncülüne dayandığını, düşünsel olanı, düşünsel olanın kalıcılığını veya düşünsel olanın yasalarını (çelişmezlik ilkesi gibi mantık yasalarını) görmezden geldiğini öne sürüyorlar. Onların görüşüne göre Protagoras “İnsan her şeyin ölçüsüdür” derken, bir mekânın sıcaklığına ilişkin algının kişiden kişiye değişiklik göstermesi gibi örneklerden hareket ediyor. İki farklı kişinin aynı ortamla ilgili “Burası sıcaktır” ve “Burası sıcak değildir” gibi iki yargı öne sürebileceklerini ya da bir kişinin belirli bir nesnenin önce sıcak, sonra soğuk olmasından hareketle “Bu nesne sıcaktır” ve “Bu nesne soğuktur” gibi iki farklı yargı öne sürebileceğini, her iki durumda da söz konusu yargıların doğru olacağını ve bu yargıların öznelliğinin aşılamayacağını düşünüyor. Buna karşılık nesnel anlamda bilginin mümkün olduğunu savunmaya çalışan Platon ve Aristoteles ise bir yargıdaki yüklemlemenin (İng. predication) düşünülürler (Yun. noeta) arasında kurulduğunu, söz konusu düşünülürlerin varlığının öznel olmadığını, söz konusu düşünülürlere ilişkin bilginin de kişiden kişiye değişmediğini öne sürüyorlar. Çelişmezlik ilkesinde ifade edildiği gibi herhangi bir şeyin bir ve aynı yükleme aynı anda ve aynı bakımdan hem sahip olması ve hem de olmamasının olanaksız olduğu fikrinden hareketle doğru ve yanlış önermeler arasında bir ayrımın yapılabileceğini savunuyorlar.

    Platon ve Aristoteles’e göre (aralarındaki metafiziksel bakış açısı farklıkları bir kenara bırakılırsa) düşünce (yargı) bize şeyleri kendinde bir varlığa sahip olarak sunuyor. Varolanlar değişim içerisinde kendileriyle aynı kalacak biçimde düşünülebiliyorlar. Bu itibarla da onlar hakkında öznel çağrışımları aşan nesnel yargılar verebilmek mümkün. Ayaklarını bu nesnel zemine basabildiklerini düşünen bu iki düşünürün gerçekliğin bütünü hakkında bilgi sahibi olabileceğimizi düşündüklerini ve bu itibarla da Batı metafiziğinin kurucusu konumunda olduklarını biliyoruz. Bir bakıma nesnel yargıların imkânından gerçekliği kuşatan mutlak bilginin imkânına bir geçiş yapılabileceği fikri Protagoras (ve ona benzer) fikirleri savunan düşünürlere karşı geliştirilmiş gibi görünüyor.

    Öte yandan bugün biz özellikle Alman felsefecisi Immanuel Kant’ın böyle bir metafiziğin imkân dâhilinde olmadığını oldukça etkili bir biçimde savunduğu Kritik projesinin sonrasında yaşıyoruz. Gerçekliğe ilişkin mutlak bir bilgiyi amaçlayan bir metafiziğin imkân dâhilinde olmadığını düşünme eğilimindeyiz. Bir başka deyişle Protagoras’ın bilinemezcilik tezinin güç kazandığı bir dönemin insanlarıyız. Ancak Kant’ın, her ne kadar böyle bir metafiziği eleştirse de, bilimsel bilginin mümkün olduğunu düşündüğünü, yani nesnel yargıların mümkün olduğunu savunduğunu da biliyoruz. Bir bakıma Kant bize, mutlak anlamda bilgi mümkün olmasa da nesnel anlamda bilgi mümkündür demiş oluyor. Klasik fiziğin evrensel ve zorunlu bir zemini olduğunu ortaya koymaya çalışıyor.

    Kant’ın yaklaşımını şöyle özetleyebiliriz: Mantıksal doğruluğa ilişkin tespitlerden (Platon ve Aristoteles’in ve felsefe tarihindeki pek çok diğer metafizikçinin söylediğinin aksine) varlık hakkındaki tespitlere geçiş yapmak mümkün değildir. Örneğin “Düşünülürler (numenler) vardır ya da düşünülürlerin mutlak bir bütünlüğü vardır” diyemeyiz. Buna rağmen teorik fizik mümkündür diyebiliriz çünkü tecrübenin evrensel bir zemini olduğunu öne sürebiliriz. Söz konusu evrensel bilgi ise kendinde oldukları haliyle şeylere uzanamaz, fenomenlerle sınırlı olmak durumundadır.

    Bir başka deyişle, Kant’ın temel eseri Saf Aklın Eleştirisi’nde varlığı tamamlanmış ve mutlak kabul eden görüşlerin bir reddiyesini sunduğunu söyleyebiliriz. Ona göre düşünülürlerle özdeş kabul edilen kendinde bir varlık alanı bulunduğu ve bu alana ilişkin mutlak bilgi sahibi olabileceğimiz fikirleri kabul edilemez. Eğer mutlak bir varlık alanından söz edilemiyorsa, Tanrı, Evren ve Ruh gibi terimler üzerinde yüzyıllardır sürdürülen metafizik tartışmalarının da bir yanılsama içeriyor olması gerekir. “Kritik” projesinin amacı, bu itibarla, insan aklının neyi bilebileceğinin açığa çıkarılması suretiyle neyi bilemeyeceğinin ortaya konulmasıdır. Felsefi faaliyetin en temel bir amacı dilden ve mantıktan hareketle varlık hakkında hükümler verilebileceği zannıyla kaim olan bir yanılsamadan insanın kendisini kurtarmasıdır. Söz konusu yanılsamanın ortaya çıkmasının nedeni, aklın kendi sınırları içerisinde bilebileceğinin tespit edilmemiş olmasıdır. İnsan bilgisi ancak fenomenal olanla sınırlıdır. Söz konusu bu fenomenal alana ilişkin olarak evrensel ve zorunlu bir bilgiden söz edilebilir. Bu bilgiler Kant’ın Birinci Kritik içerisinde göstermeye çalıştığı gibi sentetik ve a priori yargılara dayanır. Sentetik a priori yargılar matematiğin ve fiziğin evrensel ve zorunlu olmasının zeminini teşkil ederler.

    Kant’ın tüm bu görüşleri ampirik bilimler için bize ne sunmaktadır? Gerek gündelik dil içerisinde gerekse bilimsel araştırmalar kapsamında gerçekleştirdiğimiz tasniflerin ve bu tasniflerin zemininde yer alan bilimlerin sınıflandırılmasının zemini hakkında ne söylenebilir? Kant Yargı Gücünün Eleştirisi adlı eserinde bu soruna yönelir. Bu eserin teleolojik yargılarla ilgili bölümünde özcülüğe izin vermeyen mekanik fizik anlayışı ile sürekli yapageldiğimiz ampirik tasnifleri (varolanları cinslere ve türlere bölmemizi) tutarlı bir biçimde bir araya getirmeyi dener. Kant’ın çözümü, fiziğin nesnel olarak geçerli olduğu ve söz konusu tasniflerin yargıgücünün (Alm. Urteilskraft) öznel bir ilkesinden kaynaklandığı düşüncelerine dayanmaktadır. Yargıgücü kendisine verdiği öznel bir kurala (gaye; Yun. telos) göre varolanlara sanki teleolojik bir düzenlenişe uygunmuşlarcasına yaklaşmakta, fiziğin yasaları evrensel geçerliliğe sahip olduğu ve doğa belli bir düzene sahip olduğu içinde aradığı düzenliliği varolanlarda bulmaktadır. Söz konusu tasnif zaman içerisinde değişebilmekte, daha genel ve daha kapsayıcı tasnifler yapılabilmektedir. Ancak fizik yasaları nesnel ve evrensel olduğu için bilimsel çalışmaların ilerlemesinden ve nesnelliğe yakınsamamızdan söz edebiliriz. Bir başka deyişle Kant’ın ortaya koyduğu bu düşünüş biçiminin bilimlerin ilerlemesi fikrini beraberinde getirmektedir. Nesnel bir fiziğin ufkunu çizdiği bir mekânda bilimler öznel sınıflandırmalar üzerinden ilerlemektedirler.

    Sonuç olarak Kant’ın Protagoras’ın savlarının ikincisini (bilinemezcilik) kabul edip ilkini (görecelik) reddetme yoluna gittiğini söyleyebiliriz: İnsan her şeyin ölçüsüdür ama onun da uyduğu evrensel ölçüler vardır; ancak bu ölçüler bize fenomenal olanla sınırlı bir bilme imkânı sunar.

    Gel gelelim, son iki yüzyılda Kant’ın kurmaya çalıştığı bu evrensel zemin ciddi anlamda aşınmıştır. Bugün Kant’ın matematiğin ve fiziğin zemininde sentetik a priori yargılar olduğu düşüncesi çok savunulabilir bulunmuyor. Bu durumda tecrübemiz hakkında evrensel ve zorunlu yargılar verebileceğimiz fikri de ampirik bilimlerin nesnel yargılar ürettiği ve teorik fiziğin tasvir ettiği nesnel bir gerçekliğe yakınsadığı fikirleri de ağır bir yara almış oluyor. Bu düşünüş tarzı bizi Protagoras’ın görecelik tezine biraz daha yakınlaştırmış oluyor mu?

    Önce konuyu klasik fizik bakımından ele alalım. Kant’ın klasik fiziğin paradigması olarak aldığı Newton Mekaniğinin Einstein’ın Görelilik Mekaniği tarafından aşıldığını biliyoruz. Ancak bu aşma Protagoras’ın geri döndüğü veya haklı çıktığı iddiası için bir dayanak teşkil etmiyor. Çünkü görelilik kuramı – kuramın adı bazılarını yanıltabiliyor – bilginin göreli olduğunu değil, tüm referans çerçeveleri göreli olsa da fizik yasalarının bir ve aynı nesnel gerçekliği tasvir ettiğini öne sürüyor. Dolayısıyla, her ne kadar Kantçı çerçevenin dayandığı klasik mekanik aşılmış olsa da klasik fiziğin sınırları içerisinde nesnellik iddiasının sürdüğünü görüyoruz.

    Tüm bu tartışmalarda asıl sorun kuantum fiziği ile birlikte ortaya çıkıyor. Kuantum fiziği denilince akla “gözlem yoluyla dalga paketinin indirgenmesi2”, “Heisenberg Belirsizlik İlkesi3”, “kuantum dolanıklığı4”, (…) gibi çetrefilli pek ok konu geliyor. Tüm bu konular, kuantum mekaniğinin klasik yorumunda (Kopenhag yorumu) öne sürüldüğü gibi, kendinde olduğu haliyle parçacıkların halleri hakkında bilgi sahibi olamayacağımız ve gerçekçi (söz konusu parçacıklara gözlemden bağımsız bir gerçeklik atfeden) bir fiziğin yapılmasının mümkün olmadığı savlarını beraberinde getiriyor. İşte tamda bu noktada bazıları çıkıp “var olanın varlığının veya var olmayanın yokluğunun gözleme ve gözlemi yapan insana bağımlı olduğunu”, yani Protagoras’ın haklı çıktığını öne sürebiliyorlar. Burada gözlemi bir tür ölçme olarak alırsak insan sanki ölçerek, ölçme yaparak bir şeyin varlığa gelmesi konusunda belirleyici bir konuma yükselmiş gibi görünüyor. Burada söz konusu edilen ölçme gerçekten böyle mi anlaşılmalı?

    Tam da bu noktada Heidegger’in, Protagoras’ın sözünü ettiğimiz görecelik tezinde geçen “ölçü” teriminin, modern düşünce bağlamında, bir tür ölçmeyle ilişkilendirilerek anlaşılmaması gerektiği uyarısını hatırlatmakta yarar görüyoruz. Heidegger, Nietzsche üzerine yazdığı şerhinin ikinci cildinde Protagoras’ın görüşlerini ele alırken “ölçü”nün modern bir perspektiften yorumlanmaması gerektiğini öne sürüyor. Heidegger’e göre Protagoras’ın tezi, insanın kendi ufku dâhilinde olanı bilebileceği ve nesnel ya da mutlak bir bilgiye sahip olamayacağı biçiminde okunmalı. Bu itibarla Protagoras’ın tezinin kapsamı kuantum fiziği bağlamında ele alındığından daha geniş olmak durumunda5.

    Gerek felsefi tartışmaların gerekse kuantum mekaniğinin klasik yorumunun (ve diğer bazı fantastik yorumlarının) Protagoras’ı destekler gözüktüğü ve 20. Yüzyılın ikinci yarısında göreceliği besleyen bir hava estirdiği, bu havanın bilim felsefesi başta olmak üzere sosyal bilimleri de etkilediği söylenebilir. Öte yandan son birkaç on yılda gelişen bir karşı dalgadan söz etmezsek sunmaya çalıştığımız resmin eksik kalacağını düşünüyoruz.

    Öncelikle 19. yüzyılın sonlarından günümüze kadar geçen sürede mantık alanında yaşanan gelişmeler beraberinde yeni bir metafizik getiriyor gözükmektedir. Metafiziğin (var olanların varlıksal statüsü, özne olabilmenin imkânı, çelişkilerin gerçekten var olup olamayacağı, (…) gibi) klasik konuları hakkında gittikçe artan sayıda felsefeci çalışmalar yapıyor ve kanıtlamalar öne sürüyor. Bir başka deyişle her ne kadar kendimizi (ufkumuzu) sonlu ve sınırlı olduğumuzu düşünüyor olsak da geliştirdiğimiz mantıklardan hareketle evrensel ve zorunlu savlar öne sürebileceğimizi hala düşünmeye devam ediyoruz. İkinci olarak bilim felsefesinde gerçekçi yaklaşımların veya (özellikle Bayes teoremine dayalı) bilimsel ilerleme kuramlarının gittikçe daha fazla kabul gördüğüne şahit oluyoruz. Son olarak kuantum fiziğinin gerçekçi yaklaşımlarla mezcedilmesinin daha yüksek sesle ifade edildiğini gözlemliyoruz.

    Protagoras’ın ve Antik Yunan felsefesinde öne çıkan diğer bazı düşünürlerin (eğer hepsini tek bir ad altında toplamak mümkünse Sofistlerin) “İnsan her şeyin ölçüsüdür”, “Doğruluk güçlünün işine gelendir”, “Bilgi mümkün değildir”, (… ) gibi savları, belki de hemen her zaman gündemde yer alıyor ve etkili oluyorlar. Öte yandan bu görüşlere karşı “O kadar da değil” diyen birileri de hep var oluyor. Belki de bunun temel nedeni bu görüşlerin kabul görmesinin toplumda güç ilişkilerinin hâkim olmasının yolunu döşemekle ilgili ağır sonuçlarının bulunması.

    Protagoras haklı mıydı? Belki evet. Belki de, o kadar da değil…