Şehir ve Peygamber

Ekrem Demirli

  • Sabah Ülkesi - Cover
  • 13. asrın büyük metafizikçisi Sadreddin Konevî anlattığı bir rüyasında Hz. Peygamber ve şehir ilişkisine etkili bir üslupla dikkatimizi çeker. Bu ilişki öyle güçlü bir vurguyla tebarüz eder ki memleket-i İslâmiyye’nin başkenti olan Bağdat rüyada Hz. Peygamber olarak temessül eder. İslâm nazariyatına kazandırdığı boyutlarla düşünce tarihinde “dönüm noktası” hâline gelmiş bir düşünürün rüyası –kuşkusuz- her zaman okunmaya değerdir. Lakin bu rüya sıradan bir rüya olmanın ötesine geçerek büyük bir düşünürün içtimai sorumluluk anlayışını gösterdiği gibi ümmetin bir vicdanı olduğuna da delalet eden bir şahit olarak görülebilir. Rüyayı kısaca şöyle özetleyebiliriz:

    Konevî Mekke’de bulunduğu bir vakit rüyasında Hz. Peygamber’i görür: “İnsanlar ölmüş olduğunu zannettikleri Hz. Peygamber’e son görevlerini yapmak üzere mübarek bedenini kefenliyor, bir taraftan da kendisini defnetmek üzere taşımaya hazırlanıyorlardı.” Konevî rüyanın devamını şöyle aktarır: “Büyük bir teessür içinde Hz. Peygamber’e yaklaştım, yüzüne baktım, zayıf bir nefes aldığını görünce hemen gayrete geldim ve insanlara ‘Durun, peygamber ölmedi.’ diyerek onları dağıttım, peygamberi defnetmelerine engel oldum.”

    Buraya kadar anlatılanlar duygu yoğunluklu müessir bir rüyayla karşı karşıya olduğumuzu gösterirken rüyayı okuduğumuzda Konevî’nin peygamber muhabbeti hakkında bilgi sahibi olabiliriz. Fakat rüyayı esas anlamlı kılan husus rüyanın tabiridir: Bu tabir sayesinde sadece Konevî’nin hâlet-i rûhiyyesi hakkında bilgi sahibi olmakla kalmayız, aynı zamanda İslâm medeniyetinde şehir-peygamber irtibatı hakkında da bir fikir ediniriz. Konevî şöyle düşünür: Hz. Peygamber’i rüyada ölmüş olarak görmek ve onu defnetmek İslâm aleminde gerçekleşen büyük bir hadisenin remzidir. Konevî dehşet içinde yatağından kalkınca rüyayı gördüğü tarihi kaydeder. Gelen haberler rüyanın görüldüğü tarihin Bağdat’ın Moğollar tarafından işgal edildiği tarih olduğunu ortaya koyar: Bir şehir bir düşü- nürün rüyasında peygamber ile özdeşleşir ve şehrin ölümü peygamberin ölümü olarak ortaya çıkar. İslâm mirasında şehir ile peygamber ilişkisini en iyi vurgulayabileceğimiz noktalardan birisi budur: Şehrin ölümü peygamberin ölümüdür! Çünkü şehri inşa eden odur ve hatta şehir peygamberdir.

    İnsan “düşünen canlı” diye tarif edilmiştir. Bununla birlikte insanı; yaşama tarzı, ihtiyaçları ve hayatta kalabilmek için hemcinslerine muhtaç bir varlık olması hasebiyle betimlerken dile getirilen cümlelerden birisi “İnsan toplumsal canlıdır.” şeklindedir. Çünkü insan kendi kendine yeten bir varlık değildir ve hayatta kalabilmek için başka insanlarla irtibat kurmaya mecburdur. Öyle ki konuşan-düşünen canlı olmasının da lazımlarından birisi bu toplumsallıkta ortaya çıkar. İnsan hemcinsleriyle beraber olmakla “natık” canlı hâline gelebilir. Bu nedenle genellikle “İnsan bittab’ medenîdir.” veya “Cemiyet içinde yaşamaya yatkındır.” denilir. Vahşilik veya ünsiyet kavramları bu çerçevede ele alınarak bir insan resmi ortaya konulur: İnsan hemcinslerinin teşkil ettiği bir cemiyet içinde kalınca medenileşirken, insanların ve cemiyetin uzağında kaldığında “yabani” olur.

    Hiç kuşkusuz şehir ve insan ilişkisi kolay tahlil edilebilecek bir mesele olmadığı gibi bu ilişki hakkında birbiriyle çelişen pek çok teorinin geçmişte ve günü- müzde ortaya çıktığını hatırlamak gerekir. Bu itibarla bu düşünceler, insanı tabiatı gereği medeni kabul eden teorilerden medenileşmenin insanın kendisine ve tabiata yabancılaşması olduğunu savunan teorilere kadar geniş bir yelpazede ifadesini bulabilir. Bununla birlikte bu noktada esas soru “Şehir nedir?” değildir. Esas soru “İnsan kimdir?” ve “İnsanı insan kılan özellik nedir?” sorusudur. Hz. Peygamber ile şehir ilişkisi de bu noktada tebarüz eder. Çünkü biz “İnsan kimdir?” diye sormazsak insanların ihtiyaçlarını gidermek üzere kurdukları toplum hayatıyla ilgili bir açıklama yapabilmemiz söz konusu olamaz. Bu nedenle önce “İnsan kimdir?” sorusu hakkında bir teorimiz olmalıdır. Bu istikamette peygamber de evvelemirde “İnsan kimdir?” sorusunun bir cevabı olarak görülür. Şehir ve peygamber ilişkisi gerçek ve tam bir insan ile öteki insanların ilişkisinden söz etmek anlamına geldiği gibi, ideal bir şehirden söz etmek de kâmil insanın ilkelerini getirdiği/bulduğu bir şehirden söz etmek demektir. Bu sayede insanlar söz konusu ilkeler müvâcehesinde saadete ulaşacak, yetkin bir insan hâline geleceklerdir.

    İslâm filozofları şehirden (medine) söz ederken şehrin idarî yapısıyla birlikte şehrin üzerine kurulu olduğu ve insanları saadete ulaştıracak olan ahlâkî ilkelerden söz ederler. Farabî ünlü eseri Medine-i Fâzıla’da bu mevzu üzerinde durarak metafizik ve medeni ilim ve öteki ilimler arasındaki irtibatları kurar. Burada “medine” bütün bu bilimlerin toplumsal değerlerinin ortaya konulduğu ve bu esaslara göre yaşanılan yoksa bir şehir mi aradılar? Başka bir ifadeyle onların kendisinden kaçındıkları şey, şehrin ve medenî hayatın kendisi mi idi, yoksa Farabî ve İbn Sina’nın “erdemsiz şehir” diye kabul ettiği bir yeri terk ederek gerçek şehri mi aradılar? Bu sorunun cevabı geçmişte olduğu gibi günümüzde de önemini korumaktadır ve İslâm’da insan ve cemiyet ve medeniyet ilişkisini anlamak için belirleyici bir rol oynamaktadır.

    Tasavvufun gelişim seyrine baktığımızda yeni şehrin terk edilmesinin esas itibarıyla gerçek bir şehir arama arayışından veya “kayıp şehri” yeniden keşfetme çabasından ibaret olduğunu görmekteyiz. Zaman içinde değişik âmillerin etkisinde gelişen tasavvuf teorisi bu anlayış üzerinde şekillenmişti. Birkaç nesil içinde sûfî- ler kaçtıkları şehre geri döndüler, yeni bir dinî düşünce geliştirdiler ve şehri ve şehrin değerlerini değiştirmeye çalıştılar. Bu nedenle sûfîlerin şehri terk etmeleri Hz. Peygamber’in Mekke’yi değiştirme mücadelesi veya oradan Medine’ye göç etmesiyle yakından irtibatlıdır. Daha doğrusu sûfîler bu terk ile “hakikat şehrini” aramak için yola düşen kimselerdi. Hz. Peygamber, Allah tarafından “şerefli” kılınan bir mekândan başka bir mekâna göç etmiş, yeni bir şehir inşa etmişti. Bu yeni şehir ahlâkî değerler üzerine kurulu idi ve bütün bu ahlâkî değerler bir insanda temessül ve tahakkuk etmişti. Başka bir anlatımla yeni şehir, Hz. Peygamber’de tam karşılığını bulan ahlâk ilkelerinin hâkim olduğu şehirden ibaretti. Hz. Peygamber “mekârim-i ahlâk” üzere insanı saadete ulaştıracak yeni bir şehir kurdu, daha sonra bu şehir öteki kurulacak bütün şehirlerin modeli hâline geldi. Yeni kurulan şehirlerle “model” şehir arasında çatışmalar çıktığı ölçüde ise Müslü- manlar buna tepki gösterdiler, mevcut olan şehre karşı “ideal” şehri aradılar. Tasavvufun ve belki İslâm geleneğindeki bütün “ihyâ” hareketlerinin ana sâiki bu model şehri aramaktan ibarettir. Hz. Peygamber, Mekke’den Medine’ye göçüp yeni bir şehir kurduğunda her ne yaptı ise daha sonra sürekli onun sünneti takip edildi. İslâm’ın Hicaz evresiyle Doğu Akdeniz’e intikalle birlikte ortaya çıkan şehirler arasındaki çatışmalar arttıkça sûfîler “kayıp şehri” aramak üzere medeniyet ve şehri terk ettiler. İslâm düşünürlerinin hukuk, siyaset ve ahlâk teorilerinde aradıkları şey her zaman buydu: Peygamber’de temessül eden ahlâkî değerler ekseninde bir şehir inşa etmek!

    Demek ki sûfîler İslâm’ın Doğu Akdeniz’e taşınma evresinde yitirilen kadîm şehri bulmak üzere yola çıktılar. Bunun için yeni şehirden tam olarak kaçmak gerekiyordu. Onların aradığı şehir, model şehir olan Medine’deki gibi, merkezinde Allah’ın bulunduğu ve en büyük maksadın Allah olduğu şehirdi. O şehirdeki bütün değerler insanı Allah’a ve dolayısıyla ebedî saadete ulaştıracak nitelikte olmalıydı. Binaenaleyh, İslâm’ın medeniyet ve içtimai hayat anlayışı Allah’a doğru giden bir şehir inşa etmek arayışı demek olduğu gibi bütün hicretler de o şehre doğru olacaktır. Bunu, fiziksel mekânın mânevî mekâna tekâmül etmesi olarak anlatabiliriz. Bu sayede şehir inşa edilirken aslında insan inşa edilecek ve sıradan bir hayvan olan varlık, insan-ı kâmil haline gelecektir. Bağdat bu şehirlerden birisiydi ve Bağdat’ın “işgal edilmesi” Hz. Peygamber’in getirdiği değerlerin ölümü demekti. Konevî bu nedenle rüyasında Bağdat’ı Peygamber ile bir gördü.

    Sözü Hz. Peygamber’in bir hadisiyle bitirelim: “Ben bilginin şehriyim, Ali onun kapısıdır.”