İçerdeki “Öteki” Yahut Yabancılar “İçerde”

İsmail Kara

  • Sabah Ülkesi - Cover
  • Bir ilim dalında yahut bir düşünce hareketindeki tekdüzeliği, değişmeleri, sıçramaları, farklılaşmaları, kırılmaları, unutuş ve hatırlayışları, seyrelme ve sıkılaşmaları takip edebilmek için yoğunlaşacağımız iki alan var. Biri ana kavramların ve terimlerin -isimleri aynı kalsa bile- muhtevalarının, tariflerinin, unsurlarının değişip değişmediğini kontrol edebileceğimiz çerçeve. Tarifin, unsurların farklılaşması ve bunun hacmi, merkeziliği bize değişmenin zamanını, değiştirici/dönüştürücü kişiyi ve işin ciddiyetinin seviyesini, belki sebeplerini gösterir.
    İkincisi ana kavramların ve terimlerin hiyerarşisi, sıradüzenidir. Her ilmin, her düşünce dünyasının üç aşağı beş yukarı sıradüzenleri belli olan kavram ve terim kümeleri vardır. En azından en üsttekiler, ortadakiler ve alttakiler vardır. İhtiyaçlar, dönemler, zorlamalar, müdahaleler, coğrafyalar, etkilenmeler… bu sıradüzenini bazan sarsar, değiştirir, tadil eder, yumuşatır, bazan altüst eder.
    Kriz ve hesaplaşma dönemlerinde bunlar daha fazla olur.

    İslâm dünyasında son iki-üç asrın zorlukları, ihtiyaçları ve icbarları İslâm ilim ve düşünce mirasının hem kavram ve terimlerinin tarif ve muhtevalarında hem de hiyerarşilerinde, nihayet bunlara bağlı olarak “değer”lerinde ciddiye alınması gereken değişiklikler yapmıştır. Elbette hiçbir ilim ve düşünce hareketi içinde aktıkları hayat ve dil gibi durağan ve tekdüze değildir. Yine de yeni ögelerin katılması, merkezde olan bazı unsurların kenara itilmesi, tâli olanın asıl yerine geçmesi, bakışaçısının ve usulün değişmesi; buna karşılık (yahut buna paralel olarak) dışardakinin içeriye alınması, yabancının yerlileşmesi, içerinin yabancıya göre döşenmesi, yani bazı “öteki”lerin yer ve makam değiştirmesi önemli bir hadise olmalı.
    “Amiyâne” bir örnek olarak Şemsettin Sami’nin 1901 baskı tarihli Kamûs-ı Türkî’deki “Gâvur” maddesini veriyorum. Üstat kalemini şöyle oynatıyor: “Gâvur: Farsça Mecusi ve Ateşperest demek olan gebr’den veya Arapça ‘kâfir’den. 1. Vahdaniyete inanmayan adam, kâfir, müşrik, 2. Gayrımüslim, nasranî. Gâvur olmak: Dinden düşmek, küfretmek. (Amiyâne ve kaba bir tabir olduğundan istimali terk olunmuştur)”.

    Zulmeden, haksızlık yapan, yalan yanlış konuşan Müslümanlar için bile “gâvurluk yapma” tabiri tedavülde iken, “gâvur imam”, “gâvur padişah” günlük dilde (hâlâ) varken gayrımüslimlere gâvur deyip dememek için neden özel bir parantez açılsın ve “amiyâne ve kaba bir tabir olduğundan istimali terk olunmuştur” gibi gerçeği yansıtmayan bir açıklama, açık bir yönlendirme yapılsın? Hem de sözlük maddesinde, yani hiç yapılmayacağı yerde!

    Küçük bir not: Abdurrahman Şeref Bey’in aktardığına göre 1856 Islahat Fermanı’ndan sonra gayrımüslimler için “gâvur” gibi aşağılayıcı kelimelerin kullanılması yasaklanmıştı. Beyoğlu gibi gayrımüslimlerin yoğun olarak yaşadıkları semtlerde Hıristiyanların, kendilerine gâvur dedikleri gerekçesiyle Müslümanları şikâyet etmeleri üzerine tabur ağası “gâvura artık gâvur denmeyeceğini bilmiyor musunuz?” diye Müslümanlara çıkışmış, ardından bu söz dillere düşmüştür.

    Şemsettin Sami’nin yaptığını “öteki” problemi(ni çözme!) etrafında bir çaba olarak görür müsünüz bilmiyorum ama benim dikkat çekmek istediğim husus bunun bir ıslahtan, yanlış gideni düzeltmekten, haksızlıkları gideren bir tashihten çok bir deformasyon olduğu ve belki daha da önemlisi içerdeki “yerli”leri ya bizzat ya da kafalarının çalışması itibariyle ötekileştirme istikametinde bir kapı açtığıdır?

    İçerdeki öteki, dışardaki ev sahibi! Kendimiz dışardayız; kendiliğin ve evin/haremin dışında.
    “Emevi İslâmı” tabirini duymuş olmalısınız? Muhtemelen doğru ve yerinde bir ifade olarak görüyor ve değerlendiriyorsunuz, belki de kullanıyorsunuz. Eğer öyle ise bunun İslâm tarihini yani sizi (bana sorarsanız aynı zamanda İslâmı) tasfiye etme ve “öteki” üzerinden yeni (bidat!), parçalı ve hafızasız bir tarih anlayışı icat etme düşüncelerinin bir parçası olduğunu hatırlatmak gerekecek. (Bu ifadeden Şiîlik kokusu alıp almadığınızı hiç sormayacağım, “öteki” diyarlardan gelen hava kirliliği ve iklim değişikliğinin koku alma hassasiyetlerimizi haylice etkilediğinin farkındayım).
    Dün denebilecek yakın bir tarihe kadar Sünni İslâm (yani hem tarihi hem de insan unsuru olarak geniş İslâm) hafızasında “Emevi İslâmı” gibi olumsuz, karartılmış bir bölge yok, hiç olmadı. Mesele şu: Ne zamanki İslâm dünyasında ve Osmanlı topraklarında yeni rejim arayışları çerçevesinde önce meşrutiyet (meclisli ve anayasalı sultanlık), sonra cumhuriyet, nihayet demokrasi arayışları zaruri ve meşru bir siyaset ve istikamet olarak ortaya çıktı, işte o zaman nerede ise bütün İslâm tarih tecrübesini kuşatan hilafet-saltanat sistemini tasfiye etmek, bağlayıcı olmaktan çıkarmak ve elbette meşrutiyeti, cumhuriyeti, demokrasiyi gerçek İslâmın, ana kaynakların ve asr-ı saadetin siyasi rejimi seviyesine yükseltmek için Emevi İslâmı inşa edildi. Bir dışlama ve itibarsızlaştırma amelisiydi bu. (Belki uyarılmış bir alan olarak acı Kerbela faciası akla gelebilir ama bu çok yanıltıcıdır, yeni zamanların Sünni dünyasında Emevi İslâmı çerçevesinin ortaya çıkışında ve meşruluk kazanmasında bunun doğrudan hemen hiçbir dahli yoktur).

    Netice şu: Menfi ve karartılmış bir alan olarak Emevi İslâmı 661 yılından başlayarak bütün (evet bütün) İslâm tarihini, Müslüman Türkler için Selçukluları ve Osmanlıları da olumsuzlayan ve karanlık hale getiren, içerden bir “ötekileştirme” harekâtının adıdır. Bununla İslâm siyasî düşüncesi, asırların içinde gelen siyasî kurumları, incelmiş ve yerleşmiş siyaset üslubu da büyük ölçüde tasfiye edilmiş oldu. Kavramlar hiyerarşisi bozuldu, tarifler değişti. Adalet merkezli bir siyasî düşüncenin yerini meşveret/şura merkezli bir siyasi düşünce aldı; iktidarın icraatı asıl meşruiyet kaynağı iken iktidarın geliş şekli öne çıktı vesaire…

    Severek anlattığım yaşanmış bir hikâye var: Yüksek lisans sırasında “Devlet Sistemleri” dersi de almıştım. Dersin hocası ve akışı iyi değildi ama bu vesile ile en iyi o dedikleri için kocaman bir kitabı okumaya koyulmuştum. Telif gibi gözüküyordu ama tamamen tercüme bir kitaptı. Başkanlık sistemi Amerika üzerinden anlatılıyor. Amerika niçin başkanlık sistemi? Çünkü şu tarihî tecrübeleri, şu gelenekleri, şu beşeri coğrafyası… bunu gerektiriyor, en uygun onu kılıyor. Güzel gerekçeler ve yerinde açıklamalar. Devam ediyoruz; Fransa yarı başkanlık sistemi, çünkü tarihî tecrübeleri, gelenekleri… Sonra İngiltere geliyor, parlamenter sistem, çünkü… Kitabın sonlarında Türkiye de var, parlamenter sistem gözüküyor fakat “çünkü”sü yok. Ne tecrübe, ne gelenek, ne coğrafya, ne insan… Kitabın ana akış kurgusu burada iflas ediyor. Onun yerini inkılap edebiyatı ve cumhuriyet ideolojisinin beylik sözleri dolduruyor.
    Şimdi bu cevapsız boşluğa şu soruyu da ekleyebiliriz: Ak Parti iktidarı niçin başkanlık sistemine geçmek istiyor acaba? Kulak kabartılacak bir çünküsü var mı?

    Haşiye. Mizaç olarak moda konuları sevmem, “hür basın” üzerinden yahut “özgürlükler kalesi”nin bekçileri akademisyenler marifetiyle ve bütün dünyada nerede ise eşzamanlı olarak her tarafa boca edilen, birden ortalığı kaplayan şık kavramlardan, parlak söylemlerden hazzetmem; şüphelenir ve perhizkâr davranırım. Çünkü sahtelik kokuları alır, karartma, hedef saptırma, gizli saldırı tehlikesi görürüm. Talep üzerine perhizkârlığı geçici olarak bırakıp dosyasına katıldığım “öteki”, “ötekileştirme” bunlardan biridir. Onun için son olarak iki açıklama yapmak isterim:
    Bir; artık hakkında hayli kabarık ve itibarlı bir literatür oluşmuş olan “öteki” meselesinin doğrudan bize, bizim kültürümüze ait bir problem alanı olmadığını söyleyeceğim; büyük ölçüde batıya ait, özellikle de Yahudilere, Yahudilerle Batı Avrupa Hristiyanları ve yerlileri arasındaki tarihten, inançlardan ve kültürden kaynaklanan “öte(de)ki” bir hadise. Bu söylemin ve literatürün kurulması ve yaygınlaştırılmasında Yahudi ilim ve fikir adamlarının hususi bir yerinin olmasını da bu zaviyeden ziyadesiyle anlamlı buluyorum. Adam yerine konmak, insan sayılmak hayati bir problem onlar için. Başta Yahudiler olmak üzere başkalarını, kendi dininden, ırkından, kültüründen olmayanları adam (âdem, insan) yerine koymayan Batılılar için de.
    Şöyle: Bir Yahudi filozof “ben ve öteki” dediği zaman veya ahlâkı “ben” üzerinden değil de “öteki” üzerinden kurmaya kalktığında ne demek istiyor, neyin peşinde koşuyor acaba? Bütün cazibesini ve parlaklığını bir tarafa koyarak bunun üzerinde düşünmek lazım. “Ben” (Yahudi) “öteki”ni (kendisi dışındaki herkesi) her mânada eşit ve hürmete layık, kendisi için bir kıstas, bir miyar mı kabul ediyor yoksa bundan tamamen/büyük ölçüde/bir bakıma bağımsız olarak öteki’nin (Yahudinin) ben’e (herkese) karşı pozisyonunu ve duruşunu mu tayin ve tahdit etmeye, garanti altına almaya çalışıyor?

    Bu sorunun cevabını tam olarak bildiğimi söyleyemiyeceğim ama bir soru ve tereddüt alanı olduğunda şüphe yok. En azından bir örtüşme yetersizliği, bir boşluk… Bana öyle geliyor ki hümanizm ve milliyetçilik fikrinde de o zamanlardaki cazibesinin ve parlaklığının örttüğü böyle bir şüphe alanı vardı. Fakat söylem o kadar güzel ve zamanında kurulmuş, o kadar büyük kafalar tarafından savunulmuştu ki şüphe alanına işaret etmek akla ziyan yahut hamakat gibi bir şeydi.
    İnsan hakları da öyle.

    İkincisi bağlamı itibariyle “öteki”nin doğru bir tercüme olup olmadığıyla alakalı. Yani bugünkü Türkçenin bir felsefe dili olarak yeniden kurulması yahut her tarafı tercüme kokan bir dille idare edilmesi ile alakalı bir bahis. Türkçeyi “ötekileştirmek” mi desek acaba? Onun için “öteki” Türkçede doğru kurulup yerinde kullanılmış bir kavram kapasitesine sahip mi değil mi, bunun sorgulanması lazım.