Muallim-i Sânî: Fârâbî

Muazzez Tümay

  • Sabah Ülkesi - Cover
  • Ebû Nasr Muhammed b. Muhammed b. Tarhan b. Uzluğ el-Fârâbîet-Türkî (ö. 339/950) İslam felsefesini metot, terminoloji ve problemler açısından temellendiren ünlü Türk-İslam filozofudur. Türkistan’ın Fârâb şehri yakınlarındaki Vesiç’te, yaklaşık 258 (871-72) yılında doğmuştur. Babasının Vesiç Kalesi kumandanı olduğu dışında ailesi hakkında bilgi yoktur. Sâmânîler Devleti’nin hâkimiyetinde önemli bir eğitim ve kültür merkezi konumunda bulunan Fârâb’da eğitim dilinin ise Arapça olduğu, Farsça’nın da kısmen edebiyat dili olarak okutulduğu bilinmekte ve bu ortamda Fârâbi’nin iyi bir tahsil gördüğü anlaşılmaktadır. Fârâbi’nin tahsilini tamamladıktan sonra bir süre kadılık yaptığı, akabinde memleketinden ayrıldığı ve hayatı boyunca devam edecek olan bir seyahate başladığı muteber kaynaklarca belirtilmektedir. Filozofun önce Buhara, Semerkant, Merv ve Belh gibi kendi bölgesinin önemli ilim ve kültür merkezlerini ziyaret ettiği, daha sonra Bağdat’a gittiği tahmin edilmektedir.

    Fârâbi Bağdat’a gittiğinde kırk yaşını geçmiş bulunuyordu. Dönemin en büyük dil bilginiyle (İbnü’s-Serrâc) buluşması ve karşılıklı olarak birbirlerinden istifade etmiş olmaları Fârâbi’nin daha önce iyi yetişmiş olduğunu, mantık okutacak kadar Arapça bildiğini, ancak bu dilin incelikleriyle ilgili bazı meselelerde İbnü’s-Serrâc’a başvurduğunu göstermektedir. Fârâbi Bağdat’ta, Nestûrî bir Hristiyan olan mütercim ve şârih Ebû Bişr Matta b. Yûnus’tan da mantık okumuştur. Kaynaklar o sırada bu âlimin daha yaşlı, Fârâbi’nin ise ondan daha zeki olduğunu ve en karmaşık problemleri kolay bir üslûpla ifade etme yöntemini bu hocadan öğrendiğini belirtir. Fakat Fârâbi’nin mantık ve felsefe alanında kendisinden büyük ölçüde istifade ettiği asıl kişi ise (Nesturî Hristiyanlarından olan) Harranlı Yuhannâ b. Haylân olmuştur. Yirmi yıl kadar Bağdat’ta oturan ve eserlerinin çoğunu burada kaleme alan filozof, bu şehirde meydana gelen karışıklıklar sebebiyle 330’da (941) Dımaşk’a gitmiştir. 337’de (948) Mısır’a kısa bir seyahat yaptıktan sonra ise Dımaşk’a dönmüş ve Receb 339’da, seksen yaşlarında orada ölmüştür.

    Fârâbî’nin yaşadığı sürece Orta Asya Türk kıyafetini hiç değiştirmediği rivayet edilir. Genellikle münzevi bir hayat yaşamayı seven Fârâbî hiç evlenmemiş ve mülk edinmemiştir. Tahşîlü’s-sa cöde adlı eserinde kâmil bir filozofun niteliklerinden, ‘‘Öğrenim sırasında karşılaştığı güçlüklere katlanmalı, üstün bir zekâ ve kavrayışa sahip bulunmalı, doğruluğu ve doğruları, adaleti ve âdil olanları seven, onurlu bir şahsiyet olmalı, altın, gümüş ve benzeri şeylere değer vermemeli, yeme içme konusunda aç gözlü ve nefsanî arzularına düşkün olmamalı, doğruya ulaşmak için azim ve iradesi güçlü bulunmalıdır.’’ şeklinde söz ederken âdeta kendisini anlatmaktadır.

    İslâm dünyasında ilk defa Kindi’nin başlattığı felsefî harekete ve onun şekillendirdiği Meşşâî akıma, kendi inanç ve kültürünün temelini oluşturan ulûhiyyet, nübüvvet ve meâd akidesinin yanı sıra Eflâtun ve Yeni Eflâtunculuk’tan aldığı bazı unsurları da katarak eklektik bir sistem kuran Fârâbî, kazandığı haklı şöhretten dolayı Aristo’dan sonra ‘‘Muallim-i Sânî’’ unvanıyla anılmıştır.

    İlimler Tasnifi filozofun ilim ve metot anlayışının yanı sıra onun dünya görüşünü de yansıtması bakımından önemlidir. Kindî’den sonra Fârâbî de bu amaçla kaleme aldığı İhşâ’ü’l-ulum’da kendi dönemindeki ilimlerin tasnifini yapmış, her ilmin tanımını, teorik ve pratik açıdan değerini belirterek eğitim ve öğretimdeki önemine işaret etmiştir. Aristo’nun ilimleri teorik, pratik ve poetik şeklindeki üçlü tasnifiyle, Kindi’nin beşerî ve dinî ilimler tarzındaki ikili tasnifi incelendiği takdirde Fârâbî’nin daha kapsamlı ve kendine has bir tasnif yaptığı görülür.

    Fârâbî en büyük başarıyı ise mantık alanında göstermiştir. Filozof, kendisinden önceki şârih ve yorumcuların eserlerinden de faydalanarak Aristo’nun Organon adlı mantık külliyatı kapsamına giren her kitap üzerinde çalışmış; bunların şerh, tefsir veya muhtasarlarını hazırlamak suretiyle bu külliyatın incelenmedik ve açıklığa kavuşturulmadık hiçbir noktasını bırakmamıştır. Özellikle de Kindî ve diğer mantıkçıların görmezlikten gelerek çözümsüz bıraktıkları kıyas ve ispat teorisiyle ilgili problemleri üstün bir liyakatla çözüme kavuşturmuştur. Fârâbî yaptığı bir taksimle mantığı ‘‘ta-savvurat’’ (kavramlar) ve ‘‘tasdîkat’’ (hükümler, önermeler) olmak üzere ikiye ayırır ki böyle bir yaklaşım Aristo’da görülmez. Fârâbî’den sonra İslâm dünyasında yazılan bütün mantık kitapları da bu plana bağlı kalmıştır.

    Fârâbî, herhangi bir şey hakkında bilgi edinirken zihnin iki aşamalı bir işlem yaptığını kabul eder; önce düşüncenin yapı taşları durumundaki kavramlara, sonra da bu kavramları kullanarak hükümlere, yani önermelere ulaşır. Buna göre birinci bölümde terimler ve tarifi meydana getiren temel unsurlar, ikinci bölümde de önermeler, kıyas ve çeşitli ispat şekilleri söz konusu edilmektedir.

    Fârâbî dil ile mantık arasında yakın benzerlik ve sıkı ilişki bulunduğu hususu üzerinde de önemle durur. Ona göre dilbilgisi hatasız konuşmanın, mantık da doğru düşünmenin kurallarını vermektir. Dil bir dış konuşma ise mantık da iç konuşmadır. Bir başka söyleyişle dilin lafızlarla olan ilişkisi ne ise mantığın kavramlarla olan ilişkisi de odur. Şu var ki gramer bir milletin diliyle ilgili kuralları içerirken mantık bütün insanlığın düşüncesine ait kanunları ifade etmektedir. Gramer bilmeyen hatasız konuşamaz, mantık bilmeyen de her zaman doğru düşünemez.

    Batı’da Kant’la birlikte önem kazanan önermelerin analitik ve sentetik olmak üzere iki kategoride değerlendirilmesi gerektiği düşüncesi de Fârâbî tarafından yüzyıllar önce ortaya konmuştur.

    Fârâbî, Aristo’nun Organon’da söz konusu ettiği tam tümevarım yanında, bazı parçalardan örnekleme yapmak suretiyle bütün hakkında bir yargıda bulunmak şeklindeki eksik tümevarım üzerinde de durmuş, bunun bilimde ve gündelik hayatta en çok başvurulan yöntem olduğuna dikkat çekmiştir. Her ne kadar bu yönteme ilk defa Bacon’ın dikkat çektiği, Stuart Mill’in de onu geliştirdiği söylenirse de Fârâbî, bunun bilimde, dinde, hukuk ve ahlâk alanında yaygın bir şekilde kullanıldığını söylemektedir.

    Klasik mantık alanında yeni bir şey söylemenin güçlüğünü kabul etmekle birlikte Fârâbi’nin mantığa olan katkısı bu disiplini sağlam bir terminolojiye kavuşturmanın yanı sıra yaptığı geniş yorumlamalar, ayrıca yaşadığı toplumun düşünce, inanç ve kültür değerlerinden verdiği zengin örneklerle onu geliştirmiş ve bir metodoloji olarak bilim alanında kullanılmasını kolaylaştırmıştır.

    Fârâbi’nin sistemi varlığın ilkesini manevî saymakla birlikte geometri ve mantığı temel alan, fizikten (tabiat ilimleri) geçerek metafiziğe yükselen bir sistemdir. Eflâtun, Aristo ve Yeni Eflâtunculuk’tan gelen ve sistemin bütünü içinde yer yer görülen eklektisizm rastgele bir derleme tarzında olmayıp kendi mantığı içinde son derece tutarlıdır. Bu felsefede bütün kâinat sürekli hareket eden bir dönme dolap şeklinde tasavvur edilecek olursa inişli çıkışlı bu sistem içinde en ulvîsinden en süflîsine kadar maddî-mânevî, organik-inorganik her varlık türünün yeri ve işlevi belirlendiği için aynı zamanda determinist ve gayeci bir felsefedir. Bu bakımdan Fârâbi’ye göre felsefe varlık olarak varlığın bilgisidir; yani bütün kâinatı önümüze seren ve her şeyi kuşatan küllî bir ilimdir.

    Fârâbi’ye göre insan aklının ulaşabildiği en genel kavram ise varlıktır. Bu yüzden varlığın tanımı yapılamaz, çünkü tanım cins ve fasıldan oluşur. Varlığı kuşatacak daha küllî bir kavram bulunmadığına göre onun tanımını yapmak mümkün değildir.

    Bütün semavî kitaplarda, mümkin varlıklar tanımına giren kâinatın Allah’ın hür iradesi ve mutlak kudretinin sonucu olarak sonradan yaratıldığı şeklinde çok açık bir inanç ve telakki bulunmasına rağmen İslâm felsefesi tarihinde ilk defa Fârâbî dinî geleneğin dışına çıkarak Tanrı-varlık ilişkisini sudur veya kozmik akıllar teorisi denilen bir sistemle yorumlamıştır. Sudur teorisiyle Fârâbî ezelî olanla sonradan olan, değişmeyenle değişikliğe uğrayan, bir ve mutlak olanla çok ve mümkin olan varlıklar arasındaki ilişkiyi belirlemek, böylece bütün kâinatı hiyerarşik bir sistem İçinde yorumlamak istemiştir.

    Helenistik ve patristik dönemlerde birçok filozof, felsefenin birliği tezini savunma amacıyla Eflâtun ile öğrencisi Aristo’nun felsefî doktrinlerini uzlaştırma doğrultusunda çeşitli eserler kaleme almışlardır. İslâm filozofları içinde yalnız Fârâbî, bu iki filozofun sistemleri arasında temele ilişkin bir fark bulunmadığını, farklılığın basit ve yüzeysel olduğunu ispat için bir eser yazmıştır. Şüphesiz Fârâbî açısından bu uzlaştırma teşebbüsünün arkasında yatan gerçek sebep filozofun „tek hakikat“ ilkesine sıkı sıkıya bağlı oluşudur. Ona göre hakikat tektir, teaddüt etmez.

    Fârâbi’nin ahlâk felsefesinin temelini eğitim ve iyi davranışlar, son hedefini ise mutluluk oluşturmaktadır. İnsan mutlu olmak için yaratılmıştır ve sınırlı da olsa bu mutluluğu tek başına gerçekleştirme güç ve imkânına sahiptir. Şüphesiz her insanın iradeli davranışlarının belli bir amacı vardır; bu husus araştırıldığında görülür ki insan daima iyi ve mükemmel olanı kendisine amaç edinmekte ve o doğrultuda hareket etmektedir. Mutluluk öyle bir değerdir ki hiçbir şeye araç olmayıp doğrudan doğruya amaçtır. Çünkü insan mutluluğu elde ettikten sonra her türlü tatmini onda bulup başka hiçbir şeye ihtiyaç duymaz. Fârâbi’ye göre gerçek ve en yüksek mutluluk ise bilgiyle aydınlanmaktır.

    Fârâbi’ye göre her insan iyiliğe ve kötülüğe eşit ölçüde yatkın olarak doğar. Şüphesiz bu durum, ahlâk konusunda eğitimin ve alışkanlıkların son derece önemli olduğunu göstermektedir. Her şeyden önce ahlâk pratik bir ilim olduğu için yaparak ve yaşayarak öğrenilir. Nasıl ki herhangi bir sanatı öğrenip o konuda gerekli beceriyi kazanmak için çok alıştırma yapmaya ve tekrara ihtiyaç varsa ahlâklı olabilmek için de iyi ve güzel davranışları benimseyip onları huy ve ikinci bir karakter haline getirmeye ihtiyaç vardır. Ve ahlâk alışkanlıklar sonucu kazanıldığına göre değişebilmektedir.

    Allah’ın varlığını ispat konusunda ilk defa Fârâbî’nin ortaya koyduğu ontolojik delil zorunlu ve mükemmel kavramlarından yola çıkılarak hazırlandığı için bu konudaki kozmolojik delillerden daha çok doyurucu sayılmaktadır. Daha sonra bu delil İbn Sînâ tarafından geliştirilmiş, Descartes, Spinoza ve Leibniz gibi filozoflarca da farklı şekillerde ifade edilmiştir.

    Nübüvvet konusunda ortaya koyduğu orijinal teziyle Fârâbî, peygamberlik düşüncesine yabancı olan ve rüya vasıtasıyla da olsa metafizik âlem hakkında bilgi edinmenin imkânsızlığını savunan Aristo’dan büsbütün ayrılmıştır. Ayrıca onun tezi İbn Sînâ, İbn Rüşd, İbn Meymûn, Albertus Magnus ve Spinoza tarafından benimsenmiştir.

    Genellikle İslâm felsefesi tarihinde Meşşâî okulun İbn Rüşd dönemine kadar olan yaklaşık 250 yıllık geçmişi ana hatlarıyla Fârâbî felsefesinin izlerini taşır. Onun kurmuş olduğu felsefî doktrin gerek öğrencileri ve eserleri, gerekse onu eleştiren düşünürler kanalıyla kısa zamanda Mâverâünnehir’den Endülüs’e kadar bütün İslâm coğrafyasına yayılmıştır. Onun yapmış olduğu ilimler tasnifi, bu sahada eser yazan İslâm müellifleri üzerinde olduğu kadar Ortaçağ Latin yazarları üzerinde de büyük ölçüde etkili olmuştur. Robert Hammond, St. Thomas ile Fârâbî felsefesinin karşılaştırmasını yapmış ve St. Thomas felsefesinin âdeta Fârâbî sisteminin bir tekrarı mahiyetinde olduğunu göstermiştir.

    Fârâbî’nin din felsefesinin en orijinal yanını oluşturan nübüvvet nazariyesi ise İbn Sînâ tarafından benimsenip geliştirilmiş, yahudi filozofu İbn Meymûn ile Yeniçağ filozoflarından Spinoza da vahiy ve ilhamın muhayyile gücünün bir fonksiyonu olarak gerçekleştiğini savunmuşlardır. Öte yandan Muhyiddin Îbnü’l-Arabî’nin vahdet-i vücûd felsefesinde varlık mertebeleri nazariyesinin Fârâbi’ye ait sudur teorisinden mülhem olduğu genellikle kabul edilmektedir.

    Felsefe dünyasında „Mu­allim-i Sâni lakabı ile tanınan Fârâbî mûsiki alanında da birçok tarihçi ve mûsiki nazariyatçısı tarafından „Muallim-i Evvel“ olarak kabul edilmiştir. Fârâbî mûsiki nazariyatını Aristo, Themistius ve Eudides gibi ünlü âlimlerin Arapça’ya tercüme edilen eserlerinden tanımıştır. Çalgılarla ilgili ayrıntılı incelemeler yapmış olması ve ses fiziğiyle ilgili çalışmalarında Yunanlıları aşması ona mûsiki tarihinde müstesna bir yer kazandırmıştır. Mûsiki ilmini nazarî ve amelî olarak iki bölümde ele alan Fârâbi’nin sadece büyük bir nazariyatçı değil aynı zamanda mûsiki sanatını fiilen icra eden bir sanatkâr olduğu da bilinmektedir.