Geleneksel Türk Kitap Sanatları’na Dair

Erol Kuyubaşı

  • Sabah Ülkesi - Cover
  • Arap dilindeki anlamıyla “sun”, “yapmak- etmek”, “sanat” ise “yapılan iş, meslek” anlamına gelmekte, tanım olarak Sanat ise; bir işi “estetik bir duyguyu dile getirecek” şekilde yapmak ve o işin yapılmasıyla ilgili yöntem, bilgi ve kuralların tamamı olarak kabul edilir. Bu yöntem, bilgi ve kurallar zamanla fen ve estetik anlayışının değişmesi ile gelişmiş, fakat bir kural ve metot ihtiyacı sanatın her alanında, her zaman var olagelmiştir. Kural ve metot olarak bahsedilen şey, sanatın sadece öğrenilmesinde başvurulan yöntemler olmayıp, aynı zamanda onun icrasında da uyulan estetik ve icra kurallarının bütününü ifade eder. Rönesans hareketinin fikir babası kabul edilen Leone Battista Alberti’ye göre sanatın maddi amacı olan güzellik “concinnitas” olarak tarif edilir, ve bu da parçaların kendi aralarında taşıdıkları, düşünülmüş belli bir uygunluk, armoni ve yetkinlik anlamına gelir. Çağdaşı bir diğer düşünür olan Marsile Ficin de Platon yorumunda; “Sanatlar, her şeyden önce inceliklerini ve yetkinliklerini matematiğin gücüne ve tamamen akla dayanan hesaplama ve ölçme yeteneğine borçludurlar” demektedir.

    Daha çok plastik sanatlarla alakalı olan bu tespitler, elbette bu sanatların İslam dünyasındaki karşılığı olan hat, tezhip ve minyatür’de olduğu gibi, bir sanat olarak kurallarını ve geleneğini yeni yeni inşa eden ebrû sanatında da uygulanan temel prensipleri açıklamaktadır.

    İşin teknik ve matematiksel incelemesinin yanında, Batı sanatının eserlerinde kendini bariz şekilde açığa vuran Batı düşünce ve inanç tarihi, İkonografi yardımıyla tetkik edilmiş, fakat bu tarz bir tetkik İslam dünyasında başlı başına bir bilim olarak yapılmamıştır. İslam sanatlarının temelinde öz ve muharrik kuvvet olarak tasavvufun yatması, neden bu sanatların sembolizminin sistemsiz ve dağınık bir şekilde mutasavvuf veya mutasavvuf-şairler tarafından yapıldığı sorusunun da cevabını taşımaktadır. Bilindiği üzere, İslam öğretisinin tasvir ve resmetmeye mesafeli oluşu ve bazı görüşlerce onu yasaklaması, doğal olarak daha soyut, başka sanatların yeşermesine yol açmış, bu sanatlar da aynen dîvan edebiyatında olduğu gibi kendine ait semboller geliştirmiş, kendi ruhuna ait çizgiler ve ölçüler yardımıyla bir estetik düzen inşa etmiştir. Bu estetik düzenin yapı sökümü de, onu ihtiyâri veya insiyâki olarak ortaya koyan sanatkârların ve onları ortaya çıkaran toplumun olgunlaşmasına vesile olan yüksek ruhlu mutasavvuf-sanatkârların düşüncelerinden haberdâr olunarak, şiirleri okunarak anlaşılabilir. Çünkü İslam ve özellikle Türk sanatında, somut sanattan soyut sanata geçiş aşamaları, Batı’daki gibi düşünce ve siyasi devrimler incelenerek kendini kolayca ele vermez ve öyle bir izleği takip etmez.

    Bu açıdan; özellikle Geleneksel Türk İslam sanatları; hem Yaratıcı’yı taklit etmeye çalışmakta, ama bir yandan da doğada birebir örneklerini gördüğümüz şeyleri aynen yansıtmak yöntemini benimsememektedir. Daha kapalı bir ifade diliyle, örneğin motiflerle veya hat sanatındaki çizgilerle, aslında doğayı birebir resimlemeden, onu değiştirerek, yapısını bozarak, başka bir çizgisel anlama oturtarak adeta doğadaki o estetik öğeyi yeniden tasarlamakta, görünümlerini devamlı değiştirmektedir. Nasıl ki taklit, yaratıcının Sanî sıfatının insandaki bir cüz’i tecellisidir, İslam sanatındaki doğayı aynen taklit etmeden, taklit ettiğini belli etmeden onun ruhtaki görünümlerini ifade etme yöntemi de, sanatkâr’ın Allah’ın Bedî‘ (bir şeyi modelsiz (örneksiz) olarak yaratan) sıfatından kendine bir pay çıkarma çabası olarak algılanabilir. Bu bahsettiğimiz durum, süslemede ve özellikle hat sanatında en orjinal ifadesini bulur, zira sadece çizgilerden ve doğada fiziksel olarak benzeri olmayan kütlelerden oluşan hat sanatı, ruhanî hendese olarak tarif edilir. Ruhun matematiği, bir kanadını matematiğin, diğer kanadını da ruhun oluşturduğu bir yükselme eylemi, yaratılmışın görünümlerine ve sınırlarına hapsolunmayarak daha güzel olana ulaşma çabasıdır.

    Bu genel derinlik ve soyutluk arayışına, aynı düşünce altyapısından beslendiği için bütün geleneksel Türk el sanatlarında ve hatta müziğinden mimarisine, neredeyse bütün Türk sanatlarında rastlanabilir. Örneğin; minyatür sanatında perspektif kuralları es geçilerek alışılageldik resme çok yaklaşılmadığı gibi, geleneksel ebruda da ilk örnekler incelendiğinde tabiat kaynaklı çiçek, yaprak kullanılmamış, bunlar son yüzyılda özellikle Necmeddin Okyay tarafından uygulanmaya başlanmıştır.

    Ana öğeler olarak Hat-tezhip-minyatür üzerine oturan Geleneksel Türk El Sanatları ya da başka bir ifade ile kitap sanatlarından bahsederken bunları zenginleştirmek veya muhafaza etmek için kullanılan ebru, cilt gibi başka sanat dallarının en arka planda kalanı olan ciltçilik, en güzel bir şekilde yazılan ve tezhiple süslenen eserleri, özellikle kutsal kitabı, en güzel ve estetik bir biçimde muhafaza etmek için kullanılmıştır. Günümüzde sadece kütüphanelerdeki yazma eserlerin restorasyonunda çalışan mücellitlerin temsil ettiği, sanatçılarının azalarak günümüze ulaştırdığı bu sanat, artık diğer kitap sanatları kadar rağbet görmemektedir ve diğer birçok sanat gibi unutulmaya yüz tutmuştur. Ebru için ise, son yıllarda yaşanan talep patlamasıyla, günümüzün en revaçta olan geleneksel sanatı desek, çok da yanlış olmayacağı kanaatindeyiz. Eski tarihlerde devletin resmî defterlerinin güvenliği için defterlerin kenarlarına ve ciltlerin iç tarafına yapılan ebru uygulamaları, daha sonra zamanla müstakil bir sanata dönüşmüş ve artık günümüzde çerçevelenip evlerin duvarlarını süsler olmuştur. Yapısı gereği yeniliğe müsait olan bu sanatı, günümüzde geleneğe sıkı sıkıya bağlı olarak icra edenler olduğu gibi, yeni arayışlar peşinde koşarak modern, yenilikçi bir tarzda icra eden sanatçılar da vardır.

    Hat; bu sanat dallarının arasında, diğer sanatların kendisine bir bakıma yardımcı unsur olduğu, kitap sanatlarının asıl iskeletini teşkil eder. Diğer kitap sanatları, yazının bulunduğu sayfayı, hilyeyi,cildi veya kitabı süsleyerek onu zenginleştirir ve muhafaza ederken, hat sanatı ise, yazıdan söze, sözden mânaya giden yolun çıkış noktasıdır. Bu açıdan, kutsal kitapla beraber şiir ve kelam-ı kibar, hattın mânâya dair beslendiği ana damarlardır.

    Mânâ’nın bu sanatın temel malzemesi olması açısından bakılırsa, harf inkılabı ile asıl yaşanılan şey, cumhuriyet sonrası kuşakların eski alfabeye ve o alfabe ile yazılan edebiyata yabancılaşması değil, harfleri birer sanat haline getirecek ve bir satırın altındaki ruhu görecek bakışı yitirmesidir. Bu inkılapla beraber, aslında kıymet verilmesi gereken şeyin ne olduğu sorusuna verilen cevap değişmiş, cârî olan değerlerin tedavülden kalkma süreci daha da hızlanmış olmaktadır.

    Şimdiki manzara, otuz yıl evveline kıyasla, en azından nicelik açısından ümit vericidir, özellikle son on yılda Türkiye’deki muhafazakâr hareketlenme ile toplumun büyük bir kesiminin ilgisini çeken bu sanatlarımız yeni bir yükselme dönemi yaşamaktadır. Her ne kadar sayı olarak çoğalma, modern dünyanın şartlarıyla birleştiğinde doğal olarak bir kalite kirliliği ve iyi olanı ayırt etme problemi yaratsa da, bir rüzgarın etkisiyle başlayan bu eğilimler dinginleşecek ve bir müddet sonra rafineleşme sürecine girilecektir. Bu süreçte, hakiki sanatkârların, geçmişten geleni hakkıyla ve layıkıyla yozlaştırmadan iletmiş olması, özellikle meşk ile hocanın talebesine ruhundan üfleyerek yetiştirdiği bu tip sanatlarda çok önemlidir, zira geleneksel sanatlarımız cumhuriyetten sonra aldığı yaralarını halen daha tam anlamıyla sarmış, zincirdeki kopukluğu tam anlamıyla görebilmiş ve giderebilmiş değildir.