Bir Özgürleşme Hareketi Olarak Oksidentalizm

Abdullah Metin

  • Sabah Ülkesi - Cover
  • Yüzyıllar öncesinde, Batı Avrupa’nın ‘‘medeniyet’’ten uzak yaşadığı, Mısırlılar’ın Hititler ile tarihin ilk antlaşmasına imza koyduğu, Yunanlılar’ın bir yandan Fenikelilerle ticaret yaparken diğer yandan Perslerle mücadele ettiği, Büyük İskender’in fetihlerine devam ettiği, yeryüzünde bir medeniyetin yıkılıp diğerinin kurulduğu ve son dinin üç kıtaya yayıldığı yıllarda, henüz dönmeye bile başlamamış olan ve hatta yuvarlaklığının üzerine şerh düşülmüş olan dünya, doğu ve batı şeklinde ayrılmamıştı. Medeniyetler arasında gerek ticaret gerek harp vesilesiyle bir etkileşim süregeldi. İlmin ortak bir miras addedildiği yıllarda İslam medeniyetinin mensupları Yunanlı üstatlarının eserlerine merak ve ilgiyle sarıldılar. Birinci milenyum geride kalırken, ataları olduklarını iddia ettikleri Yunanlıların emanetini Araplardan öğrenmeye koyulan Avrupalılar birkaç isim dışında bu yeni üstatları fazla zikretmemeye ve bu üstatların müstakil eserlerinin kendi medeniyetlerinin gelişimindeki payını gizlemeye gayret ettiler. Rönesans ve Reform dönemlerindeki gelişmeler, akabinde bilimsel ilerlemeler ve nihayetinde kapitalizmin keşfi ile ortaçağını geride bırakan Avrupa, artık kendini dünyanın geri kalanından farklı ve üstün görmeye başlamıştı. Yunanlı-barbar mücadelesini “Avrupa ve diğerleri” şeklinde okumaya, medeniyetinin menbaında yer alan Avrupa dışı malumatı reddetmeye, üstünü örtmeye başladı. Zamanı ve mekânı kendi tarihi ve kendi coğrafyası üzerinden yeniden şekillendirdi. Hristiyan dışı dünyayı (buna Ortodokslar da dahil), özellikle en büyük rakibi olarak gördüğü İslam’ı mahkum etmeye ve onun müntesiplerini küçümsemeye girişti. Ressamlar ve seyyahlar, Avrupalı’nın tanımadığı ama bir yandan da heybetinden çekindiği bu dünyayı kurgulamaya başladılar. Duygusal, şehvet düşkünü, sinsi, kurnaz, kestirilemez bir ‘‘doğulu’’ ve zevk ü sefa içinde, karmaşık, gizemli bir ‘‘doğu’’ portresi sunuldu; Edward Said’in deyimiyle “doğu doğululaştırıldı”. ‘‘Doğu’’ ne ise ‘‘batı’’ ondan beriydi. Böylece doğu ebedi, değişmez bir biçimde ötekileştirildi. Kapitalizmin gelişmesi ve sanayi devrimi akabinde seri üretime geçilmesiyle doğuya bakış farklılaştı. Avrupa’nın ihtiyacından daha fazla üretilen ürünler için pazar aranmaya başlandı. Gözler yeni ‘‘keşfedilen’’ dünyaya ve ötekilere çevrildi. Ama ‘‘ötekiler’’ giyeceği elbiseyi kendisi örüyor, süreceği parfümü bitkilerden kendisi üretiyor, kendi imkanlarıyla inşa ettikleri evlerinde yaşıyorlardı. Avrupa ürünlerinin bu coğrafyalara pazarlanması için ‘‘ötekilerin’’ değerlerinin değiştirilmesi gerekiyordu ve işte bu noktada Avrupa kendi modernleşmesini ‘‘ötekilere’’ “medeniyet” olarak sundu. Pozitivist bilim Avrupa’yı hükmen galip ilan ederken, bütün toplumların zorunlu olarak Avrupa’nın geldiği noktaya doğru evrileceğini savundu. Ama Avrupa’nın yaşadığı tecrübeyi yaşamaya gerek yoktu; Avrupa’nın ürettiklerini tüketerek, onun geliştirdiği içtimai, iktisadi ve siyasi değerleri benimseyerek onu takip edebilmek mümkündü. Önce “ötekiler” Avrupa’nın ürettiklerini tüketmeye ikna edildi, böylece tüketim kültürleri değiştirildi. Tüketim kültürü değişince ürettikleri ürünler de değişti. Üretilen ürünler aynıydı ama Avrupa ürünleri ile rekabet edebilmek için üretim kültürü de değişti ve ‘‘ötekiler’’ makinaya, bankaya bağımlı hâle geldi. Eşya, onu üreten zihniyetten bağımsız teşkil etmemesi sebebiyle, kullanılan eşyanın değişmesi masum bir ‘‘araç’’ın değişmesi değil bir ‘‘zihniyet’’in değişmesi idi ve sessiz sedasız bir şekilde değerler değiştirildi. ‘‘Gelişen’’ sosyal bilim bu değişimi destekledi; toplumları geleneksel ve modern şeklinde ikiye böldü, gelenekseli mahkum ederken, moderne methiyeler dizdi. Avrupa’nın tüketim alışkanlıklarının ve değerlerinin ‘‘gerisinde’’ kalan Afrikalılar birdenbire ‘‘yamyam’’, Asyalılar ‘‘ilkel’’ oluverdi. Gelenekselin çöküşünü gören ‘‘aydınlar’’ modern bilginin peşine düştüler ve Avrupalıların şaşkın bakışları altında Avrupa’nın değerlerini hararetle, şevkle ve daha gür bir sesle toplumlarına anlatmaya başladılar. Avrupa’yı açıklamak için üretilen teorilerle kendi toplumlarını açıklamaya çalıştılar, açıklayamadıklarında ise hatayı hiçbir zaman teoride aramadılar ve toplumlarının daha fazla ‘‘ilerlemeye’’ ihtiyaç duyduğunu tespit ederek ‘‘oto-oryantalizm’’in muazzam örneklerini sergilediler. Hikmetin bir kenara bırakılması ve bilginin tekelleşmesi ile düşüncede dönüşüm de tamamlanmış oldu. Tüm bu çabalar sonucu aile bağları zayıfladı, cemaatsel yapılar çözüldü ve insan ‘‘fert’’ten ‘‘birey’’e dönüştü. Kendisini sınırlayan tüm bağlardan koparılan birey yeni medeniyetin işleyiş mekanizmasının en önemli parçası hâline geldi. Medeniyetlerin nesilden nesile intikalinin en önemli durağı olan kadın, bu statüsünden azledilirken, ‘‘haklarını’’ savunduğuna inandığı güçler tarafından kapitalist medeniyetin ucuz iş gücü ve tüketim aracı olarak sahneye sürüldü. Gelişmişlik göstergesi olarak lanse edilen sivil toplum kuruluşları, toplumun modernleşmesinin/batılılaşmasının motor gücü olarak sistemdeki yerini aldı. Son olarak yönetim yapıları değiştirildi. İçtimai ve iktisadi entegrasyonu yavaşlatan monarşik yapıların yerine kimi zaman sert, kimi zaman yumuşak güç kullanılarak liberal demokrasiler ikame edilmeye çalışıldı. Tüm bu süreç içerisinde ismen uluslararası ama fiiliyatta uluslara ait olan kuruluşlar dönüşümün gözlemcisi, meşrulaştırıcısı ve bazen de zorlayıcısı oldular. Ve en nihayetinde ‘‘öteki’’; içtimai, iktisadi, siyasi ve fikri olarak ‘‘ben’’e (Avrupa medeniyetine) bağımlı kılındı. Babasıyla övündü ama efendisine öykündü. Aidiyet duyduğu medeniyeti ile pratiğini devam ettirdiği medeniyet arasında yani iki paradigmanın arasında kaldı; üretemedi ve üretemediği için de efendinin ürettiklerinin basit bir tüketicisi hâline geldi.

    Oksidentalizm; Avrupa’nın bu mütecaviz tavrına karşı verilen bir tepki, yok olmaya yüz tutan ‘‘ben’’i ihya etme hareketidir. ‘‘Ben’’i Avrupa’nın tecavüzünden korumaya yönelik ilk adım Rus çarı I. Petro (Deli ya da Büyük Petro) tarafından atılmıştır. Garbın silahıyla silahlanmayı esas alan bu adım daha sonra (bilinçli ya da değil) Osmanlı sultanları III. Selim, II. Mahmud ve Japon imparatoru Meiji tarafından da takip edildi. Medeniyetimizin 17. yüzyıl itibarıyla üretemez hâle geldiğini, Avrupa’nın ise ortaçağını sona erdirip sanatsal, edebi, fikri ve iktisadi bir üretkenlik içerisine girdiğini fark edemeyen Osmanlı sultanları aslında bir sonuç olan savaşlardaki mağlubiyetleri gerilemenin sebebi zannederek reformları askeri alanda yoğunlaştırdı. Osmanlı, Nizam-ı Alem’den Nizam-ı Cedid’e geçişin basit bir kılıç-tüfek değişimi ile mümkün olamayacağını anladığında ise Avrupa kendisi için çoktan ‘‘hasta adam’’ teşhisini koymuştu. 19. yüzyılda “Avrupa’nın ilmini ve tekniğini alalım, yaşam tarzını almayalım” şeklinde birinci tepkinin biraz reforme edilmiş şekli dile getirilmeye başlandı ve Meiji dönemi Japonyası misal gösterildi. Eşya ile onu üreten ruhun mündemiçliğinin görülememesi ve tekn/ik/oloji ithal etmenin aslında bir hayat tarzı ithali olduğunun teşhisinin yapılamaması sebebiyle tavsiye edilen tedavi, hastalığı ilerletmekten başka bir işe yaramadı. Aynı dönemde Muhammed Abduh, Cemaleddin Afgani, Reşit Rıza gibi isimler Avrupa’nın söylemine bir karşı-söylemle cevap vermeye çalıştılar. Farklı isimler tarafından da dile getirilen, “Avrupa’nın, gelişimini İslam-Doğu’ya borçlu olduğu, Avrupa’nın yücelttiği değerlerin aslında bizim dinimizde/medeniyetimizde de yer aldığı” şeklindeki savunmacı (apolojetik) üslup Avrupa’nın azametini tasdik etmekten öteye gidemedi. 20. yüzyılda Mısır merkezli İhvan-ı Müslimin çizgisi bu savunmacı üslubu terk ederek söylem inşası noktasında önemli adımlar attılar. Hasan El Benna ve özellikle Seyyid Kutup ‘‘medeniyet İslam’dır’’ düsturuyla Avrupa’nın görünürdeki üstünlüğünü reddettiler ve medeniyetin yeniden ihyası hususunda fikirler geliştirdiler. İkinci Dünya Savaşı devam ederken 1942 yılında Japonya’nın Kyoto kentinde de önemli bir konferans gerçekleşti. “Moderniteyi Alt Etme” adını taşıyan konferansın katılımcıları Meiji dönemi reformlarını eleştirdiler ve Batı aklı ile Japon kanı arasında bir savaşın yaşandığını belirterek, siyasette demokrasinin, ekonomide kapitalizmin, düşüncede liberalizmin alt edilmesinin gerektiğini vurguladılar. Birey anlayışını ve içtimai dünya görüşünün yerine bireyin ihtiyacına odaklanan bilgide uzmanlaşma (bilginin parçalanması) anlayışının geçirilmesini reddettiler. Bilgi mevzuu daha sonra Müslüman düşünürler tarafından da ele alındı. İsmail Raci el Faruki “bilginin İslamileştirilmesi” ve Nakib El Attas “bilginin de-westernizasyonu” tezlerini sundular. Seyyid Hüseyin Nasr ise pozitivist düşüncenin yok saydığı ‘‘hikmet’’in geri kazanılması ile ilgili çalışmalar yaptı.

    Oksidentalizmin bir disiplin hâline getirilmesi ile ilgili en önemli adım Mısırlı felsefe profesörü Hasan Hanefi tarafından atıldı. Hanefi, 1992 yılında kaleme aldığı Mukaddime fî ilmil-istiğrab (Oksidentalizm İlmine Giriş) kitabında ‘‘oryantalizmin saldırganlığına karşı bir nefsi müdafaa hareketi’’ olarak gördüğü oksidentalizmi etraflı bir şekilde tanımlamaya ve savunmaya çalıştı. Takip eden yıllarda bu konuda Asya ve Avrupa’da da birkaç çalışma neşredildi. Oksidentalizm literatürünü tanıtmayı ve geliştirmeyi arzu ettiğimiz Oksidentalizm: İki Doğu İki Batı isimli çalışmamızda ilgili literatürdeki oksidentalizm tanımlarını inceledik. Tanım üzerinde bir ittifak olmadığını müşahede ettik ve şu şekilde üçlü bir tasnife gittik.

    1. Oksidentalizmi, Doğu’nun Batı’yı araştırması ve Batı’nın saldırganlığına karşı bir müdafaa yöntemi olarak ele alan görüşler,
    2. Oksidentalizmi Batı düşmanlığı olarak ele alan görüşler,
    3. Oksidentalizmi nasıl daha iyi Batılı/modern olunur sorusunun cevabını verebilecek bir disiplin olarak ele alan görüşler.

    Birinci görüş, yukarıda tarihsel gelişiminden bahsettiğimiz tepkinin bir uzantısıdır. Burada Batı’nın tahakkümünden kurtulma mücadelesi vardır. Bu mücadele, Batı’yı külliyen reddetme, savunmacı bir üslup kullanarak Batı’nın baskısını azaltmaya çalışma ya da bir yandan ‘‘ben’’i tekrar ihya etmeye çalışırken bir yandan da Batı üzerine incelemelerde bulunarak Batı’dan ithal edilecek olanların kırmızı çizgilerini belirleme ve hatta Batı medeniyetini tahrip etmeye çalışma şeklinde olabilir. Bu görüşün en önemli temsilcisi olan Hanefi oksidentalizmi “Doğu’da Batı’yı Batılı olmayan bir dünya görüşünden hareketle inceleyen bir bilim” bir bilim olarak niteler. Ona göre, Batı artık öznelik vasfını kaybetmektedir ve Batı’nın özneliğini ifade eden “cogito argo sum” düsturu, Batı dışı dünyada “studio argo sum” hâline dönüşmüştür. Yani Batı dışı dünya ürettiği ölçüde var olmayı başarabilecektir. Batı’nın üreten ‘‘öteki’’nin tüketen, Batı’nın efendi ‘‘öteki’’nin itaat eden, Batı’nın muallim ‘‘öteki’’nin talebe olduğu sistemi değiştirmeye çalışan oksidentalizm, Batı’yı uyarma ve Doğu’yu uyandırma gayreti içerisindedir. Doğu’nun sadece topraklarını değil, zihnini, içtimai, iktisadi, siyasi hayatını, kültürünü ve medeniyetini de sömürülmekten kurtaracak külli bir dekolonizasyon hareketidir. Kısaca oksidentalizm; Batı’nın yarattığı ve ‘‘ötekiler’’e dayattığı tektipleştirme hareketine karşı bir direniş ve Batı’yı kendi sınırlarına döndürme hareketidir.

    İkinci görüş birçok isim tarafından dile getirilmekle birlikte, Ian Buruma ve Avishai Margalit 2004 yılında yazdıkları Oksidentalizm: Düşmanlarının Gözünde Batı isimli kitapla bu görüşün en önemli temsilcisi olmuşlardır. Yazarlara göre oksidentalizmin başlangıç tarihi 1942 Kyoto Konferansıdır ve hatta Japonya’yı “yıkıcı oksidentalizmin fidanlığı” olarak tanımlarlar. Daha önce de belirttiğimiz gibi, konferansta Meiji dönemi reformları eleştirilmiş ve modernitenin alt edilmesi gerektiği belirtilmişti. Burada önemli bir noktaya değinmek gerekiyor; ‘‘öteki’’lerin Batı’ya verdiği tepki Batı’nın değerlerine değil, Batılı değerlerin empoze edilmesine verilen bir tepkidir. Ve bu tepki, Batı’nın değerlerini yok etmeyi değil, Batı’yı kendi sınırlarına döndürmeyi amaçlamaktadır. Nefsi müdafaa kabilinden olan bu tepki yazarlara göre Batı düşmanlığının bir ifadesidir. Kitapta şöyle denilmektedir: Batı pop kültürünü, global kapitalizmi, ABD dış politikasını, büyük şehirleri ya da cinsel serbestliği sevmemek büyük bir güç taşıma ölçüsü değil, bu amaçla Batı’ya savaş açma arzusu ölçüsüdür. Yazarlara göre Batılı değerlere savaş açan herkes oksidentalisttir; Pearl Harbour’da Amerikan donanmasına saldıran Japon kamikaze pilotları, “biz kazanacağız; çünkü Amerikalılar Pepsi-kolayı seviyor, biz ise ölümü” diyen Taliban mücahitleri ve “mutluluk sadece ölüme kendini adamada bulunur” marşını söyleyerek İngiltere’ye saldıran Alman askerleri arasında Batı’ya düşmanlık anlamında bir fark yoktur.

    Buruma ve Margalit’in bu görüşleri oksidentalist terimini de tartışmalı hâle getirmektedir. Yazarlar aydınlanmaya, kapitalizme, globalizme, endüstrileşmeye karşı çıkan herkesi –Doğulu veya Batılı olması fark etmez- oksidentalist olarak görürler. Bu durumda Usame bin Ladin ile Hitler aynı saftadır. Oysa birinci görüş, Batı içerisinden Batı’yı çalışanları –bu çalışma eleştiriri düzeyinde bile olsa- oksidentalist olarak görmez. Oksidentalist, Batı’nın dışından Batı’ya bakan ve bu bakışını yukarıda bahsetmiş olduğumuz birinci görüş doğrultusunda anlamlandırmış olan bir gözdür. Tez-antitez-sentez biçiminde ilerleyen Batı tarihinde içeriden gelen zahirde yıkıcı eleştiriler bile bu medeniyetin dönüşüm geçirerek gelişmesini sağlamıştır. Batı’da yaşayan ‘‘öteki’’lerin durumu ise farklıdır. Batı coğrafyadan ziyade bir değer, bir aidiyet hissidir. Bu sebeple Batı’da kendisini ‘‘öteki’’ olarak hissedenler oksidentalist kategorisine dahil edilebilir.

    Oksidentalizmin tanımına dair üçüncü görüş, oksidentalizmi Batı düşmanlığı, karşıtlığı olarak görmez. Bu tanıma göre oksidentalizm; Batılı/modern değerlerin geliştirilmesini ve Doğu’nun Batı’dan faydalanmasını sağlayacak bir disiplindir. Bu görüş içerisinde dahil ettiğimiz yazarlardan Couze Venn oksidentalizmi, “Avrupa’nın Batı, dünyanın da modern olma süreci” olarak tanımlar. George Yong-Boon Yeo ise önce oryantalizme farklı bir bakış açısı getirir. Yeo’ya göre oryantalizm sayesinde Batı Doğu’dan kendi medeniyetini geliştirecek bilgi ve teknik birikimini elde etmiştir. Yeo bu noktadan hareketle oksidentalizmi, “Asyalıların Batı’nın en iyilerini; bilimini, sanatını, fikirlerini alması” olarak tanımlar. Ona göre oksidentalizm, oryantalizmin öbür yüzü olarak süreci Batılılaşmadan (westernization) daha iyi tanımlar; çünkü Batılılaşma Asyalı karakterimizi kaybettiğimiz bir değişim anlamına gelirken, Oksidentalizm Asyalı karakterimizi kaybetmeden “tercihe dayalı” bir değişim anlamına gelir. Bu görüş, Batı’dan ithal edilecek olanın sınırını çizme noktasında birinci görüşe benzemekle birlikte aslında arka planında bir “bilinçli modernleşme” arzusu yatar. Chih-yu Shih’e göre doğu Asya’yı bu düşünceye yönlendiren Konfüçyan öğreti ve Şinto inancıdır. Bu inançlara göre her ferdin merkeze ulaşma potansiyeli vardır. Bu öğreti dünya algısına uygulandığında, merkezin yeni gücü Batı’dır. Merkeze konumlanmayı başarabilmiş bir güce karşı direnebilmek mümkün değildir, o halde Batı’nın bilimini ve kurumlarını adapte ederek kendini merkeze göre düzeltmek (self-rectification) ve merkez olmaya doğru ilerlemek gerekir. İşte birinci görüşte dile getirilen oksidentalizm ile Asyalı oksidentalizmin ayrışma noktası burasıdır; birinci görüşte merkez ‘‘doğru’’ anlamına gelmez, dolayısıyla merkez ölçüt alınarak ‘‘ben’’e biçim verilmez. Aksi takdirde ‘‘ben’’, ‘‘merkez’’e benzemeye başlar. Asyalı karakteri korumayı başaramayan Japonya ve Çin’in modernleşme tecrübeleri bize bu konuda önemli ipuçları vermiştir.

    Her fikir gibi oksidentalizm de ortaya konmasının akabinde eleştiriye tabi tutulmuştur. Bu eleştirilerin bazıları doğrudan Hanefi’nin fikirlerini hedef alırken, bazıları da oksidentalizmin kendisine yönelmiştir. Bu eleştirilerin en temel olanlarını şu şekilde sıralayabiliriz: Oksidentalizm; 1. Oryantalizmin ben-öteki ayrımından hareket etmektedir. 2. Tersinden oryantalizm tuzağına düşmektedir. 3. İslam’ı dinamik, Batı’yı statik görmektedir.

    Yazımızın başında belirttiğimiz gerekçelerden dolayı oksidentalizmin başlangıç noktası kendi medeniyetini iyi tanımak, bu medeniyetin kavramlarını haiz olmak olmalıdır. Eğer bu başarılabilirse, zihni iki paradigmanın arasında kalmaktan kurtulan medeniyetin mensupları kendilerini ve Batı’yı Batılı kavramlarla anlamaya ve açıklamaya çalışmaktan kurtulacak ve üretmeye başlayacaklardır. Üretim sürecinin tekrar başlamasıyla birlikte –tıpkı oryantalizmin yaptığı gibi- sırtını bir medeniyete dayamanın özgüveni ile Batı’yı araştırmaya başlayacaktır. Zihnen hür olma bağlamında eşitler arasındaki bu ilişki daha sağlıklı bir etkileşim ve alışveriş imkânı sağlayacaktır. Bu araştırma sürecinde Batı’yı homojen bir yapı olarak ele almamak gerekir. Latin Amerika ve Afrikalılar uzunca bir süre Avrupa’yı “beyaz adam” tanımlaması içinde homojenleştirse de İslam ve Uzak doğu medeniyetinin mensupları Avrupa’nın parçalı bir yapı olduğunu ve her parçasıyla ayrı ayrı ilişki kurulabileceğini idrak etmişlerdir. Bu idrak devam ettirildiği takdirde Batı’yı ontolojik/değişmez bir öteki olarak görmenin de önüne geçilecek ve oryantalizmin yaptığı hata tekrarlanmamış olacaktır. Batı’nın statik bir yapı olmadığı da aşikardır. Bu sebeple oksidentalizm çalışmaları Batı’nın herhangi bir anda çekilmiş fotoğrafına değil, geçirdiği süreçlere odaklanmalıdır.

    Komünizmin pratiğinin çöktüğü, kapitalist (post)modern medeniyetin ise küreselleşme vesilesiyle yayıldığı ama fikri olarak üretemediği ve hatta üretilmiş olan anlamları tüketmeyi bir anlam olarak sunduğu çağımızda, insanlığın ihtiyaç duyduğu anlamı ona yine kadim dünya sunacaktır. Batı bu dünyayı yok saymış ve tahakküm altına almışsa da 20. yüzyılın ikinci yarısında başlayan yükseliş umut vericidir. İşte oksidentalizm, Batı’nın bu tahakkümünden özgürleşmenin ve dünyaya ihtiyaç duyduğu anlamı sunabilmenin adıdır.