Erken Dönem İslam Felsefesinin Günümüz Açısından Önemi

Peter Adamson

  • Sabah Ülkesi - Cover
  • Ben, temel ilgi alanı İslam dünyasında felsefe olan bir düşünce tarihçisiyim. Bu nedenle, bana zaman zaman bu mevzunun günümüz Müslümanları ve gayrimüslimleriyle ilişkisi sorulur. Genelde dolambaçlı yolu seçer ve bu soruya cevap vermekten kaçınırım. Üzerinde çalıştığım felsefenin büyük bölümünün, klasik dönemde ya da oluşum döneminde (Hicri 3-6., Miladi 9-12. yüzyıllar arasında) yazıldığını ve çağdaş İslam’a dair özel bir uzmanlığımın bulunmadığını söylerim, ki bu büyük ölçüde doğrudur. Bununla birlikte, geçenlerde bu soru üzerinde yeniden düşünmeye mecbur kaldım, zira geçen yıldan bu yana ara vermeksizin İslam dünyasındaki felsefeyi en ince detaylarıyla ele alan (yaklaşık 75 bölümlük) Felsefe Tarihi adlı bir radyo programı düzenliyorum. Dinleyiciler sık sık bana klasik dönem felsefesiyle günümüz İslam kültürü arasındaki ilişkiye dair daha fazla şey duymak istediklerini iletiyorlar. Aslında radyo programı İslam felsefesi mevzuunu 20. yüzyıla kadar getiriyor. Tabii tüm bunlar, benim sadece oluşum dönemine dair bir şeyler söyleyebileceğim şeklindeki haklı gerekçemi elimden alıyor.

    Gerçekten çağdaş İslam uzmanı olmadığım şerhiyle birlikte, burada bu soruyla ilgili bazı düşünceler yer alıyor. Kanaatimce, oluşum dönemi felsefesinin, bugün Müslümanlar ve İslam kültürüne ilgi duyan gayrimüslimler için hâlâ önem arz etmeye devam ediyor olduğu üç alan var. İlki ve en önemlisi; bu felsefe hakikaten harikuladedir ve harikulade bir felsefe herkes için önemlidir. İkincisi; felsefe tarihi bize göstermektedir ki oluşum döneminde, insana şaşkınlık veren, günümüz Müslümanlarının örnek alabileceği, emsal niteliğinde olaylar bulunmaktadır. Üçüncüsü, tüm tarihsel süreçler gibi, felsefe tarihi de süreğendir: Dönemler arasında radikal kopuşlar veya zıtlıklar görülebilir ve bir noktaya kadar bu doğrudur da. Somut bir örnek vermek gerekirse, İran’daki durum İslam’ın gelişiyle, daha sonra Selçukluların gelişiyle, akabinde tekrar Moğolların gelişi ve de Safevilerin yükselişiyle değişmiştir. Ve her bir durumda, (diğer alanlarda olduğu gibi) felsefede de yeni bir bağlam oluşmuştur. Ancak tüm bu kesintilere rağmen felsefe, her zaman geçmiş nesillerle bağlantı içinde kalmıştır. İslam felsefesi özelinde ise yakın ve çağdaş dönem felsefi düşüncenin köklerinin, güçlü bir biçimde çoğunlukla oluşum döneminde bulunduğunu görmekteyiz.

    Öyleyse, her şeyden evvel, oluşum dönemi felsefesi neden böylesine parlaktır? Onun böyle olduğu her zaman düşünülmüyordu. Çok yakın dönemlere kadar, bu geleneğe dair Avrupa dillerinde üretilen bilimsel çalışmalar neredeyse sadece Arap felsefe geleneğinin Latin Hristiyan dünyaya fikir naklindeki rolü üzerinde yoğunlaşıyordu. İbn Sina ve İbn Rüşd gibi şahsiyetler, asıl tarihî önemleri Yunan felsefi mirasını Aquinas ve diğerlerine iletmelerinde yatan aracılar olarak görülüyordu. Artık durum böyle değil; ortaçağ felsefesi uzmanlarının tümü (en azından prensipte) İslam dünyasındaki felsefenin bizzat kendi içinde çalışılmaya değer olduğunu ikrar ediyor. Ancak, daha çok Avrupa-merkezci olan yaklaşımın izleri varlığını sürdürüyor. Bilhassa Avrupa dillerindeki öğrenim hâlâ büyük ölçüde, bu oluşum dönemindeki şahsiyetlere ve bunların Ortaçağ Latin çevirilerine bağlı kalmayı sürdürüyor.

    Bununla birlikte, bu geleneksel sınırlara kadar gitmeye gerek dahi kalmadan, keşfedilecek, hayranlık uyandıran birçok felsefî teori bulunmaktadır. Bunun önemli bir kısmı İslam geleneğinin muhtemelen en parlak ve etkili filozofu olan İbn Sina’ya aittir. Örneğin onun Tanrı’nın varlığını ispatlama yöntemi ele alındığında, bu bana kalırsa (gerçekten işe yaradığını düşünün ya da düşünmeyin) şimdiye kadar ortaya konmuş en güçlü ispattır. Onun gücü, kısmen, pek çok müminin Tanrı’ya inanma nedenlerinden birini çok iyi yakalamış olduğu gerçeğinde yatmaktadır: Buna göre kâinatın varlığı kolayca sonlanabilir ve böylece kâinatın ötesinde bir neden devreye girer. İbn Sina, her şeyin mümkün olamayağını ileri sürerek bu fikri formüle eder. Tüm bu mümkün şeyler bütünü, mümkün olmanın doğası gereği, var olabilmek için bazı dış sebeplere ihtiyaç duyar. Bu ise mümkün olmayan ya da zorunlu (necessary) olan varlıktır -yani Tanrı’dır. İbn Sina, bu kanıta ulaşabilmek için, örneğin zorunluluk (necessity) ve imkân (contingency) kavramlarının aslında ne demek olduğunu anlamak gibi, diğer pek çok felsefi ilerlemeyi de gerçekleştirmek zorundaydı.

    Eğer bu size hitap etmiyorsa, İbn Sina’nın muhteşem “uçan adam” istiaresini düşünün, ki bu benim bildiğim en hoş felsefi düşünce deneyleri arasında yer alır. İbn Sina bizden, daha önce var olmayan ve bu nedenle de hafızası olmayan yetişkin bir insanın aniden havada belirmesini tahayyül etmemizi ister. Adamın gözleri kapalıdır ve ortada işitilecek ya da koklanacak herhangi bir şey yoktur; adamın kolları yanlara açılmış ve böylece kendi vücuduna teması da engellenmiştir. Bu “uçan adam”, zihnine herhangi bir uyarıcı gönderilmediyse ve ortada duyularla algılanacak herhangi bir şey yoksa, neyi bilir? İbn Sina işte bu adamın, var olduğunu kavrayarak kendi nefsinden haberdar olacağını söyler. Bu savda ve diğerlerinde İbn Sina, öz-farkındalığı (self-awareness) felsefi psikolojinin merkezine koymada öncü olmuştur. Ve bununla birlikte o fevkalade iyi bir mantıkçıdır.

    Peki, bu tarihî olayların günümüz İslam kültürü için örnekliği konusunda ne söylenebilir? Felsefe tarihi bizlere İslam toplumunun geçmişi hakkında ne söylemektedir ve bugünün toplumuna ne tür örneklikler sunmaktadır? İmdi, İslam felsefesi çalışmaya dair bir şey şudur; bu durum sizleri, dinler arası işbirliği ve diyalog ihtimali hakkında daha iyimser kılacaktır. Hristiyanlar ve Yahudiler felsefenin nakli ve tercüme edilmesinde büyük rol oynamışlardır; başlangıçta Hristiyanlar Yunanca bilimsel çalışmaların Arapça’ya tercüme edilmesi işinin büyük kısmını gerçekleştirmişlerdir. Sonraları, miladi 10-12. yüzyıllarda Müslüman idaresindeki Endülüs’te yükselen görkemli Yahudi düşünce geleneği [nin de tercüme konusunda önemli bir işlevi vardır]. Yahudilik tarihinin en büyük düşünürlerinden biri olan ve İslam felsefecileriyle ilahiyatçılarından geniş bir şekilde faydalanmış olan İbn Meymun bu kapsama girer. Müslüman İspanya’daki meşhur “convivencia” (bir arada yaşama) gerilim ve hatta şiddet patlamalarıyla kesintiye uğramıyor değildi, ancak genel olarak burası barışçı ve evrensel “birlikte var olma” (coexistence) ile nam salmış bir yerdi. Oluşum döneminde ve sonrasında, fikri mahfiller arasında, gerçek ya da hayali, felsefi diyalog ve tartışmalar da oluyordu. Elbette ki bu tartışmalar her zaman için bütünüyle dostça değildi: dinler arası polemik az rastlanan bir durum sayılmazdı. Ancak bu durumlarda dahi, her iki tarafın da mantık ve felsefe araçlarını kullandığını belirtmek önemlidir. Pek çok tartışmacı, rasyonelliği ve felsefeyi, farklı din ve mezhep mensuplarının tartışmalarını konumlandırabileceği, tarafsız zeminler olarak görüyordu. Esasen, başlangıçta Yunan mantığıyla ilgili bazı eserlerin özellikle dinlerarası tartışmalarda kullanılmak üzere tercüme edilmiş olması muhtemeldir.

    Bu noktada, İslam felsefe geleneğinde din ve akıl arasındaki hepten boşluğa dikkat çekmek zikredilmeye değerdir. Çağdaş dünyada, inanç ile rasyonellik ya da din ile bilim arasında sıkı bir karşıtlık olduğunu varsaymak insanlar arasında yaygın bir durumdur. Ancak İslam dünyasındaki tarihî örneklikler aksine işaret eder. Şu kesindir ki, pek çok ilahiyatçı ve felsefeci aklın sınırlarını fark etmiş, hatta vurgulamış ve umumiyetle Tanrı’yı, insan havsalasının erişiminin ötesine yerleştirmiitir. Bununla birlikte, Hz.Muhammed’e gönderilen vahyi anlamak için (genellikle Tanrı vergisi olarak görülen) aklın kuvvelerini kullanmak tamamiyle yaygın bir ölçüttü. Bu tezin özellikle aşırı bir versiyonu, yalnızca gerçek bir felsefecinin İslam’ın mesajını bütünüyle anlayabileceğine inanan Farabi ve İbn Rüşd gibi Aristotelesci rasyonalist felsefeciler tarafından kullanılmıştır. Ancak, her ne kadar Tanrı’nın müminlere yüklediği birtakım hukuki ve dinî yükümlülüklerin [ardındaki hikmetin] bilgisine erişmek için yeterli olmasa da, daha yaygın olarak, aklın vahiyle kolayca uzlaşacağı varsayılıyordu. (Aynı konularda buna çok benzer bir dinamik Yahudi felsefecilerle İslam ilahiyatçıları ve felsefecileri arasında da oluşmuştu.)

    Modernlik öncesi İslam toplumuna dair diğer bir varsayıma göre; felsefeciler ve diğer aydınlar, gerçek bir şiddet olmasa dahi, sürekli bir siyasi baskı ve sansür tehdidi altında kalmış olmalıdır. Fakat bu iddianın aksine, elimizdeki verilerin çoğu özgür ve açık rasyonel sorgulamaların olduğunu gösteren örneklerdir. Bildiğim kadarıyla (bazen başka şekillerde sıkıntıya düşseler de, örneğin Selahaddin’in ergenlik çağındaki oğlu üzerinde çok fazla nüfuz kullanan felsefeci Sühreverdi’nin idam edilmesi gibi) savundukları felsefi görüşlerinden dolayı zulme uğrayan [Müslüman] bir felsefeci yoktur. Kuşkusuz, Gazâlî, bazı iddialarından dolayı İbn Sina’yı irtidadla suçlamıştır, fakat bu, bir yaptırım uygulamak üzere kurumsal olarak desteklenmiş bir yargı olmaktan uzaktır. Esasında, en azından oluşum dönemindeki Sünni İslam ve çağdaş ortaçağ Hristiyanlığı arasındaki ilginç bir zıtlık, Hristiyanlıkta ilahiyat ve felsefe doktrinleri üzerinde ciddi bir sansür oldukça yaygın iken İslam’da böyle bir şeyin hiç duyulmamış olmasıdır.

    Son olarak ifade etmek gerekirse, tarihsel gelenekle günümüz arasında bir süreklilik vardır. Ben çoğunlukla oluşum dönemiyle ilgili konuşmalar yapmışımdır, ancak daha önce bahsettiğim radyo programında, İslam dünyasındaki felsefenin öyküsünü yirminci yüzyıla kadar getiriyorum. Daha ileriki dönemlerde öne çıkan bir veya iki düşünüre –bilhassa Molla Sadra kesinlikle hak ettiği ilgiyi ziyadesiyle görmüştür- odaklanmaktan ziyade oluşum sürecinden sonraki gelişmeleri ciddi bir biçimde ele aldığınızda, Avrupa’da Rönesans ve Aydınlanma ile olduğu gibi, İslami entelektüel gelenekte gerçek bir kopma olmadığını görürsünüz. Bu, elbette ki, hiçbir yenilik olmadığı anlamına gelmez. Ancak yeni fikirler, gelenekle ilişki içinde doğma yönünde bir eğilim göstermiştir. Benzer şekilde, Avrupa felsefesi ve bilimiyle karşılaşmalar, hep İslam toplumunun entelektüel bağlamı tarafından şekillendirilmiştir. Bunun en iyi örneğini, siyasi reform ya da kadınların toplumdaki yeri hakkındaki tartışmalarda, hem Avrupalı felsefecilerden hem de İslam siyaset felsefesi ve sufizm ile Kur’an ve hadislerden yararlanılan son dönem Osmanlı döneminde görürüz. Muhammed Arkun, Muhammed el-Cabirive, Sadra geleneği içinde çalışan çok sayıda İranlı felsefeci gibi geçtiğimiz yüzyılın öncü pek çok Müslüman düşünürü de, ilham kaynağı olarak, bekleneceği üzere, oluşum ve oluşum sonrası döneme dönüp bakmışlardır. Bu kimseler uzun süre unutulmuş metinlerin tozunu sirkelememiştir yalnızca, yaşayan bir geleneğin parçalarını işe yarar hâle getirmişlerdir. Bu, sadece daha genel bir olguyu göstermektedir, yani nihayetinde felsefe tarihinin daima, bugünün felsefesine geliş hikâyemiz olduğunu. Ve [günümüzle] bundan daha ilgili ne olabilirdi ki?