Yeni Bir Felsefi Kelam İçin

Yahya M. Michot

  • Sabah Ülkesi - Cover
  • Geçmişte olduğu gibi günümüzde de, nerede yaşarlarsa yaşasınlar –İslam diyarında veya dışında– Müslümanların büyük çoğunluğu öncelikle namaz ve diğer dinî ibadetlerin günlük uygulamasıyla meşguldürler. Hâlbuki bu medyanın dikkatinden kaçmaktadır. Bundan dolayıdır ki son peygamberin getirdiği din hakkında en yaygın imaj, geleneğin en dingin ve ahenkli merkezinden değil, en uç ve ürkütücü noktalarından gelmektedir. İntihar komandoları ve trans hâlindeki dervişler, terörist mücahitler ve uyuşuk aşırı sûfiler ümmetin tek meşru temsilcileri midir? Ne kadar düşünürsek düşünelim, öyleyse, mânevî kanser ve diyabet arasında, açıkça düşünülmüş ve kutsal metne uygun olarak, Kur’an mesajının ve Muhammedî modelin doğru anlaşılması için bir yer kalmamaktadır! Bilinmelidir ki vasat İslam’ın meşalesini taşımaya devam eden tanınmış bazı âlim ve entelektüeller bulunmaktadır. Bununla birlikte bazıları meşruiyeti şüpheli idareye çok yakın oldukları için bu durum dikkate alınmalarına engel olmaktadır. Diğer bazıları ise, değişik düzeylerde, Batı kültürünün kurbanı olmaları nedeniyle geleneksel İslami ilimlere dair çok az bir birikime sahiptirler. Bununla birlikte, genel olarak fıkıh, makasıtı şeriat, İslam ekonomisi ve devleti günümüzün ılımlı/orta İslam fikrini tercih etme alanları olarak kabul edilmiş görünmektedir. Bu çerçevede, örneğin İslam felsefesi veya kelam konusunda ne söyleyebiliriz?

    Birçok Müslüman “Felsefe yapan zındık olur.” – “Ve bu kelam ilmine dalan kimse için de aynıdır.” diye düşünmektedir. Bu nedenle birçok İslam ülkesinde felsefe ve kelam okul ve üniversite programlarında yer almamaktadır. Bu ülkelerden gelen bazı öğrencilerim ne İhvanı Safa, Farabi, İbn Sina, İbn Tufeyl ve İbn Rüşd gibi filozofların metinlerini ve ne de İmam Eşari, Bâkıllâni, Fahreddin Râzi ve İbn Teymiye gibi âlimlerin eserlerini okumuşlardır. Pakistan kökenli Amerikalı meşhur reformist Fazlurrahman (ö. 1988) klasik kelamı “bin yıllık kutsal ahmaklık” olarak değerlendirmiştir. Aynı şeyi İslam felsefesi için düşünmeye hazır birçok çağdaş Müslüman da yok değildir. Öyleyse birinin veya diğerinin incelenmesi sadece doktriner bir arkeoloji, ölü düşüncelerin ve artık tedavülden kalkmış Aristo metafiziğinin, Batlamyus kozmolojisinin ve Galile tıbbının yeniden ortaya çıkarılması değil midir? İdeolojik müzeler antika koleksiyonları gibi tozlu görünmüyorlar mı? Bu müzeleri ziyaret etmek güzellik sevdalısına veya tarihçiye keyif verebilir, ama zamanımızın problemlerini çözmek için çok az bir fayda sağlar, değil mi?

    Klasik kelamın yetersizliklerini ortaya koyan Fazlurrahman, İslam kelamının yeniden inşası arzusunu dile getirmektedir. Bu temenni bana dinin genetik değişimine yol açmaması koşuluyla ve bugünün İslam toplumlarının maruz kaldıkları ciddi hastalıklarla bir daha karşılaşmamak için yeni bir kelam ve yeni bir felsefe yapmanın gerekli olduğu fikrinin altını çizmem gerektiğini ifade etmektedir. Okul ve cami arasında kalmış, yaratıcılık fikri ve evrim teorisi arasında kararsız kalan 21. asrın genç Müslümanları, Darvin, Freud, Hawking, Dawkins ve diğerleri karşısında akıllıca tavır alabilmek için çağdaş âlimler tarafından hangi kavramsal araçlarla donatılmışlardır. İnançlarının doğruluğunu ispatlamaları istenen bu gençler, acaba inançlarını ve moderniteyi bütünüyle yaşamaya fırsat veren bilgi ve düşüncelere sahip midir? Veya her ikisini uzlaştıramayıp, trans ve terör kavramları arasında sıkışıp kalarak irrasyonel bir fideizm hastalığına mı mahkum olacaklardır?

    İbn Sina (ö. 1037)’nın felsefi sistemi bugün için bir tür “muhteşem bir ideolojik katedral” (zannediyorum Henry Corbin’in ifadesi) olmaktan öte bir şey değildir. Hâlbuki El-Şeyh el-Reis, Yunan’dan miras alınan veya kendisinden önceki Müslümanlar tarafından geliştirilen döneminin ilmî bilgilerinin her mümin için oluşturduğu zorlukları doğrudan bertaraf etmede önemli bir değerdi. Kader, evrenin yaratılma süreci, meleklerin varlığı, peygamberliğin gerekliliği ve tabiatı, insan nefsi tarafından vahyin alınma biçimleri ve mucizelerin gösterilmesi, bedenlerin tekrar nasıl dirileceği, cennet ve cehennemin hakikati konularında İbn Sina, Kur’an, hadis, Platon, Aristo, Plotinus ve Batlamyus’a dayanarak dinin felsefesini geliştirmiştir. Kuşkusuz Allah’ı, varlığı zorunlu (vâcibü’l-vucûd) olarak tasavvur eden bu sentez, dünyanın ebediliği düşüncesini öne çıkarmış, melekleri gezegenlere benzetmiş, peygamberliğin politik yararını vurgulamış, vahyi rüyaya yaklaştırmış, mucizeleri psişik güçlerle açıklamış ve ahiret düşüncesini hayali bir gerçeklik olarak algılamıştır. Klasik İslam düşüncesinde rağbette olan bu ilmi “hakikatlere” göre, bu sentez o kadar anlamlıydı ki yüzyıllar boyunca İslam düşüncesi çalışması yapmanın zorunlu çerçevesini oluşturmaktaydı. Bu çerçeve çoğu zaman kelam veya maneviyat (spiritualité) ilminde olumlu karşılanarak bu sentezi aynen kabul etme ve bazen de olumsuz olarak eleştirilme şeklinde tezahür ediyordu. İmani hakikatler ile ilmi aklın gereklilikleri arasında kafaları karışmış modern öncesi Müslümanlarda pratik olarak uygulandığı şekliyle İbn Sina felsefesi, genellikle entelektüel ve manevi doyum sağlamıştır.

    İbn Sinacı sentezin sonuçları bugün artık aşılmıştır. Fakat bu sonuçlara ulaştıran hermenötik yöntem ise değerini korumaya devam etmektedir, ki bu yöntem peygamberî mesajların, Kur’ani vahiy doğrultusunda sorgulanmasından ibarettir. El-Şeyh el-Reis, “Adeviyye Risalesi”nde, kelamcıların tutarsızlıklarını ortaya koymaktadır. Ona göre kelamcılar bir taraftan, antropomorfizm korkusuyla, indirgemeci bir yaklaşımı ve Kur’an’da söz edilen ilahî sıfatların temsili olduklarını savunurlar. Diğer taraftan da, ahiret âlemi konusunda literalist olurlar, cehennemin ateşinden korkarlar ve cennetin cismani anlamda çekici zevklerini arzu ederler. Bu tür tutarsızlıklar, İbn Sina’ya göre, Allah tarafından indirilen metinlerin yorumuyla ilgili kuralın yokluğundan kaynaklanmaktadır. İbn Sina’ya göre bu konuda takip edilmesi gereken tek kural, peygamberlerin “herkese hitap etme” misyonlarının olduğu gerçeğidir, yani büyük çoğunluk için anlaşılabilir bir tarzda konuşmak ve hatta onları doğru yola sevk etmek; öbür dünyada azap ve sevabın olmasından bahsedilmesi buradan kaynaklanmaktadır. Kur’an’ın bu konuda organların zevk duymasından ve ateşte yanmasından maddi olarak bahsetmesi, bu açıklamaların ahiretin gerçeği olduğu anlamına gelmemektedir. Eğer bu gerçek tam tersine sadece manevi olsaydı, yani maddi değil, vahiy yine de, büyük çoğunluk tarafından anlaşılmak için, alegorik terimlerle bunu ifade edecekti; örneğin Eden bahçelerinden ve cehennem ateşinden bahsedecekti! İnsanların hareketini güçlendirmek ve kendilerine boyun eğmelerini sağlamak için peygamberler bedenlerin yeniden yaratılacağını salık vermek, cennet ve cehennemlerden bahsetmek zorundaydı. Bu nedenle, ahiretle ilgili araştırmalar yapmak ve öbür dünya sistemini kurmak için peygamberlerin sözleri üzerine dayanmak yanılmak demektir. Daha genel bir şekilde, kutsal metinler üzerine teoloji yapmak, peygamberî mesajların asıl amacını bozmak ve onlara ihanet etmek demektir. Hikmet sahibi olan kimse bu tuzaktan sakınır ve söz konusu edilen bu mesajları imgesel bir dille insanların büyük çoğunluğuna yönelik ifade edilmiş bir ahlâki öğüt olarak kabul eder ve bu mesajlara uygun olmayan ilmî bir otorite izafe etmez, daha doğrusu onlara hiçbir bilimsel yetki vermez. Bu kimse söz konusu zahiri bilgileri reddetmez, tam tersine onlara referans olarak başvurmayı anlamsız, felsefi anlamda geçersiz olarak değerlendirir. Bu demektir ki, ilahî kaynaklı olmaları nedeniyle, Kur’an ve diğer peygamberî vahiyler gerçek karşıtı olamazlar ve hikmet sahibi olan kişi müşahede ettiği manevi gerçekliklerin imajlarını ve keşfettikleri hakikatlerin temsillerini onlarda görür. İbn Sina vahyin metinleri ile felsefe arasındaki uygunlukları inkâr etmez ama vahyin ifadelerinden aklî gerçekliklere ulaşılacağına da inanmaz. Çünkü ona göre Kur’an metni bu hakikatleri öğretme hedefi gütmez ve bunları keşfettirmez. Tam tersine söz konusu edilen uyumluluklar, bunları kendisi için geliştiren aklın gayreti ile kurulmalıdır.

    Buna göre, Darvin, Freud, Hawking ve Dawkins gibi şahsiyetlerin fikirlerini çürütmek ve bu şahsiyetlerden birinin düşüncesini, Kur’an ve hadis metinlerinin, evrim vb. konularında, en nihai gerçeği belirttiğini iddia ederek reddetmek, peygamberî mesajın –teorik ve bilimsel bir tür dile indirgenmesi nedeniyle temel görevinin ahlaki rehberlik olduğunu unutmak suretiyle– asıl amacına ihanet etmek demektir: İhdinessırâta’l-müstakîm “Bizi doğru yola ilet.” Gazali (ö. 1111), “Faysalü’t-tefrika” adlı eserinde İbn Sina’yı iyi anlamış görünür ve kutsal metinlere her türlü literal/zahiri yaklaşımın yıkılması konusunda ondan daha ileriye gider. Gazali’ye göre, Hz. Peygamber (s.a.v.)’in varlığından bize bahsettiği şeylerin varlığı beş düzeyde anlaşılabilir: zâtî, hissî, hayalî, aklî ve kıyasî. Kutsal metinden herhangi bir ifadeyi bu beş şeyden birine yaklaştıran bir kişi kâfir olarak değerlendirilemez. Bilinen bir gerçektir ki, okumanın düzeyi okuyanın seviyesine göredir, okunan metre göre değil. Dün olduğu gibi bugün de, filozoflar ve İbn Sina veya Gazzali büyüklüğünde klasik dönemin diğer Müslüman düşünürleri sahih akıl ve sahih İslam arasında yeniden uygun bir yol bulmamıza kesinlikle yardımcı olabilirler.

    İman ve aklı uzlaştırmak Şamlı Şeyhü’l-İslam İbn Teymiye (ö. 1328)’nin önem verdiği amaçlarındandı. Bu nedenle, kelam ilmine dair temel eserlerinden biri de “Akıl ile Dinî Gelenek Arasında Bir Çelişkinin Olduğunu Reddetmek” adını taşımaktadır. Maalesef bu eser çok tanınmaz. Ancak bu eserin ismi 11 Eylül terörist saldırılar üzerine çalışan komisyonun resmi raporunda bile dile getirilmiş ve çağdaş İslam terörizmine yol açan “aşırı şiddetin uzun geleneği”nin temel kaynaklarından biri olarak değerlendirilmiştir. Nasıl oluyor da bu mütefekkirin düşüncesi zamanımız için bir değer ifade edebiliyor? Bu bazıları için şaşırtıcı olabilir, fakat gerçek böyledir. Burada yeni politika ve tekfir konusuyla ilgili sadece iki örnek vermek istiyorum. İslam toplumlarının sistematik olarak geçmişlerinden kopmaları, zorla Batılılaştırılmaları, kültürel olarak boyun eğdirilmeleri, Fransız modeline göre sekülerleşmeleri, bir asrı aşkın bir sömürgeleşme ve birkaç çeyrek asırdır bağımsız diktatör rejimlerle geleneklerinden koparılmaları nedenleriyle, bir anda yeniden İslamlaşmalarını beklemek mümkün değildir. Kimlik krizi çok derin, sosyal travma sabırla beklemekten başka bir şey yapılamayacak kadar ciddidir. Bu da çok dikkatli, yavaş ve yumuşak bir terapi gerektirmektedir. İyiliği emredip kötülüğü yasaklayan iki boyutlu bir dengeyle kurulmuş Medine deneyimi gibi yeni bir altın çağı hayal etmek yararsızdır. İbn Teymiye, peygamberi tebliğin etkilerinin kaybolduğu ve insanların atalarının “lâilâhe illallah” dediklerini zorla hatırladıkları benzer bir dinî “düşüş” döneminden bahseder. Bu nedenle dinî veya sivil makamların bazen susmalarını ve ilk önce şunu öğretmelerini tavsiye eder: “Dinin müceddidi ve sünnetin ihyacısı, anlaşılması ve uygulanması mümkün olanı tebliğ etmektedir. Bu nedenle İslam’a giren kişiye, dine girdiği zaman, dinin bütün prensiplerini öğretmek ve ondan bütün bunları uygulamaya koymasını istemek mümkün bir durum değildir. Aynı şekilde günahlarından tövbe eden, dinini öğrenen, irşat edilmek isteyen kimselere daha baştan ne dinin bütün emirlerinin bildirmek gerekir ne de yanlarında öğrenilmesi gereken bütün bilgilerden söz etmek gerekir. Çünkü bunu kaldıramayabilirler. Güç yetiremeyebilecekleri için de bu onlar için zorunlu değildir. Zorunlu bir durum olmadığı için de ne âlimlere ve ne de idarecilere bütün bu bilgi ve uygulamaları daha baştan zorunlu göstermek yaraşır. Tam tersine, öğrenmeleri ve uygulamaya koymaları mümkün oluncaya kadar, bu kişilere ağır gelen emirleri vermekten ve günahlardan sakındırmaktan bilinçli bir şekilde sakınmak gerekmektedir; “Hz. Peygamber (s.a.v.)’in gerektiği zaman bir şeyi belirtmesi gibi.”

    İbn Teymiye için, tarih boyunca bozulmuş toplumlarda öncelik verilecek nokta dinleme, öğrenme ve hareket yeteneğinin yeniden kazanma sabrını kazanmaktır. Söz konusu bu güçleri yeniden elde etmeden iletişim kurulamaz, dinî mesajlar veya diğer makamların mesajı değersiz bir ifadeden ibaret kalır ve ayrıca yeni sıkıntı ve fitnelerin kaynağı olur.

    Kalenderi veya Rafizileri tekfir konusunda İbn Teymiye, her şeyden önce âlimin görevini dinî kuralı yeniden hatırlatmak olarak görür. Bu kuralın genelden özele geçerek çerçevesi belli durumlarda uygulanmasına gelince –yani belli bir kişiyi küfürle itham etmek, onu ebedi olarak cehennemlik olarak görmek ve fizikî olarak saldırıp öldürmek konusuna gelince– İbn Teymiye bu noktada birçok parametreyi dikkate almayı gerektiren farklı bir bakış açısının olması gerektiğini savunur. Küfürle itham etme bütün yaklaşımların tamamen tükenmesi durumunda başvurulacak bir parametredir. Fakat bir kişinin durumunun kapsamlı bir şekilde analiz edilmiş olmasından ve özellikle küfrüne karar vermeyi geçersiz kılan bütün durumları ihmal etmediğimizden nasıl emin olabiliriz? Bu tür yargılamanın faydasından çok zararı olması hâlinde elbette sakınmak gerekmektedir. Şamlı Şeyhülislam, Hz. Peygamber (s.a.v.)’in “Muhammed arkadaşlarını öldürüyor.” dememeleri için bir münafığı öldürmekten çekindiğini hatırlatır. Herhangi birini suçlamadan önce, suçlamayı yapmaya yol açan nedenler konusunda emin olmanın yanı sıra, aynı şekilde, suçlamaya itiraz edilebilecek konuları da dikkate almak gerekmektedir.

    Buna göre İbn Teymiye’nin küfürle itham etme yöntemi, önem bakımından birbirinden farklı olmayan iki unsura dayanmaktadır: Birincisi dinî kuralın değişmez karakteri, ikincisi ise aynı şekilde Allah ve peygamber karşısında insanların yaşamına faydacı ve rahmetle yaklaşmak. İbn Teymiye için İslam’ın tutarlılığı, görünüşte birbirine zıt fakat gerçekte birbirini tamamlayıcı iki yönün –kanunun hükümranlığı ve insanın zayıflığı– arasında ilahî rahmetin dinamik bir şekilde devreye girmesinden doğar. Kelamcı Rafiziler ve Kalenderiler hakkında fetvasını ahiret azabından kurtulmaları için yakılmalarını ve Allah’ın affedeceğini ifade eden hadisi zikrederek bitirir; İslam mesajını tebliğ ederek ve dışlamadan ziyade eğiterek fetvasını verir.

    İbn Teymiye düşüncesinin aktüel kaldığını ifade eden başka birçok konu vardır ve çoğu zaman yanlış okunmasının tersine, eserleri gelecek perspektifler sunacak kalitededir. İbn Sina gibi İbn Teymiye konusunda da ortaya çıkan gerçek şudur: Geçmişin bu dâhileri akılla imanı, yorumlama gücüyle metne bağlılığı, merhamet ile pragmatizmi birlikte ele alan hikmet hazineleri bırakmışlardır ki biz bunları tekrar işleyip canlandırabiliriz. Sûfi dansları ve bombalardan ziyade, bu dâhilerin düşüncelerinden ilham alan felsefi bir kelam hakikaten karanlıktan aydınlığa çıkmamıza, yani rasyonel ve ruhen dingin Müslümanlar olmamıza yardımcı olabilir. “Hiç düşünmez misiniz?”