Çekiver kuyruğunu ejderhanın!

Özkan Gözel

  • Sabah Ülkesi - Cover
  • Eskato-lojik adlandırmaların revaç bulduğu bir çağda yaşıyoruz: Sürekli bir şeylerin “son”unun (Gr. eskhatos) ilân edildiği ve lâkin son/landırma merakının bir türlü son bulmadığı bir çağda. Kim bilir belki de tüm çağlar böyledir. Hatırlanacağı üzere Heidegger, “sona-doğru-varlık” (Sein-zum-Ende) olarak tanımlıyordu insanı. Yerinde bir tanımlamaysa bu, insan denen ölümlünün âkibeti/ni merak edişi, giderek bu merakın insanın aslî bir yönelimi oluşu hiç de şaşırtıcı olmasa gerek.

    Modernlik-son-rası olarak adlandırmakta handiyse ittifak ettiğimiz bir çağ bu. Ne demek modernlik-sonrası? Bu ibâre, modernliğin bir sona vardığını, bir hitâma erdiğini, nihâyetini ya da âkibetini bulduğunu toptan ve kesin bir dille ifade ediyor. Modernliğin defin merâsimi çoktan icra edildi bazılarınca, helvası çoktan karıldı modernliğin. Yine de, bu post-modern son/landırma, bu post-mortem kutlama gerçekte ne kadar isabetli, sorulmaya değer.

    Sakın post-modernlik dedikleri, aynı ruhun yeni bir bedene bürünmesi, hayatiyetini yeni bir kisve, yeni bir görünüm ya da yeni bir post altında yeni koşullara uyarlanmış olarak sürdürmesi demek olmasın? Esasen, etimolojisinin de tınlattığı üzere “son zamanlar”a özgü olanın adı olan modernliğin (modern ˂ L. modo) büründüğü post altında kendini yenileyerek-yinelediğini söylemek daha ihtiyatlıca. Bu bakımdan, modernizmin tâdilat görmüş, re-forme olmuş hâli olan postmodernizmi, Batı düşüncesinin son üç yüz küsur yıllık düşünsel serencâmında girilen yeni-yepyeni bir dönem olarak değil, ama bir ve aynı güzergâhın süreği ve gereği olarak alınan bir dönemeç olarak adlandırmak daha doğru.

    Evet, başlangıcından bugüne modernliğin serencâmında belirleyici olan, kopuştan ziyade sürekliliktir: Bugün, toz-duman içinde kafa karıştıra karıştıra olup biten, esasında, başka-bambaşka bir safhaya geçiş ya da irtifa sağlayıcı bir tarzda daha üstte olana bir sıçrayış, daha iyi olanı bir yakalayış değil, ne de esaslı bir kırılma veyahut da köklü bir dönüşüm. Postmodernlik denen aşama kimilerinin savunduğu gibi yeni-yepyeni bir baş-langıca işâret etmiyor; bu aşama gerçekte modernlik sürecinde varılan son uçu ve fakat aynı zamanda da son uç’ta –ya da kuyrukta– baş-gösteren “kabuk-değiştirme”yi ifade ediyor. Heidegger’den mülhem söylendikte, Modern Çağ’ı baş-latan aslî olay, “insanın özünün değişmesi” veya –şerh edersek– tağşişe uğramasıdır (Krş. “Die Zeit des Weltbildes”). Bu bakımdan, başından kuyruğuna (postuyla birlikte) bir bütün olarak modernlik süreci, bu aslî olayın, bu Kökensel Tağşiş’in bir açılımı olarak okunabilir ya da tam da öyle okunmalıdır. Postmodern söylemlerde sıkça tanık olduğumuz “başına buyruk” hava bizi aldatmamalı; son uç’ta, Başta Yatan’ın yani Kökensel Olan’ın ne ıslahı ne de inkıtaı söz konusu. Son uç’ta olup-biten ya da bitip-başlayan, Köken’in farklı bir kisve altında yeniden uç-vermesi ya da baş-göstermesi haddizatında. Postmodernlerin “başına kuyruk” bir görüntü vermeleri, bu görüntüdeki yanıltıcı tuhaflık hep bundan.

    Dünyanın neredeyse tamamının Batı tarafından müstemlekeleştirilmesi, kitlesel kıyımlar ile korkunç yıkım ve yaygın sefâletlere yol açan I. ve II. Dünya Savaşları, “teknolojik nihilizm”in, doğa bir yana, bizâtihi insan varlığını tehdide yönelmesi, değerlerin içinin boşal/tıl/ması, beyhûdelik, tutamaksızlık ve anlamsızlık duygularının yaygınlaşması… tüm bunlar tâlî ya da ârızî şeyler olmayıp Müfsit Köken’in modernliğin tarihinde bir kader gibi açılımıdır. “Ekini ve nesli tahrib”e yönelen, genlerle oynamakta beis görmeyen, yerin yüzünü kirleten, uzayı dahi temellüke yeltenen modern insanın ifratı, kendi kıyâmetini değil yalnızca, belki kıyâmetin kendini de hazırlamaktadır. Bozguncu karakteri tarihen sâbit ve müseccel, “karalarda ve denizlerde fesat çıkarma”ya el’an dahi müsâit ve meyyâl Modern Özne, “Nihaî Son”u/nu (Gr. apokalupsis) “kendi elleriyle” hazırlıyor belki de. Kıyâmet’e dair heveskâr bir öngörü, mesnetsiz bir kehânet sayılmamalı bu söylediğimiz. Âhir Zamanlar’ın komediden, farstan, satirden ibâret olmadığına işâret etmeyi ve altta-yatan Trajik Potansiyel’in nihaî gerçekleşiminin mümkün, muhtemel, belki de eli kulağında olduğuna dikkat çekmeyi amaçlıyoruz yalnızca.

    Burada, İfsadın Kökeni olarak öncelikle ve bilhassa dikkat çektiğimiz şey, tikel varlığıyla ya da müşahhas hâliyle Batı değil, aktüel anlamda Batı değil; ne de, hâlihazırda hükümferma olan (Batılı) Güç’ün kastî, iradî, olumsal ya da konjonktürel karakterli ifsat faaliyetleri. Ama burada öncelikle ve bilhassa dikkat çektiğimiz, modernliği mümkün kılan, ona temel teşkil eden ya da ruh veren “aslî olay” olarak Köken’in İfsadı’dır. Modern Çağ’ın başlarından Mevcut İfsat Düzeni’ne kadar tüm modernlik serüvenini temelden belirleyen hep bu Kökensel Tağşiş olageldi. O hâlde, modernliğin gerçekten, tamamen ve kesin olarak sonunun gelmesi/getirilmesi, ancak, modernliğin kökünün kurutulmasıyla, yani söz konusu Tağşiş’in sonlanmasıyla/sonunun getirilmesiyle mümkün olabilecektir. Modernlik işte o zaman iğreti olarak değil de sahiden postu yere sermiş olacaktır.

    “Peki ama bu mümkün mü, böyle bir şey gerçekleşebilir mi?” diye sorulabilir ki haddizatında bu soruyu merkeze almak, ‘imkânları dâhilinde ve mevcut gücüne (öz erkine) dayanarak’ hareket etmeyi esas alan özne-l bir tavra işâret eder. Ama, başka-bambaşka bir tavır daha vardır ki, bu tavrın sahibi, özerkliğin gereği olarak değil de sorumluluğun sevkiyle harekete geçer, şartların iğvâsına direnerek akıntıya karşı gitmeyi göze alır. Mümkün’ün berisini hatırlayıp ötesini düşleyerek arınan, arına arına güç toplayan kimse, “bu mümkün mü?” demeden önce, “bu mümkün olmalı!” der. Bu surette, Mevcut’un Mümkün’ü istilâsını def etmenin ilk adımı zihinde atılmış olur.

    Modernliğin kökeninde insanın Özne (Subject) haline gelmesini mümkün kılan Tağşiş yatıyordu. Bu Tağşiş, kuyruğu bugünlere uzanan modernlik dediğimiz şu Ejderha’yı doğurdu. Modernlik demek, insanın Özne olması anlamına geliyordu. Özne olmak, asıl anlamı itibariyle, tüm varolanların altında-yatma (L. subjectum) yani onlara temel teşkil etme (iddiası) demekti; keza, temel olmanın (subjectum) salâhiyetiyle de tüm diğer varolanlar üzerinde efendi-sâhip-mâlik olma iştihası, eş deyişle varlık üzerinde tam bir tasarruf ve mutlak bir hâkimiyet iğvası demekti. Bu surettedir ki, bu müstağni Özne, tüm diğer varolanları karşısına-koyarak yani onları ob-je’leştirerek istikbar ve tahakküm yoluyla varlıkta özerkliğini ilân edebilmiş, özünün erkini tüm modern tarih boyunca berkittikçe berkitebilmiştir. Modern tarih, Aslî Tağşiş’in, dolayısıyla da Özne’nin gelişip-serpildiği, güm-râh bir anlatıma kavuştuğu zaman diliminin adıdır.

    Bu süreçte Bilim, hâkim ve mûteber “bilme tarzı” olarak öne çıkmış ve Batı’nın dünyaya el koyuşunda epistemik keşif kolu olarak merkezî bir işlev üstlenmiştir. Keza, Bilim, Bilgi’nin Güç’e yamandığı, giderek onunla özdeşleştiği modernlik sürecinde insanın rubûbiyet iddiasının bir gerekçesi, bir meşruiyet temeli haline dönüşmüştür. Prometheus’un tanrılardan Bilgi’yi çalması ve bunun modernlerce alkışlarla karşılanması ilginçtir bu bakımdan. İstemiş de verilmemiş miydi, hem neden çalmıştı, çalmanın meşrûiyeti neydi? Daha da önemlisi: Bilgi çalınması gereken bir şey miydi, çalıp-çırparak, gasp ederek mi Bilgin (Güçlü/Bilgin!) olunuyordu? Bilgiyi çalmak, gerçekte, Güç İstenci’nin dolaysız bir ifadesi değil miydi, Güç İstenci’nin yani mukâbil rubûbiyet iddiasının? Post/Modern Özne, ilhamını Yunan’ın bu merd-i kıptîsinden alsa gerek!

    Bir yandan Tanrı’yla ya da tanrılarla, diğer yandansa Bilgi’yle ilişkinin bu çatışmacı, bu çarpık, bu çapul-esaslı tarzı, rubûbiyet taslamanın bu bir parça komik, ama daha ziyade trajik tarzı, modern insanın özünü, bu özün açılımı olan modern tarihin de ana akışını belirleyegelen temel şey oldu. Auschwitz’den Srebrenitsa’ya, oradan Irak’a, merd-i kıptînin her fecaat arz edişinde, bu akîm tanrılık tasarımı meşûm bir edayla hep sırıttı durdu modern tarihin yarıkları arasından kurbanlarına. Modern’in “ölçüsüzlüğü” kendini Özne ittihaz etmesinden kaynaklanıyordu. Modern Özne kendini “yegâne ve mutlak ölçü” olarak vaz ediyor ve “ölçü koyma” hakkını zimmetinde tutuyordu. Bu ona “en üst merci” olarak varlık üzerinde mutlak tasarruf salâhiyeti veriyordu. ‘İnsan/lar her şeyin ölçüsü!’ Modern’den Postmodern’e tek değişen çoğul eki belki de.

    Modernliğin en temel sâiki bu “rubûbiyet vehmi”dir, bu “mutlak özerklik iğvâsı”dır. Modern’den Postmodern’e değişim ne denli gözeçarpar, ne denli gözalıcı olursa olsun, bu vehim ile bu iğvânın sürekliliği daha temelli ve daha belirleyicidir. Bu bakımdan, birinden diğerine (tagayyür anlamında değil de tahavvül anlamında) bir değişim vâki olmakla birlikte, bu öze, esâsa, temele ilişkin değildir. Köken’in Olayı olarak Tağşiş, değişime rağmen, hatta değişim yoluyla özünü yinelemeyi sürdürüyor. Modern Özne’nin, dolayısıyla onu doğuran Tağşiş’in toptan izalesini tahayyül dahi edemeyen, etse bile (ucu kendisine dokunacağından) buna cesaret gösteremeyen modernlik eleştirileri, modernlik-sonrası’na güzellemede ne denli ileri giderlerse gitsinler, yeterince geriye gidemediklerinden olsa gerek, “temelde/n bir dönüşüm”ü başlatmaya kâbil görünmüyorlar.

    Yine de, postmodernlerin modernlik, modernizm ve/veya modernleşme eleştirilerini önemsemekte ve onlardan yararlanmakta bir mahzur görmüyoruz; yeter ki bu eleştirilerin ekseriya kuyruğun başı tokatlaması manasına geldiğini, keza kuyruk ile baş arasındaki ilişkide hasımlıktan ziyade hısımlığın belirleyici olduğunu aklımızda sıkıca tutalım: Son tahlilde, ha kuyruk ha baş (ha postmodern ha modern), Ejderha aynı Ejderha! Bir de, bu tokatlamanın, ölümüne bir darbetme mi, yoksa –kimi zaman ciddi anlamda tahrişe varsa da– enikonu hoşlaşma-yaratıcı (euro-gen) bir kaşınma mı olduğuna kafa yoralım.

    Son-uç’ta, çağrışan tellâllara kanıp modernliğin bitişini (dolayısıyla postmodernliğin gelişini!) kutlamada acelecilik göstermek yerine, onun postmodernlik ile (esasen bitmemeyi temine mâtuf) bitişme noktalarına, dolayısıyla modernliğin varlığını yeni bir tarzda idâme ettirip ettirmediğine dikkat kesilmek gerekiyor.

    İmdi, modernlik ölmedi belki; ama, en azından, belli bir formu itibariyle can çekişiyor. Postmodernlerin sun’i teneffüs çabaları, ağırlaşan Batı Medeniyet’ine, Batı Düşüncesi’ne, husûsen de Batı Felsefesi’ne ikinci bir hayat ya da bir post-hayat bahşedebilecek mi, yoksa hastaya geçici bir hafifleme imkânı sunmaktan mı ibaret kalacak? Teneffüs çabalarının büsbütün boşa gitmediğini şimdiden söyleyebiliriz. Çıkmadık candan ümit kesilmiyor, başka bir can yok çünkü. Şimdi, sayıklamaya yetecek kadar da olsa, hastanın dili dönüyor hâlâ, ne mutlu! Ama bedenin bu şekilde âfâtının alınması, bedende bazı canlılık emârelerinin görülmesi, bedene bu yolla kazandırılan hafiflik, başıyla ve kuyruğuyla bir bütün olarak bedenin “nihaî sonu”nu ertelemekten öte bir mana ifade ediyor mu, düşünmeye değer.

    Postmodernler ister kabul, ister inkâr etsinler: Kuyruk –daha baştan ve her zaman– ejderhanın kuyruğu! Baş-ile-kuyruk esasta aynı uzviyete bağlı. Şu halde, başın aldığı hasarın menfi etkisi elbet kuyruğa da sirâyet edecek ve başın sonu –gecikmeli de olsa– kuyruğun dahi sonunu getirecektir. Birinin âkibetini –sonradan– diğerininki takip etse gerektir.

    Bugün, “felsefenin sonu”nu getirenler “veba günlerinde bayram havası” çalıyor. Felsefe bugün çoğu postmodernin elinde hoşlaşma peyda etmeye yönelik düşünsel bir kaşınma faaliyetine, bir oyun ve oyalanma aracına ya da bir tür oto-euro-tizme dönüşmüş bulunuyor. Felsefenin işbu gurûb vaktinde, postmodern düşüncenin kimi versiyonları, başsız kalmış görünen bir kuyruğun zevkli bir ihtilaç içinde yönsüz ve amaçsız çırpınışını andırıyor.

    Hâsılı, Postmodern Çağ’da, aklın uyuzluğuna bir çare, bir çare bulmak gerekiyor. Ama nasıl? En iyisi:

    Çekiver kuyruğunu ejderhanın!