İnsansızlaşarak İnsan Kalınabilir mi?

Ali Saydam

  • Sabah Ülkesi - Cover
  • Yaşam biçim, içerik ve fenomeni itibariyle nereye doğru evriliyor? Bir gelişim mi gösteriyor yoksa bir “gerileşim” mi? Rekabet içinde yaşam kavgası verirken ve insan o kavgada kazandığını zannederken, acaba daha çok kayıp mı ediyor?.. Hemen unutulan bir şey var: İnsan olduğumuz… Yaşama anlam katan gelenek ve görenekler, bizi biz yapan değerler yavaş yavaş yerini daha “çok”a, daha “hızlı”ya, daha “daha”ya terk edebiliyor…

    Bu genellenebilir mi?

    Tabii ki hayır… Kendini tüketim toplumunun etkisine olduğu gibi kaptıranlarla; yani tüketim ekonomisinin iletişim kültürünün baskısı altında kalıp, bu alanda gelişmiş ülkelerin kültür ve değerlerini içselleştirmiş olanlarla; hâlâ geleneklerine ve değerlerine bağlı, referanslarını çekirdek ailelerinden alıp tarihi ile bütünselliklerini bozmayan geniş toplum kesimleri arasındaki uçurum giderek açılmakta… “Ortadan ikiye ayrılan karpuz efekti” metaforu da zaten anlamını buralardan alıyor.

    Bu noktaya nasıl gelindi? İnsan bir yandan tüketim toplumunun içinde yoğrulurken öte yandan kendini bir tür “kurtarma” ihtiyacını neden duydu?

    “ABD maneviyatını kaybediyor.” diye tüketim toplumu krallığını eleştiren Noam Chomsky gibi, “Her” gibi, “Lucy” gibi, “Transcendence” gibi filmlere imza atan ve teknoloji çılgınlığının insanı nerelere taşıyabileceğini anlatmaya ve “insan çığlığını” beyaz perdeye yansıtmaya çalışan Hollywood ve nihayet “Revolutionary Road”, “Little Children” gibi filmlerle insanın ruhsal tekâmül çabasının acılı dünyasına ışık tutan yapıtlar; Batı’nın gelenek ve değerlerden uzaklaştıkça başına gelecekleri bir kâbus gibi aktarıyor…

    İnsanlığın -özellikle gelişmiş ülkelerde yaşayan ya da onlara öykünen- bir kısmı, maratonda koşan ama nereye koştuğunu bilmeyen ve parkurda ilerlerken değerlerini bir bir geride bıraktığında yarışın sonunda/finalde ne ile karşı karşıya kalacağını tahayyül edemeyen bir kuşak, çevresinden ve her şeyden önce kendinden kopuk bir şekilde kendisine yaşama alanı aramak için çırpınıyor yeryüzünde…

    “Maneviyat” sözcüğünün Anglo-Sakson dillerinde bulunmayışının bir nedeni de bu olabilir mi acaba… En fazlasından “maddî olmayan” (non material) diye karşılayabiliyorlar Maneviyat’ı, ya da “ahlak” anlamına da gelen “Moral” sözcüğü ile…

    Öte yandan içimizdeki ruhsal tekamül düzeyi ve değer sistemi ile ayakta duran “varoluş nedenimiz”, tamamen maddeye yönelmeyi öğütleyen, bu uğurda hedef koyan bir dünya düzeninde, maneviyatın özlemi bizi yakalayıp şöyle bir sarsıyorsa hâlâ ne kadar şanslıyız…

    Bütün mesele araçla amacı karıştırmamakta… İşe gidip gelmekten ibaret monoton hayatlar; ellerde akıllı telefonlar, tabletler, karşımızda dijital ekranlar… Bizi robotlaştırıp “ideolojik sapma” diyebileceğimiz alana itmek için tüketim toplumunun tüm ticari metaları hazır…

    Tek çıkış yolu var, o da: “Varoluş nedenim ne? 5 sene sonra, 10 sene sonra nerede olacağım?” diye sorabilmek… Kişiler için de geçerli bu, ülkeler için de…

    Hayata anlam katabilmek için, sistemin bizi içine ittiği “Günü nasıl kurtarırım?” anlayışından sıyrılabilmek arzusu lazım belki de…

    60’lı yılların o güzelim tiyatro eserinin adında da belirtildiği gibi, zaman zaman “Durdurun Dünyayı, İnecek Var!” diye avaz avaz bağırabilmek, belki de “hikmet”e ve bu sayede “esenliğe” ulaşmanın ilk adımı…

    Romy Schneider’in babasının kendisine vasiyeti tek cümleden oluşan bir “düstur” imiş. Romy öldüğünde sımsıkı kapalı olan avucunu biraz da zorlayarak açtıklarında, babasının el yazısı ile kaleme aldığı o notu bulmuşlar buruşmuş kâğıdın üzerinde: „Çocukluğunu cebine sıkıştırıp kaç buralardan, çünkü sadece senin olan tek şeydir o!“

    Belki de bütün mesele, işte Romy Schneider’in babasının sözünü etiği “o son” gelmeden ya da ona yaklaşmadan çok önce, “kültür ve değerlerimizi” kendimize kılavuz almamız, maneviyatımızı geleneklerimizle besleyerek, hayatı anlamlı kılmaya ve ancak “ürettiğimiz” ya da “Lucy” adlı filmde ifade edildiği gibi, “bilgiyi, bildiğini” yeniden üretip kendisinden sonrakilere aktarabildiğimiz ölçüde esenliği yakalayabileceğimizin ayırdına varmaktadır.

    Büyükleri ziyaret etmenin, akrabalarla paylaşımın giderek değerini kaybettiği günümüz dünyasında en yakınımızdaki komşulardan bile bihaber yaşayarak, yani önce çevrendekilerden sonra da kendinden koparak; insansızlaşarak insan kalınabilir mi?

    Değerlerimizi ve kültürümüzü birinci aşamada devraldığımız “büyüklerimizle” kurulan ilişkilerin bağı, karpuzun en azından bir yarısı için hayatın akışında şelaleye kapılmış çer çöp gibi güçsüzleşti ve oradan oraya savruldu. Oysa onlardan edindiğimiz tecrübelerden, onlarla aramızdaki “haz ve fayda” ilişkisinden vazgeçilebilir mi? (İlişki ile iletişimin temel farkının da burada olduğunu yayınlarımızda iddia edip gelmiyor muyuz? İletişimi “ikna” ve “değişim” odaklı, ilişkiyi ise “fayda ve haz” odaklı olarak açıklarken; biraz da değerlere gönderme yapmıyor muyuz?..)

    Birlik ve beraberliğin coşkusu, paylaşımların tadı bir daha yakalanamayacak gibi ufukta hülyalı bir çizgi gibi görünür oldu. Yönetmen Spike Jonze, “Her” filminde bize bu teknoloji bağımlılığı ve insansızlaşmayı oldukça vurucu bir etkiyle gösteriyor…

    Duygularını bile makinelerin kendisine yaşatmasını bekleyen bir yüzyıla girdiğimizi zannedenlerin sayısı az değil. Bir “ben” diyor, sanki “Benden içeri…”; ama ironik nokta şu ki; oradaki “ben” insanın derunundan gelen içerideki bir “ben” anlayışı değil kesinlikle.

    Ne saygı ne sevgi ne ilgi ne şefkat var! Hepsi tüketiliyor bir solukta adeta. Bu “ben”liğin tek isteği sınırsız ve sorumsuz özgürlük ve bunu yaşayabilmek için de kazanç, o da üretim – yeniden üretim boyutunda değil; proje bazında…

    Hollywood’dan son 10 yılda çıkan filmlerde “maneviyatın” ön planda olması, insanlığın kaybettiği beşeri duyguları geri aramasının çığlıklarına bu filmlerde rastlanması bir tesadüf değil…

    Carlos Fuentes’e göre “Dünyanın en önemli entelektüel merkezlerinden biri (ona sorarsanız teki)” olarak kabul edilen ve Türkiye’de de Türkçe versiyonu yayınlanmış olan New Perspectives Quarterly dergisinin Türkçe ilk sayısına yazdığı makalesinde derginin editörü Nathan Gardels “Amerika, CIA ya da ordusu ile giremediği yerlere MTV ve Hollywood’u gönderir.” demişti…

    Altını çizdiği şey şuydu aslında: Dünyada artık “Hard Power”ın (Sert Güç) yerini “Soft Power” (Yumuşak Güç), hatta “Smart Power” (Akıllı Güç) almaya başlamıştı. Smart Power’ın en önemli ayağını ise Kamu Diplomasisi (Public Diplomacy) oluşturuyordu; yani devletlerin yabancı ülke devletlerine doğru yönettikleri (diplomasi) değil; devletlerin yabancı ülke halklarına doğru (ve de bu arada kendi halklarına doğru) yönettikleri ve kendi tezlerini haklı göstermek için kullandıkları Algılama Yönetimi, silah zoru ile müdahale ve “ikna”(!) yöntemlerinden çok daha etkili oluyordu. İnternetin ve iletişim araçlarının gelişip zenginleşmesinin de bu değişimde rolü büyük olmuştu…

    ABD bu yöntemi sadece halkına örneğin, Irak’taki savaşı “Enerji kaynaklarını ve yollarını ele geçirmek” için değil, tam tersine Müslüman Araplara “Barış, Özgürlük ve Demokrasi” getirmek için başlattığı gibi “ulvî”(!) iddialarını anlatmak adına kullanmadı; toplumda giderek çözülen “maneviyat” duygusunun yeniden inşası için de Hollywood’u devreye sokmayı bir devlet politikası olarak belirledi.

    Başkan Obama’nın seküler yemin töreninden önce büyük bir gösterişle bağlı olduğu cemaatin kilisesine gidip dua etmesi (bir ölçüde Tanrı’dan icazet alması) ve bu olayın tüm dünya TV’lerinden canlı olarak yayınlanmasının sağlanması bir rastlantı, sıradan bir refleks olayı değil, planlı, stratejik bir iletişim aksiyonudur.

    Bu bağlamda Hollywood filmlerini izlemekten öte “okumak”, ABD’yi okumak; onu okumayı başarmak ise “dünyayı anlamak” için önemli adımlardan birini atmak demektir.

    ABD sinemasına bakıldığında işte o iki yönün çatışmasını görmek mümkündür. Bir yandan işin ticareti gereği, makinelerle makineleşme yolunda, ellerdeki akıllı telefonları bedenin bir uzantısı, bir uzvu gibi gören Y kuşağının en ufak bir donması/durması durumunda hayatla bağı kesiliyormuş hissine kapıldıkları “connected” (bağlı), ancak bir o kadar da “disconnected” (kopuk) dünyası… Öte yandan, “özünü, esenliğini, ruhun tekâmülünü” arayan ve mutluluğu orada görmeye, onu aramaya bulmaya çalışan “kuşaklar üstü” bir yaklaşım…

    Bir yanda kent yaşamının insansız ortamında tüketimin “nimet” sandıkları özelliklerinden maksimum yararlanmak için kendini harap eden insan; öte yanda “hikmet”i uzak doğuda, bazen de daha da ileri giderek “kendi içinde” aramaya çalışan bir duyarlılık… Bütün Hollywood ve onun kültürel belirleyici gücü altındaki dünyada sergilenen anlamlayan pratikler (estetik üretimler), işte bu iki duygu alanının çatışmasının ortasındadır… Yani Mefistofeles yine iddiasını kazanmak için elinden geleni yapmakta, Dr. Faustus’un içindeki mütekâmil duyarlılıklar ise ona karşı mücadele etmektedir…

    İşte tam da bu noktada “Âdetler ve Gelenekler”, ikincisinin duyarlılıklarının araçları olarak ortaya çıkabilme vasfına sahip mükemmel payandalarımız olarak elimizde bulunmaktadır. Yani Dr. Faustus’un içindeki tanrısal olanı, ya da toplumun tekâmül temellerini bir arada, sağlam bir zeminde tutmaya çalışan duyarlılıkları öne çıkaran ve tüm amacı “Yüksek Sanat” vasıtasıyla “Yüksek Estetiğe” hizmet etmek olan “anlamlayan pratikler”in, yani başta sinema olmak üzere diğer 6 sanat dalının yaslanacağı ve nihayet bunların tamamının hizmet edeceği “yaşama sanatının” sırtını dayayabileceği yumuşacık yastıklar değil midir “Âdetler ve Gelenekler”?

    Ruh sağlımıza önem vermenin tek yolu iki yöntemden geçmektedir: Bir yandan “Âdetler ve Gelenekler”i yaşamaya ve yaşatmaya çalışmak; öte yandan, hatta birincisinden daha da büyük bir önem payıyla “perhiz” uygulamak!..

    Ne perhizi?..

    “Ruhen tekamül etmemiş insan perhizi!..”

    Yani böylelerini önce “okumayı” becermek ve sonra da onlardan uzak durmayı, onlara onlardan uzak durduğunu belli etmeden onlardan uzak durmayı başarmak…

    Ya da “Ruhen tekâmül etmemiş insanların” duygu düzeylerinden çıkan ve/veya bu duygu düzeylerine hizmet eden üretimler konusunda uygulanacak perhiz!..

    En zoru da budur zaten… Çünkü Bertrand Russell’ın dediği gibi, “Dünyada en zor şeydir ‘ilkeli’ olmaktır.” Bizi ilkelerimizden, ruhumuzdan uzaklaştırmak üzere tahrik etmeye odaklanmış o kadar çok araç ve durum vardır ki! (Bkz. Goethe’nin Dr. Faustus’unda Mefistofeles’in sundukları…)

    İşte tam da bu nokta “Âdetler ve Gelenekler” bir kez daha kurtarıcı olarak karşımızda durmaktadır… Onlar yukarıda sözünü etmeye çalıştığımız “Perhiz”e destek olurlar ve birer “turnusol” kâğıdı gibi karşımızdaki insanların ya da anlamlayan pratiklerin ruhsal tekâmül düzeyleri hakkında birer indikatör görevi görürler…

    Yeter ki onlara kendimiz için sahip çıkalım, başkaları için değil…