Tekke Tarihçesi

Mehmet Cemâl Öztürk

  • Sabah Ülkesi - Cover
  • Tekke kelimesi farsça olup, istinad edilecek, dayanak anlamındaki tekye kelimesinden türemiştir. Tarih boyunca kurum tekkenin yanısıra, zâviye, hankah, âsitane ve dergâh gibi birbirinden pek farklı anlamlara gelmeyen isimler de almıştır. Genel kabule göre ilk tekke birçok manastırın da bulunduğu Şam taraflarındaki Remle’de, bölgenin Hristiyan idarecisi tarafından Ebu Haşim el-Kufi (öl. 767) (1)için açılmıştır. İlk seyyahlardan İbn-i Cübeyr (öl. 1217) ve İbn-i Battuta (öl. 1369) seyahatnamelerinde, yolculukları esnasında kaldıkları tekkeleri anlatmakta, buralarda yolculara karşı sergilenen güzel davranışları, tekkelerin gelirlerini, yaptıranları, hizmetleri, tekke ve çevresindeki günlük hayatı ve tekkelerin müdavimi dervişler ile ilgili bilgiler vermektedirler. Birçok devlet adamı ve zenginin tekkeleri ve şeyhleri gözettikleri, ilk dönemlerden itibaren mimari ve işlevsellik bakımından son derece yetkin, pek çok tekkenin inşa edildiği anlaşılmaktadır. (İbn-i Cübeyr Şam’daki hankahların neredeyse saraylar kadar süslü olduklarını, adeta yeryüzü cennetini andıracak kadar konfor ve rahatlığa sahip binalarda bulunduklarını, sufilerin sanki bir emir gibi olduklarını, zira vakıflar sayesinde dünya endişelerinden uzak, sırf Allah’ı anmak için yaşadıklarını nakleder.) Tekkeler özellikle ilk dönemlerde, seyahat edenler ve kullandıkları binekleri için bir barınma ve imaret görevi gördüğünü de belirtmek gerekir.

    Tarikatların gün ışığına çıkmaları daha çok Selçuklular, teşkilatlanıp, yayılmaları ise Osmanlılar döneminde olmuştur. Abbasilerin yıkılmasıyla Selçukluların hankahları zengin vakıflarla destekledikleri ve o zamana kadar Horasan ve çevresine mahsus olan hankahların diğer coğrafyalarda da görülmeye başlandığı bilinmektedir. Bu destek, Atabeglikler, Memlükler, Zengiler, Eyyûbiler, Harzemşahlar ve İlhanlılar tarafından da aynı şekilde sürdürülmüştür. Horasan yöresindeki hankahlarda daha çok pirlerin ve şeyhlerin türbeleri bulunurken, ortadoğudaki hankahlarda sultan ve emirlerin türbeleri mevcuttur.

    Selçuklu Sultanı Tuğrul Bey (öl. 1068) ve Nizamü’l-Mülk medreselerle beraber zaviyeler de yaptırmıştır. Selahattin Eyyubî de Kudüs’ü geri aldıktan sonra, buradaki Latin patriğinin sarayını Hankah-ı Salahiye ismiyle dervişlere tahsis etmiştir. Kahire’deki Baybars hankahı 100 dervişin barınabileceği büyüklükte, türünün abidevi bir örneğidir. Hoca Ahmed Yesevî (öl. 1166)(2)’nin dervişleri de, (Sarı Saltuk, Akyazılı Sultan, Demir Baba, Abdal Musa, Geyikli Baba, Hacı Bektaş Veli) gittikleri yerleri ihyâ etmişlerdir. Yakın çevrelerinde ise öncelikle aileleri ve akrabaları bulunmuştur. Bazıları köylere de kendi isimlerini vermişlerdir. Bu dervişler herhangi bir maddi destek görmeksizin, ellerinin emeği ve alınlarının teri ile geçinmişler ve genellikle nüfusun az olduğu yerlere yerleşmişlerdir. Kurdukları zaviyelerle, insanlar üzerinde son derece olumlu etki bırakmışlar, çevreleriyle sıcak ilişki kurmuşlar ve onlarda emniyet ve güven duygusu uyandırmışlardır.

    Bununla birlikte, hudut boylarına yerleşen zaviyeler ise ordunun hareketini kolaylaştırmıştır. Anadolu’daki ilk zaviyeler, beyliklerin himaye ve nişanları ile kurulmuş ahi zaviyeleri olup, daha geç dönemde Osmanlılar da bunları muhafaza etmiş ve Rumeli’nin fethiyle birlikte ahiler ve şeyhler de yeni fethedilen bu yerlere geçmişlerdir. Malkara, Dimetoka(3), Yenice Zağra ve Çirmen’de, Rumeli’deki ilk zaviyeler fethin hemen akabinde kurulmuştur. Sadece Paşa Livası’nda ilk zamanlarda kurulan altmışyedi zaviye bulunduğu bilinmektedir.

    Dimetoka’da, İstanbul’un fethinden yaklaşık altmış sene evvel, 1385’lerde Kızıl Deli Sultan zaviyesi(4), Süleyman Şah ile Rumeli’ye geçen Seyyid Ali Sultan tarafından 58 Müslim, 23 gayr-ı Müslim hanesi olan bir derbend köyünde kurulmuştur. Bu tekke burada emniyeti de sağlamış, buna mukabil örfi vergilerden muaf tutulmuştur. 1408’de Yıldırım Bayezıd tarafından bu köye 25 köyü barındıran bir arazi vakfedilmiştir. Erken dönemlerde bu kurumlara yaklaşımın nasıl olduğunu göstermesi bakımından verilebilecek bir diğer örnek Hüseyin Dede zaviyesidir. Şumnu (Şumen)’e tabi bir köyde bulunan Hüseyin Dede zaviyesi gelen-geçene verdiği hizmet karşılığında bütün vergilerden muaf olmakla beraber öşürlerini köy sipahisine vermeye devam etmiştir. Ancak ilk zamanlarda tanınan vergi muafiyetleri, sonraki yüzyıllarda ise kaldırılmıştır. Bununla birlikte istisnai uygulamalar her zaman için söz konusu olmuştur; örneğin Ezine’de Süleyman Paşa, Ahi Yunus zaviyesini yaptırıp, vergilerden muaf tutmuştur.

    Tahrir defterleri incelendiğinde, Osmanlı idaresinin zaviyelerin haklarını koruma altına aldığı, sonraki yıllarda bunları destekleyip, tekke ve zaviyelere yeni imtiyazlar verdiği görülmektedir. Ve vergi muafiyeti bazen tekkenin bulunduğu mahalle halkına dahi yansıtılmıştır(5). Ayrıca derin bir ilmi birikime sahip şeyhlerin, zaman zaman müftü, fetva emini vs. olarak tayin edildiklerine de rastlanmaktadır.

    İlk dönemlerinden itibaren, inanma, yaşama, islâm ahlakını benimseme, öğretme, insana ve mahlûkata iyi davranma ve yardım, muhtaçları gözetme, can ve mal emniyeti gibi sosyal hayatı birinci dereceden ilgilendiren konularda tekke ve zaviyeler sürekli önemli roller almışlar, bulundukları yörelerde, yöre halkı için ibadet, eğitim, ziyaret, barınma, beslenme, temizlenme ve ulaşım fonksiyonları icra etmişlerdir. Bu ve benzeri sosyal içerikli pek çok hizmetin ifa edildiği tekkelerde kuramdan ziyade uygulama esas olup, tâlibe bir takım şeyleri öğretmekten ziyade onu değiştirerek, kemale erdirmeyi amaçlayan, dolayısıyla yaşanarak, şeyh ile derviş arasında özel, seyr-i sülûk denilen bir usûl takip edilmiştir. Bu usûlün unsurları olan muhabbet, ibâdet, hizmet, sohbet, tefekkür, halvet, cezbe birbiriyle bağlantılıdır. Esası aynı, yöntemi farklı ekolleri olan tarikatlerin kimisi bu unsurlardan bazılarına diğerlerinden daha fazla ağırlık vermiştir.

    Tekkelerin imarında yer alan ana bölümler ve amaçları kısaca şöyle zikredilebilir: İbadet ve eğitim, meydan-semâhâne-tevhidhâne adı verilen mekânda ziyaret için türbe-hazire, barınma için harem ve selamlık, beslenme için matbah-ı şerif (aşevi), temizlik için abdesthane-şadırvan, ulaşım için ahır, deniz kenarındaki tekkelerde iskele-kayıkhane ile kütüphane, çeşme, sebil vs…

    Osmanlı döneminde özel fonksiyonları olan kimi tekkeler de bulunmuştur. Hindu, Özbek ve Afganî tekkeleri(6) bu memleketlerden gelen heyetleri ve hacca giden Müslümanları misafir etmiş, Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî’nin eserlerinin incelendiği ve bugünkü tabirle bir enstitü addedilebilecek mesnevîhâneler kurulmuş, ok ve güreş sporuna mahsus eğitiminin verildiği okçular, güreşçiler ve hastaların tedavisi için miskinler tekkeleri yapılmıştır.

    Tekkeler yaptıranların ve müdavimlerinin meşreplerine göre mimari özellikleri bakımından da farklılıklar arzetmektedir. Padişah ve sadrazam gibi yönetici sınıfının yaptırdığı tekkeler, külliyeler bünyesinde ve medrese benzeri bir mimari uslûpla yapılmıştır. Buna mukabil, bazı tekkeler büyük bir alan içinde tekke-türbe bölümü bir tarafta, harem-selamlık bölümleri diğer tarafta olacak şekilde inşa edilmiştir. Üçüncü grup yapı şekli ise en fazla örnekle temsil edilen ev-tekke denilebilecek, bütün bölümlerin bir arada yer aldığı yapılardır.

    Zamanla bu üç sosyal kimlik iç içe geçerek fütüvvet teşkilatı ortaya çıkmıştır. İstanbul’un fethinden evvel bâtınî karakterli, Horasan ekolünden Kalenderî(7)-Haydarî, Vefâî, Zeynî dervişleri seyahat yollarının ana unsurlarıdır(8). Fetihten sonra ise Hurûfi ve Kalenderilikten ziyade Mevlevîliğin geliştiği gözlemlenmektedir. Fetihten sonra İstanbul-Vezneciler’de ilk açılan tekke, Kalenderhâne’de Mevlevî tekkesi olarak faaliyet göstermiştir. Ancak burasının bir süre iki büyük tasavvuf ekolünün (Kalenderilik ve Mevlevîliğin) birlikte sürdürüldüğü bir mekân olması ihtimali vardır. Bununla birlikte, istisnalar dışında genelde Bektaşi ve Mevlevi tekkeleri şehir dışında, hatta stratejik ve hakim mevkilere kurulmuşlardır.

    Gelenekte hakikati arama yoluna ilim, güzeli arama yoluna sanat denmiştir. Tasavvufta ise bunlar fazilet ve hizmetle beraber ele alınmıştır. Tekke bu vazifeyi omuzlarken bunları halka mâl edebilecek kadroyu da yetiştirmiştir. Medreselerin ulaşamadığı yerlerdeki dini ve ictimai hayatı tekke ve zaviyeler takviye etmiştir. Medresedeki din eğitimi sınırlı sayıdaki insana hitab ederken, tekke ve zaviyeler halka, onların anlayacağı seviyeden keramet hikâyelerinin yer aldığı dini ve ahlaki manzum eserlerle ve şeyhlerin mütevâzî hayatlarıyla hitâb etmiştir. Bu hitap sayesindedir ki, hudut bölgelerindeki gayr-ı Müslim unsurlardan da çeşitli vesilelerle Müslümanlığı tercih edenler olmuştur. Şeyhlerden bazıları adab ve erkana ait risaleler kaleme alırken, bazı dervişler de şeyhleriyle olan sohbetleri, rüyaları (vakıa) kaydetmişlerdir.

    Bununla birlikte, tekkelerin sadece avama yönelik olduğu anlaşılmamalıdır. Tekkeler aynı zamanda yüksek ilim ve sanatın neş’et ettiği kurumlardır ve bu kurumlardan her türlü ilim ve sanat erbabı yetişmiştir. Sözgelimi, ilk Osmanlı tarihçilerinden Aşıkpaşazâde Ahmed Aşıkî (öl. 1484), Baba İlyas neslinden Elvan Çelebi’nin yeğenidir, tasavvuf edebiyatımızın tartışmasız ismi Yunus Emre (öl. 1321) Tapduk Emre’nin dervişidir. Hat sanatımızda aklamı-sitteyi tertib eden Şeyh Hamdullah (öl. 1526), Şeyh Mustafa’nın oğlu olup, aynı zamanda Okmeydanı Okçular tekkesi şeyhliğinde bulunmuştur. Sünbüli Pir’i Yusuf Sünbül Sinan’ın halifesi olan Merkez Musa Muslihiddin (öl. 1552) mesir macunun mucididir. Musikimizin eşsiz üstadı Dede Efendi (öl. 1846) Yenikapı Mevlevihanesi’nde yetişmiştir. İlmi ve tasavvufi sahada yetkinlikleri tartışılmaz zirvelerden olan Muhyiddin ibnü’l-Arabî (öl. 1239-Şam) ile İsmail Hakkı Bursevi (öl. 1715) de, hakeza tekke kültürünün yetiştirdiği dehalardandır.

    Ashâb-ı Suffe’yi ilk tekke olarak kabul edenlere göre zühd-tasavvuf-tarikat evreleri ile günümüze ulaşan tekkeler, hizmet, eğitim ve yardım merkezleri olarak gönlünü Allah rızasına adamış zahidlerin mekanları olmuştur. Bu mekanlarda, fena fi’ş-şeyh>fena fi’l-pir>fena fi’r-resul>fena fillah olanlar(9) zenginle fakiri aynı potada eriterek, asr-ı saadet muhabbet ve vecdine yetişme gayretinde olmuşlardır.

    Bugün de, Şeb-i Arus ya da İbn Arabi Society kurumları aracılığıyla ve daha pek çok vesilelerle insanlar tasavvufi muhabbet ve vecdi, cümle kâinat dergâh mevcûdât zâkirdir prensibiyle aramaya devam etmektedirler. Madde manayı kapsayamayacağına göre, mana yolunun erlerinin muhabbetinden hissemend olmaklığımız niyazıyla…

    1400 küsur senelik bir tarihten bir damla misali bir makale çıkarmanın güçlüğünü takdir edeceğinizi umarak, Yunus Emre k.s. lisanıyla Hoşgör(ün) Yâ Hû.

    (1) Bkz. Molla Câmî, Nefahatü’l-Üns, s. 153, İstanbul, 1998. Bir Hristiyan emir avlanmaya çıkar. İki kişinin karşılaşıp, kucaklaştığını ve oturup karşılıklı yiyeceklerini birbirlerine ikram ederek yediklerini sonra da ayrıldıklarını görür. Birisini çağırıp, diğerinin kim olduğunu, nereli olduğunu ve niye konuştuklarını sorar. Derviş diğer derviş ile ilgili soruları bilmediğini söyleyerek cevaplar soruyu. Emir, o zaman neden böyle bir davranışta bulunduklarını sorar. Yol ve usullerinin böyle olduğunu söyleyince, bu sefer bir yerlerinin olup olmadığını sordu. Olmadığını öğrenince ve dervişlerin bu halleri hoşuna gittiğinden onlar için bir tekke yaptırır.

    (2) Kazakistan’nın Türkistan yöresi, Yesi’deki türbesi 1389’da Timur tarafından yaptırılmıştır. TİKA tarafından yakın zamanda restore ettirilmiştir.

    (3) Dimetoka, şimdiki sınıra 2,5 km. Edirne’ye 50 km.’dir. Tekke günümüzde, Evros (Meriç) şehrinin Russo (Ruşenler) köyünde bulunmaktadır. Seyyid Ali Sultan, Kosova ve Niğbolu seferlerine katılmıştır.

    (4) Bektaşîliğin, Pir evi olan Hacı Bektaş-ı Veli hankahından sonra dört önemli tekkesi vardır: 1-Kızıl Deli Sultan-Dimetoka, 2-Abdal Musa-Elmalı, 3- Kaygusuz Abdal-Kahire, 4-Abdülmümin Baba-Kerbela.

    (5) Burada Hz. Ömer (r.a.) zamanında, İran fethedildiğinde hemen herkese maaş bağlamasını hatırlamak gerekir.

    (6) İslam coğrafyasında bu tekkeler İstanbul dışında, Edirne, Bursa, Adana, Bağdat, Kudüs, Kahire ve Mekke’de bulunmaktadır.

    (7) Kalenderîlik, Şam’da medfûn Cemâleddîn Sâvî (öl. 1232) tarafından kurulmuştur. Haydarîlik, Hoca Ahmed Yesevî’nin dervişlerinden Kutbüddîn Haydar (Baba Haydar) (öl. 1221) tarafından kurulmuştur. Kendisi Abdal Musa’nın atalarından olup, Elmalı’da medfûndur.

    (8) İstanbul-Göztepe’deki Bizans imparartoru III. Andronikos’un av köşkü Orhan Gazi tarafından 1329’da Pelekanon savaşından sonra Şeyh Edebâlî’nin yeğeni Ahi Ahmed’e verilmiştir. Bugün aynı yerde Merdivenköyü Şahkulu Sultan dergahı bulunmaktadır.

    (9) Yunus Emre (k.s.)’nin bir kıt’asında “Şeriat, tarikat yoldur varana, Hakikat, Marifet andan içeru”, şeklinde özetlenen esasa göre, şeriatsız tarikat zındıklık, şeriatsız hakikat bâtıl, hakikatsiz şeriat âtıldır, denilmiştir.