Avrupa’da Mevlevi Ayinlerinin ilk yılları

Kudsi Erguner

  • Sabah Ülkesi - Cover
  • Karşıt kültür (Counter-Culture) fikrini ilk kez 1960’lı yıllarda, sosyolog John Milton Yinger, ünlü American Sociological Rewiew dergisinde öne sürmüştü. Toplumun tümü üzerinde etkin olan kültürün yanı sıra sadece küçük gruplar tarafından yaşanan alt kültürlerin de olduğunun altını çizen bu makale, yepyeni bir fikir ve sanat hareketinin doğuşuna öncülük etti. Kısa bir zaman sonra Paris’ten başlayarak, tüm Avrupa’ya yayılan bu akımın Fransa’daki ilk ürünü Jacques Bergier ve Louis Pauwels adlı iki yazarın müşterek olarak yazdıkları Le Matin des Magiciens (Sihirbazların Sabahı) adlı kitaptı. Louis Pauwels’ın 1961-1971 yılları arasında Planéte dergisinde çıkan yazıları da, Realisme Fantastique (Fantastik Gerçekçilik) hareketinin gelişimini sağladı. Kaybolmuş medeniyetler, bâtıni (esotérique) akımlar, mistisizm, etnoloji, bioloji, kurgu bilimi gibi konuları içeren Planéte dergisi, savaş sonrası Avrupa’sının entelektüellerini etrafında toplamayı da başardı.

    Bu hareketin etkilediği önemli isimler arasında, 1972 yılından itibaren benim de öğrenim gördüğüm, Paris Mimarlık Fakültesi’nin (Ecole Spéciale d’Architecture) dekanı olan, ünlü Fransız kültür adamı, yazar ve sosyolog Jean Duvignaud da vardı. Aynı okulun profesörlerinden Herve Baley ve ortağı Daniel Ginat da, 1960’lı yıllardan itibaren her yıl Konya’da düzenlenen Mevlana ihtifallerinin veya bugünkü tabir ile anma törenlerinin müdavimiydiler. Herve Baley aynı zamanda anma törenlerinin konuşmacıları arasındaydı. Talebeleri ile her Aralık ayında, İstanbul Mevlevi Heyeti’nin kaldığı Konya’daki Şahin Oteli’ne yerleşerek, o yıllarda sema yapılan Konya Kapalı Spor Salonu’nun dekorunu da hazırladı. Sonunda, Mimar Herve Baley’in sofrasında, yazar Louis Pauwels, Jean Duvignaud ve Unesco’nun Kültürel Araştırmalar Müdürü, Afgan asıllı, Necmeddin Bamat’ı biraraya getiren bir akşam yemeğinde Paris’e bir Mevlevi heyeti davet etmek fikri doğdu. Daha sonra ünlü tiyatro yönetmeni Jean Vilar, modern balenin öncülerinden, koreograf Maurice Bejart ve müzikolog Bernard Mauguin’in de katıldığı bu grup projenin yönetici kadrosunu oluşturdular ve 1966 yılında Unesco vasıtasıyla Türkiye Cumhuriyeti Turizm ve Tanıtma Bakanlığı’na resmen müracaat ederek, rahmetli babam Neyzen Ulvi Erguner’in başkanlığında, yirmialtı kişilik bir heyetin Paris’e gelmesini sağladılar. Konya belediye başkanı Hilmi Nalçacı, yardımcısı Mustafa Koşan, turizm derneği temsilcisi, avukat Mehdi Halıcı ve dışişleri bakanlığından profesör Hilmi Ziya Ülken de bu heyete dâhil oldular. 30 Mart-12 Nisan 1966 tarihleri arasında yapılacak Mevlevi toplantıları için, Paris’in 8. bölgesindeki Berryer sokağında bulunan, Salamon de Rothschild’in görkemli malikânesi (l’Hôtel Salomon de Rothschild) uygun görüldü.

    Avrupa’daki bu ilk Mevlevi semai büyük bir titizlikle hazırlandı. 18:30’da gelen davetliler, önce Bernard Mauguin’in tanıttığı Mevlevi musikisi ile yazar, mühendis ve dergi sahibi Roger Drouhin ve profesör Hilmi Ziya Ülken tarafından verilen konferansları dinlediler, ardından Türk turizmini teşvik edici bir film seyrettiler. Sonradan Süleyman Dede namıyla Mevlevi şeyhi ilan edilen, Konyalı ahçı Süleyman Loras’ın hazırladığı lokma pilavı ve irmik helvasının davetlilere sunulmasını takiben Mevlevi ayini başladı. Kûçek Derviş Mustafa Dede’nin bestelediği Bayatî makamındaki ayin okundu ve Selman Tüzün başkanlığında sema edildi. Sema bittikten sonra da Konya belediye başkanı ile turizm derneği üyeleri sorulara cevap verdiler. Fransız basını ve aydınlarının büyük ilgisini çeken bu ilk semaları, dönemin turizm ateşesi Mukadder Sezgin bakanlığa şöyle rapor eder: Hey’et kendisine tevdî edilen görevi başarı ile ifa etmiştir. Bakanlığımızın bu turizm ve tanıtma faaliyeti Türkiye lehine Fransa’da müsbet tesirler icra etmiştir.

    Bu ilk Avrupa seyahatinde yaşanan bazı önemli hususların da altını çizmek gerekir: Konuşmalar Mevlevi ayinini icra eden kişiler değil, turizm bakanlığı ve Konya turizm derneği mensupları tarafından yapıldı, yani Mevlevi olarak ayini icra edenler özellikle konu dışı bırakıldılar. Devlet ayine sahip çıkmakla birlikte, heyet mensuplarını hakiki Mevlevi dervişi gibi tanıtmadı veya otantik sema ayini vs. gibi iddialarda bulunmadı. Asıl amaç turizmi geliştirmek ve Türkiye’yi tanıtmak olduğundan, kanunlarla yasak olan bu tarikat ayini Türkiye Cumhuriyeti Devleti eliyle ilk kez vitrine konuldu. Oysa Fransızlar için ana konu; hala yaşadığına inanmak istedikleri zengin bir alt kültürdü, İslam dünyasıyla, Hazreti Mevlana’nın eserleriydi. Cumhuriyetin ilanından beri, ne kadar kısa zamanda Avrupalı (!) olduğumuzu ispat etmek için, orkestralarımızı, bestecilerimizi, kemancılarımızı, piyanistlerimizi tanıtmaya çalışan devlet, ilk kez Batılı aydınların yoğun mistik ilgilerine yenik düşüyordu.

    İki yıllık bir aradan sonra aynı heyet, ikinci kez Paris’e davet edildi ve daha geniş bir kitleye, Boulevard Raspail’daki Amerikan Kültür Merkezi’nde sema gösterileri sunuldu. 1970 yılında ise Chatelet meydanındaki şehir tiyatrosunda (Theatre de la Ville) bir hafta boyunca binlerce kişi Mevlevi ayini izledi. Benim de neyzen olarak katıldığım bu seyahat aslında biraz emrivaki oldu. Konya belediyesi mensubu Mustafa Koşan’ın Paris’te tahsil yapan oğlu, kendi inisiyatifi ve mimar Daniel Ginat’nın aracılığıyla şehir tiyatrosuna Mevlevi gösterileri önermiş. Bizlere söylendiğine göre, tiyatro müdürü bu tecrübesiz ve hevesli delikanlıya, sadece otel parası, ayrıca kişi başına haftalık 100 Fransız Frangı karşılığında, yedi Mevlevi gösterisi için imza attırmış.

    Eldeki bütçenin yetersizliği veya Konyalı yöneticilerin ince hesapları nedeniyle bu sefer Paris yolculuğunun kara yoluyla yapılmasına karar verildi. Konya belediyesinin bir otobüsü, Nisan ayının güneşli bir gününde, bizleri Sirkeci vapur iskelesinden alarak Edirne yoluna koyuldu. Şoförü ömründe Konya dışına çıkmamış, bu amortisörü bile olmayan otobüste, rahmetli babam, Saadeddin Heper, Aka Gündüz, Doğan Ergin, Cinuçen Tanrıkorur, Selman Tüzün, Ahmet Kasapoğlu, Nezih Uzel, hâlen hayatta olan Cüneyd Koşal, Ahmet Hatipoğlu ve Konyalı genç semazenler vardı. Üç gün süren bu sefer boyunca, Konya’da stoklanan barbunya ve zeytinyağlı dolma konserveleri yenildi ve Yugoslavya’da her odasında beş altı kişinin kaldığı otel dışında, otobüste gecelendi.

    Avrupa’da Mevlevilere duyulan ilgi gittikçe büyüyordu. 1971 yılında, yine rahmetli babamın yönetiminde, Londra’da yapılan Mevlevi ayinleri belki de yurt dışında yapılan en görkemli Mevlevi ayinleriydi. Sadece neyzenleri sayarsak; Ulvi Erguner, Selami Bertug, Niyazi Sayın, Aka Gündüz Kutbay, Doğan Ergin, Arif Biçer ve Kudsi Erguner, toplam 41 kişinin katıldığı bu heyetin ne kadar büyük olduğu anlaşılabilir. Euston Road üzerindeki, Friend’s House adlı bir toplantı binasında Londra’nın tüm mistik gruplarını içinde barındıran bir izleyici kitlesi önünde beş Mevlevi ayini yapıldı. Hüseyin Fahreddin Dede’nin bestelediği Acemaşiran ayini okundu ve bestekârın torunu Selman Tüzün postnişinlik yaptı. Londra’da Mevlevi ayinlerini izleyen kalabalık Paris’teki sanat ve edebiyat çevresinden çok daha farklıydı. Kendilerini sufi kabul eden ve çoğu bir cemaatin mensubu olan bu seyirciler belki de Mevlana hakkında bizden fazla bilgi sahibiydiler. Artık konu, Türkiye’yi tanıtmak, turizmi teşvik etmek gibi saçmalıklar değil, gerçekten Mevlevilik ve Mevlana idi.

    Başımızdaki büyüklerimiz, ağabeylerimiz, cumhuriyetin ilk nesilleriydi. Bugün hayatta olan neyzen Niyazi Sayın ve rahmetli Selami Bertug’un başını çektiği bir grup, ayine smokinle çıkılmasını savundu ve rahmetli babamı kıyafet kanununa karşı çıkmakla suçladılar. Neredeyse Mevlevi kıyafetine bürünmekten utanan Avrupai (!)Mevleviler ile kendilerini Avrupa’nın Sufisi addeden izleyiciler arasında oldukça büyük bir paradoks vardı.

    1972 yılında ise, yine benim de katılma şansına eriştiğim, daha küçük bir heyet, Amerika ve Kanada’nın önemli şehirlerinin en büyük kültür merkezlerinde Mevlevi ayini icra etti ve binlerce kişilik bu salonlar her defasında tıklım tıklım doldu. Bir yandan Konya turizminin, bir yandan da Batı ülkelerindeki mistik hareketlerin canlanması işte bu ilk Avrupa ve Amerika seyahatlerinin sonucudur. Yapılan bu seyahatler sürecinde yakın ilişkiler kurulan cemaatlerin en etkini George Ivanoviç Gurciyef ve öğrencileri ile oldu.

    1877 yılında Ermeni bir anne ile Rum bir babanın çocuğu olarak Ermenistan’da doğan Gurciyef, gençlik yıllarında Hakikat Arayıcıları adlı bir mistik grup kurmuş, 1917 Bolşevik ihtilalinin ardından, etrafındaki talebeleri ile, kısa bir müddet için İstanbul’a gelmiş, sonra da Paris’e yerleşmiş… İstanbul’da kaldıkları eve yakın olan Galata Mevlevihanesi’ne devam eden bu grubun felsefi ve gnostik öğretisi birçok sanat adamını da etkisi altına almış. Amerikalı mimar Frank Llyod Wright, Fransız şair René Daumal, besteci Thomas de Hartman, ressam Alexandre de Salzmann, eşi Jeanne de Salzmann ve ünlü yönetmen Peter Brook kendi sanat dallarına Gurcief’in öğretisini adapte etmişlerdi. Gidilen bütün büyük şehirlerde vakıfları olan bu cemaat, Mevlevi heyetini evlerine, merkezlerine davet etmişler, birçoğu daha sonraları İstanbul’a ve Konya’ya gelerek heyet mensupları ile yakın dostluklar kurmuşlardı. Gurciyef kendisini herhangi bir dinin veya geleneğin temsilcisi olarak tanıtmamakla beraber, öğretisinin, müziklerinin, ortaya koyduğu mistik dansın, Mevlevi seması ve Bektaşi samahından esinlendiği kesindir.

    Bir diğer cemaat ise Pîr Vilayat Inayat Khan’ın yönettiği Ordre Soufi International (Uluslararasi Sufi Tarikati) idi. 1916 yılında Hintli bir baba ve İngiliz bir anneden doğan Vilayat Khan, ikinci dünya savaşında İngiliz ordusunda deniz subaylığı yapmış, Paris Üniversitesi’nde psikoloji ve matematik okuduktan sonra Hindistan Çistiya (Sistiye) tarikatına girmiş, Tibet’e giderek Budistlerle, Yunanistan’daki Atos Manastırı’ndaki rahiplerle beraber olmuş, Fransa’da Benedikten papazları ile kalmış, 1956 yılında, Batı ve Doğu sentezi olan Evrensel Sufilik iddiasindaki cemaatini kurmuş. 60’lı yılların Hippi hareketinin bir kısmını da etrafında toplayan bu hareket, bütün mistik ve dinî dövizleri Sufilik adı altında birbirine karıştırmış.

    1972 yılında Newyork’ta yapılan Mevlevi ayini sonrasında, büyük bir apartmanın salonuna bütün heyeti davet ederek, Pir Vilayat Khan’ın başkanlığında bize kendi ayinlerini icra etmişlerdi. Saçı sakalı birbirine karışmış, kadınlı erkekli bu evrensel sufi ayini (!) bizler için oldukça acaip bir manzara teşkil ediyordu. Lakin yıllar sonra bizim de onlara benzeyerek dinî ve tasavvufi değerlerden bu kadar uzaklaşacağımız elbette kimsenin aklının ucundan geçemezdi.

    Diğer taraftan bizi Amerika’da, Los Angeles yakınlarında kurduğu Sufi köyüne davet eden Derviş Sam ve cemaati bizlere neredeyse tüm Amerika’nın sufi olduğu intibaını veriyordu. Boyunlarında uzun tesbihler asılı, her parmaklarında hikmet alameti bir gümüş yüzük takılı, pembe pantalonlu, uzun tunikli, uzun sakallı bu müridler ve onların etrafında dolaşan, kendini cennet hurisi zanneden, uzun saçlı, beyaz uzun entarili kadınlarla çocuklarından oluşan, binlerce kişilik cemaati hektarlarca büyüklükte bir arazide hep birlikte yaşamaktaydı. Onların kalabalık bir halka hâlinde, İnşallah Mabudela cümlesini tekrar eden bir müzik eşliğinde dönüşlerini hayret içinde izlemiştik.

    Londra’da Gurciyef’in talebelerinden Ouspensky adlı bir filozofun kurduğu cemaat ise, havaalanı yolu üzerindeki Colette House isimli binada toplanmaktaydı. Daha sonra, Yenikapı Mevlevihanesi’nin son şeyhi, Baki Dede’nin oğlu Resuhi Baykara’dan Mevlevi semaını öğrenerek, Mevlevilik ile Ouspensky’nin bâtinî (Gnostik) öğretisini birleştiren bir grup ise, 1971 yılında, Londra’da yapılan semadan sonra bizleri kendi merkezlerine davet etmiş, onların semalarına bizler de, yine Acemaşiran Mevlevi ayinini okuyarak eşlik etmiştik. O geceden bir yıl sonra, şeklen belki de bizim semazenlerden daha haşmetli sema eden bu İngilizlere, beş ay boyunca Mevlevi musikisi meşk ettim ve plak yerine canlı muzik ile sema etmelerini sağladım.

    Yine Londra’da, bize yakın ilgi gösteren diğer bir grup ise, 1911 yılında İstanbul’da doğmuş olan Mısırlı İsmail Paşa’nın torunu, Bulend Rauf ve kurduğu Beshara esotheric (mistik) okulunun talebeleriydi. Bulend Rauf, 1945 yılında Mısır Kralı Faruk’un kız kardeşi, Prenses Faize ile evlenerek, Nasır’ın iktidara gelişine kadar Kahire’de yaşamış, daha sonra İngiltere’ye yerleşerek İbn Arabî hazretlerinin Fusus-ul Hikem’ini İngilizceye tercüme etmişti. Ibn-i Arabi Society’nin kurucusu ve ilk başkanı da olan Rauf Bey, 1987 yılında İskoçya sınırındaki Chisholme House’da vefat etmişti.

    Londra’daki Mevlevi ayinleri sürecinde kendisi ve taleberiyle tanıştığımız bir diğer tarihi şahsiyet ise, Atatürk’ün Samsun’a gitmesi için İstanbul’dan çıkış vizesini imzalayan, işgal yıllarının İngiliz istihbarat subayı Jhon Godolphin Bennett’tir. Osmanlı Meclis-i Mebusanı’nı bastırıp İttihatçıları Malta Adası’na sürdüren Bennett, İstanbul’a hâkim olduğu yıllarda, Rus mültecisi Gurciyef ve talebeleri ile biraraya gelip etkilenmiş ve 1960’lı yıllarda İstanbul’da tanıştığı Melami Şeyhi Hasan Susud’un öğrencisi olmuş. Bennett’in isgal ordusunun despot bir subayı olduğu zamanlarda, bir gün sufilik iddiasında bulunacağına herhâlde kimse inanmazdı. Susud’un hazırladığı Hacegan Hanedanı’nın bir kısmını, Masters of Wisdom adı ile İngilizce’ye tercüme eden Bennett, uzun yıllar Bulend Rauf’un Beshara okulu ile paylaştığı Sherborne House adlı malikanede bir tekke kurmuştu.

    Yukarıda saydığım, İslam ve Osmanlı dönemi tasavvufundan etkilenmiş gruplara, uzak doğunun mistik hareketlerinin izleyicilerini, Masonları, theosofları, filozofları, özellikle de Freud ekolunun psikolog ve terapistlerini eklersek, ilk Avrupa Mevlevi ayinlerine gelenlerin sadece bir gösteri izlemek için değil, yaşayan bir Mevlevi cemaatinin ayinine katılma ihtiyacında oldukları için geldikleri anlaşılır.

    Sonunda, devlet memuru Mevlevilerle, her önüne gelenin şeyhliğini ilan ederek kurduğu Mevlevi heyetlerinin, en olmadık yerlerde dönmeleri konuya derin ilgi duyan herkesi olduğu gibi, Avrupalıları da artık hayal kırıklığına uğratır oldu. Mevlevi tarikatının hakikati kaybolunca, geriye bari musikisiyle, semasıyla başlı başına bir güzellik olan Mevlevi ayini kalabilsin diye ümid ederken, her şeyin büyük bir hızla popülerleştiği günümüzde ayini de, musikisi de maalesef yozlaştı.

    Mahabharata adlı oyunda yıllarca beraber çalıştığım Peter Brook, her geçen gün büyüyen ilgiye ve yoğun istege rağmen sahneye koyduğu oyuna, ‘‘Bugüne kadar oyunu görmeye gelen tiyatro meraklılarının yerini, artık komşusundan işiterek gelen lüzumsuz kalabalıklar alacaktır.’’ diyerek son vermişti.

    Yurtdışı seyahatlerinde kültür bakanlığına döner sermaye, türedi şeyhlere mürid toplama turnesi hâline gelen Mevlevi semaı, aynı akibete maruz kalıp, artık Batı’nın aklı başında yazar, düşünür ve sanatkarlarının değil, onu folklorik bir dans gibi seyreden en vulger kalabalığın ilgi odağı hâline dönüştü.